Abdullah Çağrı ELGÜN
Türk’ü ve Türkçeyi Koruyan Hülâgü Han:
Hülâgü,
(1217-1265)
senesinde Karakorum’da dünyaya geldi. Dedesi Cengiz Han, babası
ise Cengiz Han’ın oğlu: Toluy Han’dır.
Annesi: Kerayit Hükümdarı Ong Han’ın Yeğeni Sorgoktani Hatun’dur!..
Babası Toluy Han’ın henüz kırk (40) yaşında ölmesi üzerine bölgenin
idaresini, annesi Sorgoktani Hatuna verildi…
Hıristiyan
olan Sorgoktani Hatun, oğullarının eğitimini, Budist ve Uygur
Türk’ü: Sevinç Tuğrul, Bulat Kaya, Mungsuz ve Töre Kaya …vb. gibi Kayınbabası
Cengiz Han’ın en güçlü ve yakın adamlarına bırakmıştı… Hülâgü bu
bilgin ve savaşçı bahadırlar tarafından çok iyi yetiştirilir.
Hülâgü Han, atalarının dini olan “Tek Tanrı” inancına sahipti; ancak annesi Sorgoktani Hatun’un Hıristiyan dinine mensup olması, onu az da olsa etkilemiş olmalıdır!.. Cengiz Han’ın en küçük oğlu Toluy Han’ın oğlu olan Hülâgü Han, Meraga’da kırk sekiz (48) yaşında ölmüştür (8 Şubat 1265).Öldüğünde, Urmiye Gölü’ndeki bir adaya, yanına atı ve Cariyeleri de kurban edilerek gömülür. Cenazesi, Şamanist usullere göre yapılmış son hükümdardır…
Hülâgü
Han: Matematik,
Astronomi, Kimya ve Geometri bilimlerine vakıf, cesur, kararlı, savaş
taktiklerini çok iyi bilmektedir. Cömert; bilginleri ve ulemaya koruyan,
bir devlet adamıdır. Mevcut din ve inanışlarına karşı, hoşgörülü olduğu, bütün
tarihçilerce de onaylanmıştır.
Hülâgü
Han: “Changüşa”nın
yazarı Alâddin Ata Melik Cüveynî’yi yanına almış; Nasirettin i
Tûsî’yi, “Rasatane” kurmak için görevlendirmiştir.
Rusafe
Şehri’nde
bulunan Halife Mezarlarını, Halife Camiini ve bugün Irak’ın Kazımeyn
Şehrinde bulunan Şiî Müslümanların Hz. Ali Silsilesinden gelen yedinci (7.) İmamı
olan Musa Kazım’ın Türbesini, yıkılan ve hasar gören diğer mabet
ve kutsal yerleri onarttırıp tamir ettirerek, bölgeden ayrılmıştır.
Kendi
adına bastırdığı paralara, İslâm geleneğine uygun olarak (1254-1256), “Allah’ın
Birliği”ni
ifade eden (Kelime i Tevhit) yazısını koydurmuştur. Hülâgü Han için
söylenen:
İslâm
Medeniyetini katlettiği,
taş üstünde taş bırakmadığı, tarafgir tarihçilerin bir yalanından
ibarettir… Böyle bir adam, Allah’ın
birliğini ifade eden: “Allah Birdir!..” yazısını, kendi adına bastırdığı paralara
kazdırtıp; Sahabelerin ve Mezhep İmamlarının Mezar ve Türbelerini
tamir ettirir mi?..
Yalancı,
tarih yazarları ve "Arap Sevicilir" utansın!..
Hülâgü
Han:
Emevî
ve Abbasilerin işgal
ettiği ve büyük kıyım yaptığı Türk Topraklarını, geri aldı…
Lur
Atabeyliğini hakimiyeti
altına aldı.
Haşhaşi
Tarikatını
ortadan kaldırdı.
Arap Abbasi
Halifeliğini tarihten
sildi!..
Eyyübiler’in işgali altında tutulan Suriye
topraklarını geri aldı…
Mısır’daki Memlük devletini ortadan
kaldırdı!..
İran
Tarihi
incelendiğinde, Hülâgü Han’ın, Türk ve Türkçülüğüne ve Türk
Dili Türkçeyi şiddetle savunmuş olduğuna şahit oluyoruz… Hülâgü Han,
fethettiği yerlerde, Türkçe konuşmayı zorunlu kılmış, buna uymayanları
cezalandırmıştır!..
Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan
bir Hükümdar, niçin Türkçe konuşmayı mecburî kılsın ve kendi dili
olmadığı söylenen Türkçeyi konuşmayanları, şiddetle cezalandırsın?.. Bu tavır,
hangi akla ve mantığa sığabilir?.. Cengiz de Hülâgü de Türk’tür!..
“Türk değil!” sözü: Türklere “Mevâlî” diyerek kendilerini diğer millet ve ırklardan üstün gören: Haccac8 661-714) Ebu Muhammed el b.Yûsuf b.El Hakem es Sekâfî; Emevî Komutanı Ebu Hafs Kuteybe Bin Müslüm (670-715) :“Türk kanı içmek helâldir!..” diyen Arap’ın uydurmasıdır.
Soyu
Göktürkler’e kadar dayanan Hülâgü Han, Şair Nedim’in mısralarına
da konu olmuştur:
“Tahammül
mülkünü yıkdın Hülâgû Han mısın kâfir?
Aman
dünyâyı yakdın, âteş-i sûzan mısın kâfir?”
Hülâgü
Han, İlhanlı Devleti’nin
Hanı olup tam anlamıyla Türk ve Türkçüdür… Hülâgü Han, bu
uygulamaları ile Ümmetçilerin tepkisini çekmiş, Arap ve
Acemler’in, Türk ve Moğol Halklarına yaptıkları gibi aynı şekilde
sert ve acımasız davranmıştır. Arap ve Acemler, zorla ele geçirdikleri Türk
Ülkeleri ve Halklarının Tek Tanrılı Dinlerini değiştirmekle kalmadılar, “Kök
Türkçe, Uygurca, Soğutça” Yazı ve Konuşma Dilleri Türkçeyi de değiştirip; “Müslümanlık”
adına yaptıkları katliamlarla, korku salıp uyguladıkları zorbalıklarla, bu
ülkelerin çoğunun, her şeylerini değiştirip say kırımı yapıp asimile ettiler…
Arap
ve Farslar Türkler’e İslâmiyeti kabul ettirmek için dört yüz (400) yıl boyunca Türk
Topraklarına akınlar düzenlemişler ve katliam yapmışlardır!.. Bu değişim ve
dönüştürmede Türk Moğol Halklarına uyguladıkları din, dil, kültür; örf,
âdet, töre, giyim kuşam tarzı, kız ve erkek adlarının Arap ve Acemleşmesi,
Türklerin görüş, düşünüş, duyuş, yaşayış biçimi ve hayatı anlamlandırma
anlayışı; tavır ve uygulamalarına, davranışlarına Arap ve Fars Kültürü yansımıştır!.. Bu zorlama
ve asimilasyonun etkileri, bugün dahi
devam etmektedir… Araplar, Türkler’e hiç bir şüphe yoktur ki soy kırımı yapmıştır!..
Hülâgü
Han:
1258
yılında: Luristan Atabeyliğini;
Haşhaşîler
Tarikatı’nı
ortadan kaldırmış, Nizariler’in (Haşhaşîler) elinde bulunduğu
Alamut Kalesini:
(Defalarca
yapılan akınlarda, hiçbir ordunun uzun süren muhasarasında dahi alamadığı,
hiçbir orduya geçit vermeyen ve daha yüzlerce yıl da kimseye geçit vermeyeceği
ve alınamayacağı söylenen, bu efsanevî, sarp ve geçit vermez Alamut
Kalesi’ni, Nizariler’in İmamı: Rükneddin Hürşah’tan, büyük bir
mühendislik dehâsı gösterilerek almıştır.
Hülâgü
Han,
Alamut Kalesi’nin altından kazdırdığı tünelleri, “Petrol ve Barutla”
doldurarak, bu kanalları, devâsa bir bombaya dönüştürüp, patlatmıştı… Surlardan
açılan gediklerden içeri dalarak Alamut Kalesi’ni çok kısa bir sürede
ele geçirmesi, etraftaki şehirler ve bu olayı duyanlara da korku salmış ve bazı
kaleler tek insan ölmeden, savaşsız, Hülâgü Han’a, teslim
olmuşlardır!..)
Maymundüz
Kalesini;
Lemeser
Kalesi
(1259);
Girduh
Kalesi
(1270);
Bağdat’ı,
Abasiler’den
(Halife Mustasım Billah) (13 Şubat 1258)
Haşhaşiler’den ise yüzün (100) üzerinde Kale
başarıyla alınmıştır.
Hülâgü
Han,
savaş sırasında kendisine direnen ve karşı koyanların tamamına yakınını,
şiddetle cezalandırılmıştır…
Ağabeyi
Mengü Han
tarafından, Ortadoğu’da fethedilmemiş yerleri, fethetmek üzere
görevlendirilmişti. Ağabeyinin emri gereğince, genel olarak Arap ve
Farslar ile savaşmış, karşı çıkmadan şehri ve kaleyi teslim edenler
bağışlamış, çok iyi davranılmış, şiddet gösteren ve direnenler ise
öldürülmüştür!..
Hülâgü
Han’ın, Fransız IX. Luis’e
gönderdiği bir mektupta, Araplar'dan iki yüz (200) bin kişi öldürdüğünü
belirtmektedir… Demek ki yalancı tarihçilerin anlattıkları ise yalandan ibaretmiş…
Türk
Boy
ve Oymaklarının kendi istekleri ile grup grup veya toptan, Müslümanlığı
kabul ettikleri sahte tarihçilerin ve Arap Sevicilerin yalanından ibarettir…
Türkler Türkistan’da bulunduklarında Ceyhun Nehri, Araplar ile sınırdı. Araplar, bu nehri geçmeye asla cesaret edemezlerdi… Bu yıllardan öncesi ise Anadolu, Rumeli, Türklerin binlerce yıllık Akad, Sümer, Eti, TRK (Türk) Trakya olmak üzere ata yurtlarıdır…Türkler Anadolu’ya ne 1040 yılındaki Dandanakan Savaşı ile ne de Alpaslan ile 1071 Romen Diyojen ile yaptığı Malazgirt ile geldiği yine tarih bilmezliklerinden yalancı tarihçiliklerinden ibarettir… Bugün Urfa Harbetsuvan Tepeleri: 9 bin, Nevali Çöri 10 bin yıl , Göbekli Tepe de bunun 12 bin yıllık, Hayvan figürleri, yılan, Aslan ve Koç figürleridir. Hitit Uygarlığının Merkezi Çatalhöyük ve Mısır Hiyeroğlifleriyle de ay figürleri taşımaktadır… Bu koç, koç başları Orhun Abidelerin’nin giriş kapısına dizilmiş koç ve aslan heykelleri ile de aynı figürlerdir!.. Atatürk’ün Anıt Kabiri’ne giden “Aslanlı Yol” boşuna yapılmamıştır!..
Göbeklitepe’den
sonra, Şanlıurfa’da yer alan Karahan Tepelerinin daha eski 13-14 bin
yıl öncesi Türk uygarlıklarıdır!.. Ana kayaya oyulmuş heykel başı ve insan
figürleriyle, ritüel alanları ve bu Damgalar en eski Türk tarihinin 13-14
bin yıldan daha öncesine ait kanıtlarıdır!..
Türkler, Türkistan’da altın, gümüş,
demiri işliyorlar; deri ve pamuk imal ediyor, pamuktan kâğıt üretiyorlardı. Bugün
Özbekistan Müzesinde bulunan 5.yy. kalma Altın Elbiseli Tiğin
Zırhı, önemli bir belgedir. Hatta Halife Hz. Osman Döneminde, Muhammed
Bin Cerir Komutasındaki 2.700 kişilik donanımlı Arap Ordusu, Türk
şehri Fergana’ya kadar girmiş; fakat ordudan tek kişi kalmamazcasına Türkler
tarafından yok edilmişlerdi!..
Ondan
70 yıl sonra, Muaviye’nin Arap Ordusu, Horasan’ı tamamıyla işgal etmiş
ve buraları İslâmlaştırmaya başlamıştı.Bu bölgeleri Müslümanlaştırılması 100 yıl süren Arap-Türk Savaşlarıyladır.
Bundan
cesaret bulan Araplar, Muaviye’nin Horasan Valisi Ubeydullah bin Ziad,
673 yılında, eskisinden daha da büyük bir orduyla (24.000 kişilik) Ceyhun
Nehri’ni geçerek Türk Kıbaç Hatun yönetimindeki Buhara’yı
kuşattı. Kıbaç Hatun, diğer Türk Beyliklerinden yardım istedi; fakat bu
yardım gelmemişti. Buna rağmen direnen ve Araplara büyük kayıplar
verdirerek şehri işgal edilmekten kurtaran Kıbaç Hatun; buna rağmen Buhara
ve çevre yerleri, Arap Yağmacıların, talanından kurtaramamıştır!..
Daha sonra, Muaviye’inin işgal ettiği, ikinci Horasan Valisi Said, Semerkant’a saldırır. Binlerce Türk genci, kadın ve kız köle olarak alınır ve satılır. Daha sonra Salim Bin Ziyad Horasan Valisi olmuştur. Bu bölge Muaviye’nin oğlu Yezit’e bağlıdır… Ziyad 680 yılında Türk Topraklarına tekrar saldırır. Bu saldırıda da Türkler’in altın, gümüş; kürk, deri, halı ve kilim…vb. zenginlikleri yağmalanır.
685 yılında Türkler, Halife
Abdülmelik ile tam bir asimileye uğrar. Arapça yazılı altın ve gümüş
paralar bastırılır. Arapça, resmi dil olarak kabul ettirilir… Türklerin Dilleri Türkçe değiştirilip Arapça konuşmaya zorlanır. Her tür
yazışmanın Arapça yapılması, hesapların Arapça tutulması ve
çarşıda, pazarda ve evlerde Arapça konuşulması mecbur tutulur!..(695)
Bunu uymayanlar şiddetle cezalandırılır.
Zalim
Haccac’ın
Irak Valiliğine atanmasıyla birlikte, Türk Dillerinin konuşulması
tamamen yasaklanır. Sonra Kuteybe denilen bir zat peydah olur. Bütün
Türk şehirlerini yıkar yakar. Türk erkeklerin boyunlarına kızgın damga
vurdurur… Türkler onlar için artık bir “Mevâlî” köledir!.. İkinci sınıf bir
topluluk, ırkî üstünlük farkları ile birlikte giderek derinleşen bir kırılma
noktasına uğrarlar… Türkler ise Araplar'a (Kavm-i Necip) üstün ırk diye htap ederler...
Emeviler
(Araplar)
döneminde siyasî, askerî, idarî görevlerin tamamı Araplar’ın
elindedir. Emeviler “Mevâlî” diye aşağıladıkları Müslüman ve
Müslüman olmayan Araplar’ın dışındaki her ırka "Köle" gözüyle bakmışlardır… Özellikle Muaviye, “Halifeliği”
saltanata çevirmiştir.
Yezit
Kerbelâ’da
katliam yapmış; Harre Vakası’nda Medine Şehri yağmalanmış, halkın
can ve mal güvenliği ortadan kalmıştı. Bazı Halifeler ise İslâm ve ahlâk
dışı olarak: Can, mal ve ırza tecavüzü adeta meşrulaştırdılar…
Liderlik Araplar’da
olmakla birlikte İslâm’a Daveti organize eden on iki (12) Nakibden
dördü Mevâli’dendi. Arap Müslümanlar ile Arap
olmayanlar Mevâlîler Müslümanlar arasında derin bir uçurum
yaratmıştır. Araplar kendilerini diğer Müslümanlardan daha üstün
görüyorlardı. Buna bağlı olarak Araplar:
Araplar,
Arap olmayanlarla yolda aynı hizada yürümüyorlar,
Araplar,
Alaylarda
önlerine geçilmesine asla izin vermiyorlar,
Araplar,
Arap
olmayanlarla birlikte sofraya oturmuyorlar,
Araplar,
Mevâlîler ile Camilerini
ayırıyorlar,
Arap olmayanların mesleklerine aşağılayıcı
gözle bakıyorlar,
Fethettikleri
ülkelerde aldıkları köleleri Müslümanlaştırıp onları serbest bıraksalar dahi boyunlarındaki
kızgın damga sebebiyle köle muamelesi yapıyorlardı.
Kızlarını
Mevâlîler’in erkeklerine vermiyorlar.
Kızlarını
almıyorlar, Mevâlî’den bir kadınla evlenmiyorlar.
Arkalarında
Namaza durmuyorlar.
Arap olmayan aile fertlerinin Halifeliği’ne
asla rıza göstermezlerdi!.. İş bu sebeplerle Emevi Arap Devletini Hülâgü Han,
tamamen yıkıp ortadan kaldırmıştır…
Türkler,
Araplar
ile üç yüz elli, dört yüz (350-400) yıldan fazla mücadele etmiştir. Sonrasında
zorla Müslümanlaştırıldılar. Hatta Türklerin Müslümanlaşıp
Müslümanlaşmadıklarını kontrol etmek ve uygulamaları yerinde izlemek üzere, her
Türk ailenin evine bir Arap sokulmuştur. Bu çok etkin bir asimilasyon olmuş
ve Türkler’in bu şekilde Müslümanlaşıp asimilasyonu kolaymıştır…
Bugün
Çinliler de aynı asimilasyon taktiğini, Uygur Türkleri’ne uygulamaktadırlar… Bu durum “Açık bir Soy
kırımdır!..” Müslümanlaştırdıkları ülkelerin ve Türkistan Halkının
adları, şehir isimleri örf ve âdetleri değiştirilmiş ve unutturulmuştur:
Libya
(Berberi- Türk)
Kartacalılar
(Barboroslar, Türk)
Trakyalılar (TRK, Türk)
Mısır
(Kölemenler, Türk)
Mısır
(Kıbtiler, Türk)
Cezayir
(Tuarengler) Türk
Kıbcak,
Kazak, Özbek ataları Türkistan kökenli Türklerdir.
Filistinliler (Türk)
Giritliler (Türk)
İlk
Yunan (TRK, “Türk”)
Persler (Pars) Türk
Lübnanlılar (Türk)
Suriye
(Suryani, Türk)
O
Dönemde Türkler’in Yaşadıkları Yerler:
Türkler
Türkistan’da:
İdil, Ural, Yenisey, Orhun, Seyhun, Ceyhun; Aral, Baykal, Hazar, Urumiye),
yerleşik olarak yaşamaktaydılar. Dağınık Beylikler, Boy ve Oymaklar
halindeydiler… Bunlar kendileri arasında bir birlik sağlayamamış oldukları
gibi, kimi Beylik, Boy ve Oymaklar arasında da kavgalar ve
husumetler vardı.
Hülâgü
Han,
buraları fetetmemiş (almamış) olsaydı, Türkistan’dan eser kalmayacak, Türkler,
ya İsmailî (Haşhaşî) olacak veya Araplaşarak yok olacaktı!.. Hülâgü
Han, Sayesinde buralar yeniden, Türkistan (Türkler’in Evi), Turan
olmuştur!..
O
dönemlerde: Rey, Selçuklular’ın; İsfahan, Şah İsmail’in yani Safevîler’in
(Afşar Türkmenleri); Tarhan, Kaçar Türkmenleri’nin baş şehri, “Ceyhun
Nehri’nin doğusu tamamen Türk’tü. Mâverâünnehir Bölgelerinde Türkler yaşamakta olup 1221-1368
yılına kadar Uygur ve Moğolların Resmî Yazı Dilleri Türkçe’yi İmparatorluk
Yazı Dili olarak kullanıyorlardı!..
1211’de Uygur Hakan
Barçuk İdil Kurt, Cengiz Han’ın
kızı Al Hatun ile evli idi…Türgiş Devleti de bu bölgede
bulunmaktaydı.
Buradaki
devlet Yönetimi iki bölgeye ayrılmıştı: 1212-1241 yıllarında Körgöz Uygur’un
yönettiği, İran Merkezli Ceyhun Havzası Tarafı: Uyguristan, Hoten,
Kaşgar, Aksu, Kuçar, Kazakistan, Almatı, Kırgızistan: Kayalık, Özbekistan:
Semerkant, Buhara yer alıyordu.
Diğeri
İse Ceyhun Nehri Batı Tarafı Olan:
Urfa, Kars, Iğdır, Şırnak, Mardin, Şanlıurfa, Gaziantep ve Hatay Bölgeleri
ile İran, Irak, Suriye, Diyarbakır, Van, Rum hudutlarında Türkler yaşıyordu.
Türklerin
dağınıklığı
ve organize güç Araplar karşısında, yedi ay süren mücadelesi, çetin ve
amansız direnişi dikkatlere şayandır. Canını kurtarma savaş veren bir
topluluğun uzun bir direnişi sonrasında, Türk şehri Curcan düşer. Araplar,
Curcan’a girerler. Müthiş bir katliam başlar. Arap
Komutanı Yezit, Allah’a verdiği söz üzerine, esir aldığı
binlerce masum Türk’ün, kanlarını nehre akıtır. Nehir günlerce kıpkızıl
kan akar. Arap Yezit: “Curcanlı Türkleri yendiğinde, yapacağım
dediği, Allah’a verdiği sözü yerine getirir!..”
Katliamdan
geriye kalan kız ve kadınların beşte birini, Cariye olarak Halife’ye
ayrıldıktan sonra, bir kısmını kendisine seçer… Geriye kalanları, Arap
Askerleri arasında ganimet olarak paylaşılır, en sondakiler de köle
pazarlarında köle olarak satılırlar…
Araplar,
Türkler
ile karşılaştıklarında ülkelerinin ve zengin topraklarının yağmalanması gerektiğini
anladılar. Aksu, Baykent, Buhara, Curcan, Fergana, Kaşgar, Karahag, Karluk,
Talas, Talkan, Vilat, Semarkant (Zenginliği dillere destan şehirlerdi),
öteden beri talancı Yağmacı Bedevi Araplar’ın gözlerini kamaştırıyordu…
Araplar, Türkleri Müslümanlaştırmak
için bütün Türkistan şehirlerini yakmış yıkmış; taş üstünde taş
bırakmamışlar, buralara Arap Valilerini tayin etmişlerdi. Buralarda
yaptıkları katliamlarla Türklere, tam anlamıyla “Soy Kırım” uygulamışlardır…
Özellikle kendilerine çokça direnmiş olan şu üç Türk şehrinde: Vilat,
Talkan ve Curcan’da, Araplar’ın Türk-Moğol Halklarına
yaptıkları, insan aklının almayacağı işkenceler ve acımasız katliamlar için Hülâgü
Han: “Araplardan, Türk ve Moğol Halklarının öcünü aldığı!..” nı
söylemiştir…
Müslüman Araplar ve Türk Savaşları:
Araplar, Türkler’e Müslümanlığı kabul
ettirmek için öyle acımasız, canice davranmışlardı ki: Talkan Yolu,
yirmi dört (24) kilometre boyunca, öldürülen ve ağaçlara asılan, kırk (40) bin Türk’ün
cesetleri ile doldurulmuştur!.. Bundan başka iki yüz (200) bin Türk’ü
katlettikleri ve elli (50) bin Türk erkeğinin boyunlarını kızgın demirle
damgalayıp köle pazarlarında sattıklarını, bir o kadar Türk kadını ve
kızını, kendilerine ve askerlerine Cariye yapmak için götürürler. Bu zavallı, masumlar öyle hırpalanmışlardı ki küçücük çocuklar bile, at sırtında duramıyor,
bir et yığını, bir ceset gibi at üzerinden düşüyor olduklarını, Cüveyni tarihinde ve diğer tarihçiler kaydetmiştir…
Müslüman Araplar:
[Bu katliamları “Allah’ın Dini” Müslümanlık adına yapıyorlardı
(!..)] Oysa Müslümanlıkta: “Haksız yere bir insanı katletmek, bütün
insanlığı katletmekti!..”
Türk
kadın ve kızları, Araplar’a utanç verici bir şekilde Cariye
yapılmışlardı!..
Harzemli Ünlü Türk Bilgini Birûnî: Araplar’dan
Haccac’ın
“Haccac-ı Zalim”, askeri faaliyetleri esnasında, çeşitli katliamlar
gerçekleştirdiği, halka zulmettiği, şehirleri yakıp-yıktığı, sahtekâr, hilekâr
ve güvenilmez bir kişi olduğu söylenmektedir…
Emevi Kuteybe Bin Müslim’in:
tamamen Türk şehirleri olan: Harzem, Semerkant, Buhara, Taşkent,
Fergâna; Kaşgar, Horasan; Vilat, Talkan, Curcan; Suman, Faryap; Kes, Nesef,
Bazgis, ve Dağistan’da sert bir direnişle karşılaştığından, çok
acımasız ve vahşice davranmışlardır!..
Haccac, Kuteyb: “Türk kanı dökmenin
helâl olduğunu…” söyleyerek kendi yurtlarında sakin yaşayan
dört yüz (400) binden fazla Türk’ün yaşlı, hasta, coluk çocuk, kadın
kız demeden katledildiğinden bahseder…
Köktürkçe, Uygur Türkçeleri
yok edildi, yasaklandı. O güne kadar yazılmış ne kadar Türkçe, Uygurca,
Soğutça yazma ve matbaa baskılı eserler varsa, yakılıp yok edildi. Türklerin kökleri, örf adet ve gelenkleri, Türkistan bölgesi ve diğer bölgelerle olan bağı tamamen koparıldı… Türkler din
adına verdikleri eserleri ya Arapça; veya Farsça yazmağa
başladılar. Türkçe bıraktırılıp Arap Dili dayatıldı. Türk Adları bıraktırılıp
Arap önde gelenlerinin Adları Türk çocuklarına konuldu…
“Ümmetçilik”, Türk ve Milliyetçilik
kimliğinin üstüne çıkarıldı. Din (İslâmiyet) ile birlikte kimliğimiz,
elbisemiz, kılık ve kıyafetimiz de değişti… Halbuki insanlar kavim kavim
yaratılmışlardı; fakat Araplar asimile ve yok etmede kararlıydılar… Her
şey gibi bunu da kabul ettirdiler. Bundan daha iyi bir soykırım yapılamazdı.
Bu, Türk Milleti için en büyük soykırımdı!..
Araplardan Yezit:
Allah’a verdiği yemini yerine getirmek için; Türkler’in oluk oluk kanını
akıtarak, akan kanı ile değirmen döndürüp, buğdaydan un yapmış, hamurunu da
ateşte pişirip ekmek yaparak yediği konusunda, bütün tarihçiler ittifak
içerisindedirler!..
Şimdi bu işi yapan bağnaz ve zorba adamın,
Allah ile Müslümanlık ile zerre bir ilişkisi olduğunu düşünmek
kadar akıl yoksunluğu, bilgisizlik olabilir mi?.. İnsan kanı, Türk kanı içen
ve bu derece vahşi, acımasız, katil ruhlu, yobaz canavarların ve katliamların
yapıldığı bir toplulukta huzur bulunur mu?..
Bu bağnaz softanın, İslâm Dini ve
Allah’a İnanmak ile bir ilgisi olabilir mi?.. Bu düpedüz cahil bir toplumun,
bağnaz, anlayış ve bulanık düşünüşünün kirli bir ürünü, katliam ve soykırımıdır…
İşte Size Arap Kavmi!..
Hz. Ali,
daha on yaşında iken ilk Müslümanlardan birisi olmuş, Peygambere en yakın insan
ve onun her savaş ve barışta yanında, en uzun kalan, yaşayan insan ve Kuran
ile Sünneti daha on (10) yaşında Kayınbabası ve Peygamberin amcasının oğlu, Allah’ın
Resulü Peygamberimizden öğrenen ve bunu en iyi bilen ve uygulayan kimsedir.
Peygamberimiz, Hz. Muhammed’in
damadı ve aynı zamanda amcasının oğlu olan Hz. Ali, “Kadir Hum” denilen
yerde kendisine Peygamber’den sonra, “İlk Halifelik” işaret edilen
kişidir.
Hz. Muhammed
vefat edince, Peygamberin cenazesi henüz kaldırılmamış, ortada dururken, Hz.
Ali ve yanındakiler de defin işleri ile uğraşırlar iken Hz. Peygamber’in
damadı ve yanındakiler olmadan, Hz. Ebubekir Halife seçiliyor…
Peygamber’in ölümünden hemen sonra
Müslüman Arapların birbiri ile savaşları başlar 717 yılında Ömer İbn i
Abdülaziz Halife olur…İki yıl sonra hastalanır yerine 719 yılında Yezid İbn
i Abdülmelik geçer. Yezid İbn i Abdülmelik ile Yezid ibni Mehlep’in
arası iyi değildir… Halifeliğe Yezid İbn i Mehlep’in oğlu olan Muaviye geçer.
Araplar, Hz.Muamed’in Kadir Hum denilen yerde 125 bin kişilik bir topluluk huzurunda Hz. Ali’nin Halifeliğini işaret etmiştir. Araplar makam itibar görme hırsı sebebiye Hz. Ali’nin Halifeliğini kabul etmediler. Yani Peygamber’e uymadılar ve sadakat göstermediler. Hz.Peygâmberin ölümünden sonra yanındakilere karşı, sürekli baskı uyguladılar. Bunun yanında “Sıffın Savaşı” başladı. Muaviye taraftarları mızrakların ucuna Kuran sayfaları geçirdiler. Hz. Ali ve taraftarlar bu şekilde savaşmayacaklarını bildirdiler. Halifeyi "Halkın" seçmesine karar verilir. Bunun üzerine, önce Ali'nin hakemi kürsüye çıkarak: "Ali ve Muaviye'yi görevden aldım." der. Muaviye’nin hakemi kürsüye çıkarak: Gördünüz Ali görevden alındı... Ben de (Parmağındaki yüzüğü gösterip): “Şu yüzüğü parmağıma taktığım gibi Muaviye’yi de Halife tayin ettim!..” demesiyle olaylar çığırından çıkar. Dindeki Meshep Ayrılıklarının ilk temeli burada atılmış olur. Küfe Mescidi’nde Hz. Ali’ye suikast düzenlenir. Olay sonrası şehit olur!..
Türk’ü: Arap ve Fars’a Feda Etme:
Türk’ü:
Arap ve Fars’a feda etme alışkanlığı, Sultan Murat Han’ın
oğlu Fatih ile başlamış (Fatih’in kendisinin de saygı duyup sevdiği) Türk Fazıl Tebrizi’yi, veziri Mahmut
Paşa’nın kıskanması sonucu, Fars Mevlânâ
Fahrettin Acemî ile anlaşıp,
tuzak kurdurmuş ve onu “Din Düşmanı, Sapık Fikirli” ilan ederek, odun
yığdırarak, halkın gözleri önünde alevlerin içinde yakmıştır! (Bu bağnaz, güya
Müslümandır ve Allah dostudur…)
İşte bu olay, Müslüman Ehli Beyit Türkler, için sonun bir başlangıcı olmuştur!..
Sünnilik, Hz. Muhammed’dîn vefatından seksen yıl sonra ortaya
çıkmıştır…
Arap Aristokrasisi temelli iktidarın; Şiilik ise Arap
olmayan muhalif Müslüman kesimin temsilcisi olmuştur. Şiilik,
Arap olmayan milletlerin eski dinlerinden özellikle Türklerin “Tek Tengri”
inancı ve uygulamasından daha çok etkilenmiştir. Hz. Muhammed’den 200
sene sonra Hadisler derlenmiştir.
Şii Mezhebi: 765 yılında, altıncı İmam Cafer es-Sadık'ın ölümünden sonra, yeni İmamın belirlenmesinde iki kola
ayrılmıştır. Birinci (1.) Grup, ana akım Şiî Gruplar: İmam Cafer es-Sadık'ın küçük oğlu Musa Kazım'ı, yedinci İmam olarak
tanımışlardır. Bu grup günümüzün On İki (12) İmamcılık koludur.
İkinci (2.) gruplar ise İmam Câʿfer-i Sâdık'in büyük
oğlu İsmâil bin Câ'fer el-Mûbarek'i yedinci imam
olarak tanımışlardır. İsmâil
bin Câ'fer el-Mûbarek'i tuttukları için de “İsmâililer” olarak adlandırılmışlardır.
“İsmaililik”, Yeni Platonculuk felsefesinden etkilenen, ezoterik bir mezheptir. Öğreti
açısından İslâm'daki en zengin, sistematik ve Felsefî Mezhep
olarak görülür.
Hurûfilik, Batınilik ve Ezoterizm üzerinde uzmanlaşmış Aytunç Altındal'a göre ise Tapınak Şövalyeleri ile Haşhaşiler
arasında, kendilerine has Ezoterik ve Batınî İtikatların
paylaşımında, pek çok ortak husus mevcuttu.
Ehli Beyit Türk düşmanlığı, Fatih ile
başlamış; Oğlu II. Beyazıt ile yayılmış; onun oğlu Yavuz Sultan Selim
ile kine ve kana bulanarak keskinleşmiş; onun da oğlu Sultan Süleyman’a
(Kânûnî) gelindiğinde, artık: “Türk” Sarayın Yönetiminden ve Devlet
Kadrolarından tamamen temizlenmiştir!.. Budan sonraki 350- hatta 400 yıl
“Türk!..” sözünden nefret edilir olunmuştur…
Türkler’in,
Devlet ve Saray’ın Yönetim Kadrosundan temizlenme işi tâ
ki Enderun Akademisi’ne Devşirmelerden: Bulgar, Sırp,
Hırvat, Boşnak, Arnavutlar ile birlikte; ancak ve nice yüz yıllar sonra, Türk
öğrencilerin de alınmağa başlandığı ve bu öğrencilerin mezun olduktan sonra
Devlet ve Saray Kadrolarında görev almalarına kadar devam etmiştir!.. Arap,
Fars ve Devşirme Kadroları Osmanlı Türkiye’sinde dört yüz (400) yıl Türkler’i
aşağılayarak ve ikinci sınıf vatandaş olarak görüp, yönetmişlerdir!..
Türkler’e uygulanan bu politika,
Türkistan Türkleri’nin büyük bölümünün dağıtılarak Araplaştırılması,
örf, adet gelenek göreneklerini yitirmesine yol açtı… Kadınların değişik
renklerde çarşafa girmeleri, yüzlerine peçe örtmeleri ve simsiyah elbiseler
içinde bir ucubeye dönüşümü bu devrede başlamıştır. Hatta Ali, Abdullah,
Ahmet, Mehmet, Mahmut, Muhammed, …vb. Esma, Fatima, Aişe, Amine,
Eslem, Gülendam, Hatice, …vb. isimler almaları veya koyma kendi
benliklerini unutturma, asimile etme, Arap Komutanı Yezit’ın
“Türkler’in kanını içme ve Kanının helâl olması fikri!..”, Türkistan
Politikasının, Osmanlı Türkiyesinde değiştirilmiş versiyonudur!..
Osmanlı Türkiyesinde ise durum
sırasıyla Fatih, II.Beyazıt, Yavuz Selim, Kanunî,
bu politika ve uygulamayı bilerek ve isteyerek yapmamışlardır. Acem ve Arap
Molalarca kandırılmışlardır. Allah korkusuyla aldatan ve Hakanların
etrafına kümelenmiş bu Acem ve Arap Mollalardan Fatih bile korkmuş, Yavuz
Sultan Selim döneminde, Halifelik ile birlikte: “Bugünün
Suriyelilerinin Türkiye’ye getirilmesi gibi” 2000 Molla ve Ulema Osmanlı Türkiyesi yurduna davet
edilerek getirilmiştir!..
Her istedikleri verilerek şımartılan; Acem ve Arap Mollalar, Şeyhülislâmlık Makamını elinde bulundurmak veya ona en yakın mevkilerde bulunmak imtiyazıyla, çağın çok çok ötesindeki geri kalmış düşünceleri: Bağnaz, tutucu, softa görüşlülük ile hareket ederek, Padişahlık makamına gelen her idareciyi yönlendirmişlerdir.
Yenilikçilere de “Gavur Padişah” ismini yakıştırmışlardır.
Böylece asıl teb’a “Türk’e”, Türk Milletine, her istediklerini
yaptırmışlardır… Bu durum bilhassa Yavuz Sultan Selim döneminde hız
kazanarak, Türk ve Türklük yerini Acem, Arap ve diğer
(Bulgar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut) Hıristiyanların Enderun’dan
mezun, iyi eğitim almış Müslümanlaştırılmış Devşirme çocukları Türk
Paşa, Vezir, Vezirazam ve Bürokratların yerlerini alarak, Saray, Devletin ve
üst derecedeki bürokrasi ve memuriyet görevlerinden Türkler’e el
çektirilmiştir. Türkler cahilliğe terk edilmiştir!
Kanunî devrinde ise ne Sarayın ne de
Devletin yönetiminde Türk’ten eser yoktur!..
Nice yüz yıllar (400
yıl) sonra; ancak Islahat Hareketlerinin başlamasıyla birlikte, Türk
öğrenciler de Enderun Akademisine girebilmiştir. Buradan mezun olup,
devlet kadrolarında yer alıncaya kadar, Türkler’in aydınları, Jön
Türkler (Yeni Osmanlılar, Yeni Türkler) grubunu oluşturabildiler… Siyasî
Teşekkülleri ise “İttihat ve Taraki Partisi”’dir… İşte bunlar Son
Osmanlılardır!..
(Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi,
Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Prens Sebahattin, Yusuf Akçura,
Doktor Nazım, Ağah Efendi, Ziya Paşa, Mustafa Fazıl Paşa, Mithat Paşa, Padişah
V. Murat, Padişah Genç Osman, Sadrazam Talat Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa,
Bahriye Nazırı Ahmet Cemal Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa,
İsmet İnönü, Fevziçakmak, Kazım Karabekir, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Vefik
Paşa, Yahya Kemal, Mehmet Âkif, Ziya Paşa, Şinasî…vb.)
Arap ve
Fars ulemalar, Türk halkına, Osmanlılık, Ümmetçiliği
benimsetmek için gereğinden fazla cebir, baskı ve yaptırımlar uygulamıştır. “Türküm”
demek yasaklanmıştır. Türk’e, Türk Milletine “İslâm Ümmetinden”, “Osmanlı
Milletinden”, “Padişahın Kullarından” olması dayatılmış, Allah’ın
kulluğu yerine “Kula Kulluk” yapması istenilmiştir…
“Türk”
olduğu ise unutturulmuştur. “Türk’üm” demek suç sayılmıştır. Türk’e
sen “Ümmetsin!..” denilmişti. Fars ve Araplar’ın asıl
amaçları da buydu. Müslümanlık adı altında, tarihî hadiselerde de
görüldüğü gibi milletleri katletmek ve asimile ederek Araplaştırmaktı…
Kendileri Arap, Fars’tı; fakat “Türk”, Türk değil Ümmetti!..
Hepimiz Osmanlı topluluğu (Tebası) idik; fakat Türk, Türk değil Osmanlıydı!..
“Türk”, “Türk” olmaktan korkar hale
getirilmişti! “Türküm” diyenler, karşısında: Çatık bir kaş, asık bir yüz, kaba
bir söz buluyor, aşağılanıyor, hakaret görüyordu… Türk
Milletinin fertlerine, “Türk” olmayı bir aşağılanma mevzuu yapmıştı. Türklüğünden
utandırılmış, “Türk”, Türklükten nefret eder hale gelmişti...
Selçuklunun
sonlarından, Osmanlının ise başından, “Hasta Adam” ilan edildiği
zamana kadar geçen, dört yüz (400) yıl, hep bu siyaset bu yol bu uygulama
büyük rağbet gördü!.. Padişahlara bu politika izlemesi bu politikayı uygulaması
öğretilmiştir!..
Arada bir tahta tesadüf eseri çıkan Türk gibi düşünen Padişahlar da sudan sebeplerle tahttan derhal indirilmiş veya bir ayaklanma sonucu feci şekilde öldürülmüştür!..
Türk Fazıl Tebrizi ve Fars Mevlâna
Fahrettin Acemî:
Uzun boylu ve iri cüsseli Fars
Mevlâna Fahrettin Acemî, Fatih’in yanında ve Saray’dan
sürükleye sürükleye getirdiği ve herkesin gözleri önünde, direğe bağladığı Türk
Fazıl Tebrizi’yi yığdığı odun ateşinde, kendi sakalı da tutuşmuş olduğu halde
vahşice yakıyor…
Bağnaz, yobaz ve tutucu Mevlâna
Fahrettin Acemî, “Bu yaptığını hoş gösterip bunu da halka
“Allah ve İslâm” adına yutturuyordu!.. Demek ki: “Allah ile aldatmak”
yeni değildi. Yıllardır kullanılan bir kılıf ve anlayıştı!..
Fars
Mevlâna Fahrettin Acemî gibi
yobaz Mollalar, Yavuz Selim, “Kutsal Emanetleri İstanbul’a
getirip Halifeliği üzerine aldıktan sonra” mızmızlanıp Peygamber soyundan
gelmeyen “Türk” bir Halife’ye razı olmuyorlardı, çünkü bir Arap’ın
gözünde Türk bir “Mevâlî” idi.
Arap ve
Fars Dili ile yüksek din ve fen derslerini çok iyi bilen Yavuz Sultan
Selim Arap ve Farslar ile anlaştı! Arap ve Fars iki bin (2.000) Molla
ve Ulemâ’yı ülkeye getirttiyor… Bunları:
Mal, mülk, para ve makama boğuyor… Böylece Türkler; ikinci,
giderek üçüncü hatta dördüncü plana itiliyor. Türkler,
Saray’ın ve Devletin yönetim kadrolarından temizleniyor, Türk Devletinin
Türksüzleştirilmesinin önü, Saray’a yerleştirilmiş Acem ve Arap Molla ve
Ulemalar ile açılmış oluyordu.
Saray Yönetimi ve Devlet Kadrolarından
Türk’ün Kovulması:
Sonra ne oldu? Arapça, Farsça
ve Türkçe karışımı "Osmanlıca" denilen bir
dil doğdu. Artık Türkler olarak “Türk” değildik! Osmanlıydık. Sabah okullarda “Padişahımız çok yaşa!”
diyorduk! Padişah’ın kulları olunmuştu… Türkler, Allah varken bir insana
kul olmuşlardı. “Kula kulluk yapıyorlardı!..”
Arap’a Arap; Arnavut’a Arnavut;
Fars’a Fars; Rum’a Rum; diyebilir; fakat Türk’e Türk denilemezdi… Yasaktı!..
“Osmanlıyız!” demek mecburiyeti vardı…
Han, Hakan,
Katun (Hatun) isimleri dahi değiştirilmişti (Padişah, Sultan). İsimleri
alınmıştı. Din adına sevap kazanacağız, hayırlı olacak ve dine uygun olacak
diye ne kadar Arapça isim varsa, çocuklara koydurdular. Arap ve Acem
olabilmek için her şey yapılmıştı. Sanki konulan isimlerle birlikte inancımız
güç bulacak, değiştirecekti?.. Öyle de oldu… Kuran okumayı bilmiyorduk; fakat
nerede bir Arap harfli yazı bulsak duvara asıyor, en kıymetli
yerde saklıyorduk… Osmanlı Türkiyesi’nde halkın ancak % 2 veya 3’ü
okuma yazma biliyordu. Aslında biz kara
cahildik!.. Kara cahil kalmak için ne gerekiyorsa yapılmış, kara cahil
bırakılmıştık…
Din ve Milliyet bir
sayılıyordu ve biz Türkler, “Türk” değil Ümmettik!..
“Vatan” sözü
yasaklanmıştı. Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” Piyesi
sahnelendiğinde yer yerinden oynuyordu. Namık Kemal, Kıbrıs adasında bir
şehir olan Magosa’ya “Sürgün” ediliyor.
Halk ilk kez “Vatan” sözünü o
piyeste duyuyor… Millî bir duyguya sahip olarak. “Türk” olduğunu
öğrenip, anlıyordu!..
1603
yılında: Ehlibeyt Türk Tekkeleri yasaklanıyor. Yerine Halid i Nakşi,
Kürt Tekkeleri kuruluyor…
Türkçe ve Türk Milleti köşeye
itiliyor…
“Türk: Kaba ve yabani” oluyor.
1919-1920
yıllarında Şeyhülislâmlık makamında bulunan Mustafa Sabri Efendi
Türk, Türküm, Türkçüyüm diyenlere: “Soysuzlar” diyordu!.. Daha
da ileri giderek: Türklüğünden istifa ediyor:
“Yalnız Müslüman ve insan kalmak
üzere, Türklükten, şeref ve izzetimle istifa ediyorum… Allah’ın huzurunda (…)
Tövbe Yarabbi Tövbe Türklüğüme!.. Beni Türk Milletin’den addetme” diyordu. Bu
adam da Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi’nin Şeyhülislâmıydı… İnsanların
kendi mensubiyeti, ırkına bu derece nefret ile bakması, iğrenilecek duruma
getirilmiş olmasını Fars ve Arap Mollaların nasıl başardıklarına şaşmamak elde
değil!..
Halka: “Biz Türk değil miyiz?” diye
sorulduğunda ise “Estafirullah!” diye karşılık veriyorlardı… “Türk”
kelimesinden ürküyor, “Türklük” ten çekiniyorlar, “Türk” olarak
ifşa edilip açığa çıkarılmaktan korkuyorlardı!..
1913 yılında
yazdığı kitapta, Prof. Dr. Ahmet Naim:
“Türk’ün geçmişini bilmesine,
öğrenmesine hiç lüzum ve ihtiyaç yok!.. Gerekli olan Şeriatı öğrenmektir!” diyordu.
İslâm Ümmetinden ve Osmanlı
Milletinden idik…
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki
biz Türk’tük, bu Ordu Türk Ordusuydu, Türklük için
savaşıyorduk!..
Yavuz döneminde,
Alevî Bektaşi Türkmenleri de “Kızılbaş” olmuştu…
Fatih’in
oğlu Beyazıt, onun oğlu Yavuz Selim, onun oğlu Kanuni'ye
gelince kadarki zamanda, bu değişim en doruk noktaya ulaştı...
"Türk"
Aşağılandı horlandı. "TÜRKÜM" demekten utanır olduk.
Korkumuzdan "Ben Türküm!..” diyemedik.
"Enderun Akademisi" Bulgar,
Sırp, Hırvat, Boşnaklar, Arnavutlar’a açık; ama 1850’lilere
gelinceye kadar Türkler’e kapalıydı… Türkler, cahil bırakılmıştı… Asker
ise bütün savaşları kaybediyordu…
1480 yıllarından, taa 1830'lu yıllara, tam
tamına üç yüz elli, (350-400) yıl "İttihat ve Terakki Ekibi", Jöntürkler
(Yeni Osmanlılar) Enderun’dan mezun olup Devlette görev alıncaya kadar sürdü…
Dört yüz (400) yıl Türksüz geçen zaman içinde, Osmanlı Sarayında
ve Osmanlı Devlet Kademelerinde "TÜRK" yoktur!..
"Türkler",
Saray yönetiminden ve Devlet yönetiminden sökülüp alınmıştı... Saray’ı ve
Devleti, Enderun Akademisinden mezun: Bulgar, Sırp, Hırvat, Boşnak,
Arnavut Devşirmeler, Gayri Müslümlerin Müslümanlaştırılmış çocukları
yönetiyordu!..
Savaşarak ve kanıyla sulayarak aldığı
ve her metrekaresinde yirmi beş (25) Türk’ün yattığı bu topraklarda Türk:
“Yabani ve Dağlı” idi!.. Görüldüğü yerde öldürülürse: “Kanı helâl!”
idi…
Bugün “Türk” ve “Türkçülük”
idealini temsil ettiğini söyleyen siyasî liderler, Türk Milletinin
önderi Atatürk'e ve onun savunduğu:
"Benim en büyük övüncüm TÜRK
olarak doğmuş olmamdır!"; Muhtaç olduğun kudret
damarlarındaki asil kanda mevcuttur!; Ne mutlu Türk’üm diyene!”; “Ey
Türk yüksel! Senin için yükselmenin hududu yoktur!..” derken, bir başkası
da: “Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanı… diye devam eden “Millî And”
ımızı kaldırarak: “Hergün Türk’üm demekle Türk olunmaz!..”, “Bana Türklük
ile de gelmeyin!”, “Milliyetçiliği ayaklarımın altına alıyorum!”
diyenlerle, aynı safta yer almayı öğünç ve iftihar kaynağı görüyordu…
Atatürk bir dâhiydi, gelmeden önce geleceği
görebilecek kadar uzak görüşlüydü. O yine yüz (100) yıl öncesini görmüş ve tam
da bugünler için uzak görüşlülükte bulunarak şu sözleri söylemişti. İşte bu söz,
sözümüzün delili ve en büyük kanıtıdır; ancak biz atamızın bu sözünü yabana
attık!.. Sözünü dikkate almadık! İşte biz bugün bu hatamızın cezasını misli ile
çekiyoruz!...
“Başımıza getireceğiniz insanların kanındaki cevheri
asliyi tahlil etmekten bir an bile feragat etmeyin!..”
“Ey Türk Gençliği!..”
diye
başlayan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi’nde en güzel bir
şekilde ifadesini bulmuştur!..
1480-1830
arasında geçen (350-400) yıllık “Ümmet ve Osmanlıcılıktan”
ders almamış olanların, Türk ülkesi Türkiye’yi yeniden Türksüzleştirmeye
kalkışmalarına gözünüzü kapayamaz, yapılanları görmemezlikten gelemezsiniz…
Burası yol geçen hanı olur ve Türklerin
Vatanı göçmenler ile dolarsa ve Yavuz’un: “Arapve Fars Mollalar,
Cemaatler, Şeyhler, Şıhlar…ve benzerlerinin el üstünde tutulduğu döneme” dönerse,
bir dört yüz (400) yıl daha (Yeni Osmanlılar) Atatürk ve Arkadaşları
gibi Türkler’in gelip Türk’ü kurtarmasını beklemek zorunda
kalırsınız!..
Geçmişten, 2022’ye Gelindiğinde Türk
Devletindeki Politika:
“Türk’üm!” diyen “AND”ımız
kaldırılır. TC. levhalardan ve resmi yazışmalardan silinmek istenir. “Türk
ve Türklüğe” cephe alınır. Atatürk ve
arkadaşlarının yaptıkları önemsizleştirilmek ve unutturulmak istenir. Atatürk’ün
yaptığı İnkılâplar rafa kaldırılır. İstiklâl Savaşı Kahramanlarına küfredilir,
“İstilâl Savaşı” yok sayılır, bir sümüklü akıl yoksunu: “Keşke Yunan
kazansaydı!..” der; TBMM Başkanlığına kadar yükselmiş zat, İstiklâl Savaşı ve
Düşmanları kabul etmezse, ülkede Türkler ya yok veya çok azınlıkta kalmış
demektir!..
Ülkeye bolca göçmen doldurulur, etnik
unsur çoğaltılarak “Türk Nüfusu” azınlığa indirilmek istenir.
Osmanlıda olduğu dönemler gibi: "HAK,
HUKUK, ADALET" rafa kaldırılmış; rüşvet iltimas, yolsuzluk,
hırsızlık, başını alıp gitmişti.
O dönemde de sadece "Türk"
halkına revâ görülerek Türklere yüklenen, ağır vergi yükleri sebebiyle, her
gittiği yaylada, bir miktar hayvanını vergi olarak bırakarak geriye
dönüyorlardı... Bu sebeple Türkler akın akın Azerbaycan, İran'a Şah İsmail'e
sığınır olmuştu...
Bugün farklı adlarla Türkiye’de 532 çeşit vergi ve ceza ödüyoruz:
II. Beyazıt Döneminde:
Rüşvet, iltimas adam kayırma, makam ve mevkilerin para karşılığında satılması;
hak, hukuk ve adaletsizlikte, gelinen nokta, halkı tedirgin ediyordu...
Tımar Sahibi Beyler
de durumdan hiç hoşnut değillerdi. Şikayetlerini gelip İstanbul ve Erdebil'deki
Bektaşî Dergâhına iletiyorlardı... O devrin ulularından Şair Fuzûlî
de Osmanlının hizmetine girmiş, Sarayda okuduğu kasidelerle, Padişahın
gönlünü kazanmıştı. Bu sebeple Fuzûlî'ye dokuz (9) Akçelik Maaş
bağlanmıştı.
Fuzûlî, Evkaftaki Dokuz
(9) Akçelik Maaşını almaya gidince, devlet çarkının rüşvetsiz, işlemediğini
görmüştü... Böyle bir durum karşısında, maaşını alamamış olmanın hüznü ile
evine, eli boş olarak dönerek, köşesine çekilmişti...
Fuzûlî,
durumu anlatan, Padişah'a yazdığı "Şikâyetnâmesinde":
“Selam verdim, rüşvet değildir deyu
almadılar.
Hükmü (belgeyi) gösterdim,
faydasızdır diye iltifat etmediler.
Başka bir tarihçi de Osmanlıda
ayyuka çıkmış rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, hak, hukuk ve adaletsizlikte
gelinen noktayı anlatırken:
"Devlet-i Ali Osmaniye'de:
Terfi i temayüz ilim ile olmaz!
Ya olacak, kuvvetli iltimas;
Ya olacak, madeni has...
Ya da olacak, ten ile temas... "
demektedir.
İşte, Bektaşî Tekkesi, Türkmen
Yeniçeri Askerleri ve Yeniçeri Ağaları böyle rüşvetlerle kendilerine
verilen Tımarların (toprakların), ellerinden alınarak, Devşirmelere, rüşvet
karşılığında satıldığından şikâyetçiydiler...
"Enderun Mektebi"nden
yetişmiş ve üst makamlarda yüksek maaşla görevlendirilmiş Devşirme Ağalara,
Devşirme Paşalara ve Devşirme Vezirlere, yine rüşvet karşılığında verilmesi
sebebiyle, şikayetçi olup isyandaydılar. Şair Mesihi, o dönemdeki Türk
olanların durumunu:
“Mesihi, gökten insen, sana yer
yok!..
Yürü, var gel: Ya Arap'tan ya
Acem'den!..” diyerek çok güzel bir şekilde
anlatır.
İşte bu sebeplerle Türkmen
Yeniçeriler, Saraya yürüyorlar ve Padişaha:
«Bizim Tımarlarımız (Toprak) alınıp
Devşirmelere veriliyor.
Üst makamlara hep Devşirmeler
atanıyor?..
Biz fakirleşiyoruz, onlar
zenginleşiyorlar.
Biz Türkmeniz! Türküz!..
Bu topraklar bizim.
Sarayı, niçin Devşirmeler
yönetiyor?
Sarayı ve Devleti yönetmek bizim
hakkımız!" diyorlardı...
Padişah II. Beyazıt:
Yeniçeri Bektaşi Türkmen Ağalarının
tamamına yakını değiştirildi...
Görevlerinden alınan Bektaşî
Türkmenlerinin yerine, Enderun Mektebi'nden yetişmiş ve her biri
14-16 yıl eğitim görmüş Devşirmeler: Yeniçeri Ocağı Ağalığı, Paşalık
ve Vezirlik Makamlarına atandılar...
Osmanlının, Yeniçeri Askerî
Ocağının tamamına yakını Alevî veya Sunî Bektaşî Tarikatı Mensubu
Türkmenlerdi… Bunlar komutanlarının değişmesini ve Devşirmeler tarafından
yönetilmeyi kendilerine zül sayıyorlar ve bu aşağılanmayı bir türlü
hazmedemiyorlardı… Bundan sonraki zamanda da Yeniçeriler içinde
homurtular, sesler ve isyanlar ayyuka çıkmış, dinmek bilmiyordu...
Bugün Türkler, Türkçe
konuşmasını bile Hülâgü Han'a borçludur. Bağdat Seferi olmasa; Anadolu
Türklüğü tamamen Araplaşacak veya Farslaşacaktı.
Tarih yazanlar; hiçbir zaman tarihi
yapanlara, sadık kalmadığı için birçok şey göz ardı edilir. Örneğin:
Arap
Kuteybe Bin Müslim: Vilat, Talkan ve
Curcan’da katlettikleri yüz binlerce Türk’ün adı bile anılmaz. 24
km yol boyunca çeşitli işkencelerle öldürüldükten sonra ağaçlara asılarak
katledilen Türkler’dan hiç bahsedilmez.
Hülâgü Han'ın
bir özelliği de bilim adamlarını sevmesi ve korumasıdır. Nesredin Tûsî’yi
hapisten çıkarmış ve araştırmalarını yapması için ona her türlü imkân
sağlamıştır.
Böylece,
Türk katliamlarının öcünü aldığını söylemiştir…
Dünden Günümüze Değişmeyen
Tavır ve Davranışlar:
Fatih (1451-1481); oğlu II.Beyazıt
(1481-11512); oğlu Yavuz Sultan Selim (1512- 1520); oğlu Kanunî Sultan Süleyman
(1512-1566) döneminde de Türk Sarayın yönetiminden
ve Devlet kadrolarından tamamen temizlenmiştir. Bu dört yüz (400) yıl devam etmiş, İlk Islahat
Hareketlerinin başladığı Lale Devri ve sonrasına kadar devam etmiştir.
III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmut
(1808-1839) Dönemlerindeki askerî ve yönetimde getirilen ıslahatlarla
(yenilikler) hız kazanmış ve Tanzimat Dönemi (1839) Islahatları ile genişleyerek
devam ettiği döneme kadar Devlet ve Saray Kadrolarında “Türk”
ten söz etmek mümkün değildir!..
1839 Tanzimat Dönemi’nden 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluna
kadar geçen seksen dört yıl (84) Jön Türkler ve siyasî uzantısı İttihat
ve Terakki Partisi ve devamında Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 2923’te kuruluşu
ile Türkler tekraren hürriyetine kavuşarak yepyeni bir devlet
kurmuştur… 1923-1938 Atatürk ve Arkadaşlarının kurduğu on beş (15) yıllık genç
ve zinde Türkiye’de çok büyük hamleler ve yenilikler yapıldı. Bu da Atatürk’ün
1938’de ölümü ile gerileyen ve 1950 yılında NATO’ya üyelik, ABD’ne verilen
Amerikan Üstleri ve alınan MARŞAL YARDIMLARININ Ali Adnan MENDERES
Hükümeti ve Türkiye’ye diz çöktürme hareketi Atatürk Türkiye’sinin ileri
hamlelerine ABD güdümüne girerek tuzak kurdu!.. Türkiye Cumhuriyeti tam
anlamıyla Türk’tü, Türkçüydü. Atatürk’ün ölümün sonrasında otuz bir (31) yıl
Türk kalabildikten sonra, İslâm adı altında Ümetçiliğe adım adım
zorlandı; ve nihayet 2022’ye geldiğimizde Türk Devleti Türk olanların elinden
çıktı…
Kapatılan Tekke ve Zaviyeler’in yeniden açılmaya
başlanması, Tarikat ve Cemaatlerin önünü açma, giderek holdinkleşen Cemaat ve
Tarikatlar, Deletin en önemli yerlerini ele geçirdiler. Kendilerince bu “Kafir”
devlette yağma ve talana başladılar. Herşey mübahtı ve bunlar Müslümandı!.. 15
Temmuz 2015’te “Kalkışması Harekâtı” ile darbe yemiş gibi olsa da 2022’de
tam anlamıyla devlettir yönetir oldu!..
Menderes Hükümeti’nin tekraren Nur Cemaati Lideri Said’i Nursi’nin
meydanlara çıkması, ile başlayan Tarikat,
Cemaat, Siyaset, Ticaret İlişkisi, otuz (30) yıl boyunca Süleyman
DEMİREL’e, on beş (15) yıl boyunca Turgut ÖZAL’a; beş-altı (5 -6)
yıl da Milliyetçi Cephe Hükümetlerine, yirmi bir (21) yıl boyunca da Recep
Tayyip ERDOĞAN’a iktidarlarına, yapılan seçimleri, altın tepsi içerisinde
sundu… 80 yılda Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlattığı ve tamı
tamına Mustafa Kemal Atatürk’ün on beş (15) yıllık iktidarında
gösterdiği, muassır (çağdaş) medeniyet yolundan saparak, Türkiye Cumhuriyeti’ni
Ortadoğu’nun pısırık, kaderci; akıl, mantık ve bilimden yoksun; kötürüm
devleti olma batağına sapladı…
Türk Gençliği olarak:
Tarihimizin, kadar, her şeyine sahip çıkacağız. Türk çocuğu; kendi soyundan
binlerce kahramanın çıktığını bilecek, Türk olmanın gururunu yaşayacak!
Ulu önder Atatürk’ün
dediği gibi:
“Başına getireceği yöneticilerin,
kanındaki cevheri asliyeye dikkat etmelidir.
Ey Türk yüksel senin için yükselmenin
hududu yoktur!..
TÜRK BUDUR:
“YILDIRIMDIR, KASIRGADIR, DÜNYAYI
AYDINLATAN GÜNEŞTİR!..”
KAYNAKLAR:
Nasıl Müslüman Olsuk- Erdoğan AYDIN, Kırmızı Yayınları
Tarihimizle yüzleşmek, Emre KONGAR-Remzi Kitabevi
AHalaçoğlu, Yusuf. “Fersah”. Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi. 12: 412. Ankara: TDV Yayınları, 1995.
Ahmet Lütfi Kazancı, “Haccâc b. Yûsuf es-Sakafî”, UÜ
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, IV/4, Bursa 1992, s. 117-127.
Kitapçı, Zekeriya. İlk Müslüman Türk Hükümdarları. İstanbul:
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1988.
Lewis, Bernard. Tarihte Araplar. Trc. Hakkı Dursun
Yıldız. İstanbul: Anka Yayınları, 2000.
http://cuid.cumhuriyet.edu.tr/tr/pub/issue/36586/417935
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ha%C5%9Fha%C5%9F%C3%AEler
https://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Menkibeler/Meshurlarin-Son-Sozleri/Detay/Haccac-i-zalim-Yusuf-es-Sekafi/845
https://sorularlarisale.com/haccac-i-zalim
https://arkeofili.com/karahan-tepede-gobeklitepedekilere-benzemeyen-kesifler/
https://www.google.com/search?source=univ&tbm=isch&q=%C5%9Eanl%C4%B1urfa+G%C3%B6bekli+Tepe+hayvan+fig%C3%BCrleri,+Karahan+(Ke%C3%A7ili+Tepe)+insan+fig%C3%BCrleri&fir=F-pZxAnwo3zloM%252CW3sXrBF5CBxUsM%252C_%253BqpdDV--If8Z4jM%252Cu4r2u0_Dq-uoGM%252C_%253BK_dxNZ47Ww2e9M%252Cu4r2u0_Dq-uoGM%252C_%253Bsh1Cg1urFPK-xM%252CgBWG0raW_tFPgM%252C_%253BHqias9mJzb6RLM%252Cnw8QTBeZhDId6M%252C_%253B7qLrcIpa-L92NM%252Cu4r2u0_Dq-uoGM%252C_%253BmsrRMpnEnKVPmM%252CoiFwAlkWwnpITM%252C_%253BDJRk9-JASdzC_M%252CoiFwAlkWwnpITM%252C_%253BOH6XlShS67ltAM%252Cnw8QTBeZhDId6M%252C_%253BikSP8COGsm-VXM%252CR7hTi7Bo7R9IRM%252C_&usg=AI4_-kRl1ZpqgFQgS1TLyEvLhTzrot8XBw&sa=X&ved=2ahUKEwjW9Nbqmfv5AhVDYPEDHSyUBgYQjJkEegQIAhAC
https://m.facebook.com/TheNewYoungTurks/photos/t%C3%BCrkler-nasil-m%C3%BCsl%C3%BCman-oldu-kili%C3%A7-zoruyla-mi-yoksa-isteyerek-miarap-ordular%C4%B1n%C4%B1n-/468321736623317/
https://www.google.com/search?q=T%C3%BCrkiye%27de+vatanda%C5%9Ftan+ka%C3%A7+%C3%A7e%C5%9Fit+vergi+al%C4%B1n%C4%B1yor%3F&ei=9mDrYsKjKICGxc8Pu-mQkAo&ved=0ahUKEwjC9q7Cwaz5AhUAQ_EDHbs0BKIQ4dUDCA4&uact=5&oq=T%C3%BCrkiye%27de+vatanda%C5%9Ftan+ka%C3%A7+%C3%A7e%C5%9Fit+vergi+al%C4%B1n%C4%B1yor%3F&gs_lcp=Cgdnd3Mtd2l6EAMyBwghEKABEAoyBwghEKABEAoyBwghEKABEAoyBwghEKABEAo6FAgAEOoCELQCEIoDELcDENQDEOUCOhEILhCABBCxAxCDARDHARDRAzoLCAAQgAQQsQMQgwE6CAgAEIAEELEDOgQIABBDOg4ILhCABBDHARDRAxDUAjoICC4QsQMQgwE6FAguEIAEELEDEIMBEMcBENEDENQCOg4ILhCABBCxAxDHARDRAzoLCC4QgAQQsQMQ1AI6CgguELEDENQCEEM6BQgAEIAEOgUIABCxAzoECAAQDToGCAAQHhANOgYIABAeEBY6CAghEB4QFhAdOgQIIRAVSgQIQRgASgQIRhgAUABYx50BYOyiAWgBcAF4AYAB-wGIAc47kgEGMC40Ni4zmAEAoAEBsAEIwAEB&sclient=gws-wiz
https://www.google.com/search?q=Ben+Arab%C4%B1m%2C+T%C3%BCrk+de%C4%9Filim.+Bundan+da+grur+duyuyorum+s%C3%B6z%C3%BCn%C3%BC+s%C3%B6yleyen+siyaset%C3%A7i+kim%3F&oq=Ben+Arab%C4%B1m%2C+T%C3%BCrk+de%C4%9Filim.+Bundan+da+grur+duyuyorum+s%C3%B6z%C3%BCn%C3%BC+s%C3%B6yleyen+siyaset%C3%A7i+kim%3F&aqs=chrome..69i57.40115j0j4&sourceid=chrome&ie=UTF-8
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder