19 Nisan 2017 Çarşamba

İSTİKLÂL MARŞI’NIN MÂNÂSI, Abdullah Çağrı ELGÜN

İSTİKLÂL MARŞI’NIN MÂNÂSI
 Abdullah Çağrı ELGÜN

Mehmet Âkif gibi demir iradeli, sağlam karakterli, geniş kültürlü büyük bir iman adamı yetiştirmiş olmamızı çekemeyenler çoktur. Âkif, eğer “Bülbül” şiirini, “Çanakkale Şehitleri”ni ve  “İstiklâl Marşı”nı söylememiş olsaydı, bugün muazzırları ona hücumu belki de lüzumsuz görürlerdi.
Büyük bir milletin,  dinî ve imanı, ebediyyen ayakta tutacak kudreddeki böyle şiirlerdir ki Âkif’in üzerine şimşekleri çeken dili, sanatı ve iman âbideleri olmuştur.
Millî ve dinî terbiyesini müsbet ilimle bütünlenmiş; iki Doğu bir de Batı dilini ana dili gibi öğrenmiş ve sağlam vasıtalarla, geniş bir kültür tefekkür seviyesine ulaşmış, bu yılmaz ve yorulmaz şaire atılan,iftiraların asıl hedefi budur.
Âkif’e doğru bir birlerini iterek koşan kin ve garez dağları, onun, sanat ve iman dünyamıza dikilmiş manevî heykellerin, dizlerine bile çıkmış değillerdir. İğrenç pisliklerin, kendine saldıran dalgaları, bulanık ve köpürtmüş de olsalar bile  arındırır ve yine temiz kalırlar…
Milletleri millet yapan milletin büyük adamlarını, o milletin genç nesillerinin gözlerinden düşürmek, maddî ve manevî en eski ihtilallerin en eski taktiğidir. Bu taktik hemen hemen her memlekette en geç mağlup olur; fakat yine de düştükleri yerde yangın çıkarmasını bilir.
İstiklâl Marşı’nın her fırsatta, her millî heyecan ânında, coşkunlukla söylenen ölümsüzlüğü, Âkifdüşmanlarını mağlup eden hadiselerdir. Onun üzerine en çok şimşek çeken şiiri,  bu “İstiklâl Marşı” şiiridir. Millî vicdanlara yerleşmiş bu manzumeyi ne yapıp yapıp değiştirmek isteyişlerinin de asıl sebebi budur. İstiklâl Marşı güzeldir, orijinaldir. Milleti millet yapan tümdeğerleri içinde barındırmaktadır.Bu Marş, Türk ve Müslüman milletin millî vicdanına çok yakışmıştır. Bu güzellik önce onun sağlam ve yüksek mânâsındadır. Bu mânânın her bakımdan çok incelmiş, çok yükselmiş, güzel ve âhenkli, gür sesli bir Türkçe ile milletin haykırışıolmasındadır.
İstiklâl Marşı konusunda bilenler ve hatırlayanlar olacaktır ki 1950li yıllarda İstiklâl Marşına bir hücum kampanyası atılmıştı. Bu Marş’ın bilhassa ilk iki mısrâsı, mânâsızlık ve mantıksızlıkla suçlanıyordu…
Bir Millî Marş’ın başında nasıl olur da Türk Milletine: “Korkma!” denebilirdi? Bu millet esasen korku bilmez millet idi.  Hele hele: “Şafaklarda yüzmek” şafaklar gibi gittikçe ağarması, aydınlanması mukadder bir doğuş zamanını, sönme kabusu ile birleştirmek, ne büyük bir mantıksızlıktı?..
Hücumlar, gün geçtikçe tam bir saygısızlık ölçüsü alıyordu. Bu Marş’ı çok seven, onu anlayan, yıllar yılı onunla heyecanlanmış, hatta onunla İstiklâl kazanmış bir milletin çocuklarına bu “Marş” kötüleniyordu…
28 Ocak 1950’de Hürriyet Gazetesinde bir yazı çıktı. Adı “İstiklâl Marşı”nınMânâsı” idi. Bu yazı “Hayır!” diyordu. “Yanılıyorsunuz. Bu Marş sizin sandığınız gibi mânâda  ve mânâsızlıkta değildir. Aksine, Türkçenin bütün inceliklerini bilen bir şair tarafından, tam bir lisan sağlamlığı içinde söylenmiştir.”Aynı zamanda, bu karşı iddia, isabet diyor. Bunun içinde kelimelerin bilinmesi için zarurî mânâları veriliyordu…

Bu yazı, İstiklâl Marşı’mıza olumsuz yönde yapılan tehdit ve kampanyaları bir müddet susturdu. Aradan geçen on altı yıl(16) zaman geçti.. Zaman, yine yıkıcı emellerin kafasını karıştırdı ve onun kafasına işledi. Bu zaman içinde en şiddetli yıkılan âbide, Türkçe oldu. Yıkıcı ve uydurmaca dil akımı Türkçe, anlaşılmaz ve kavramlar bolluğu içinde anlamsızlaştırmağa, bir kelime için, nerede ise beş altı, hatta yedi sekiz, on karşılık ve aynı anlam ile ifade edilir oldu. Türkçenin yalnız kelimesi değil, Türkçenin cümlesi de allak bullak oldu. Türkçenin bütün mantığı, tartaklandı, didik didik edildi. 
Bu arada İstiklâl Marşı da bir başka dille söylenmiş gibi, günün tartaklanan didik didik edilen “Uyduruk Türkçe” günün Türkçesine uydurulmaya çalışıldı. Bugün bu âbideMarş’ı en mühim mısraların mânâsını tekrar aydınlatmak; ve daha izahlı anlatmak, mühim vazife vazgeçilemez bir görev oldu. Bu sözler şimdi o mühim ve vazgeçilmez vazifeyi yerine getiriyor.
Her dilin, bir takım söz ve söyleyiş incelikleri vardır.Dilin dehasında ve asırlarca işlenmesinden doğan ifade sırları vardır. Dillerde anahtar kelimeler vardır ki mânâsı nice izana kapalı cümlelerin ve mısraların hazinesini açar. Bunun için o dildeki umumîuslûbu, dilin yapısını, cümle ve mısra mimarisisini, kelimelerin tarihini, kısaca o dili, iyi bilmek gerekir. Böyle bir bilgi, bilhassa o dili öğrenme yaşında ve durumunda olanlara hususi bir yöntem ve usulü dairesince öğretilir. Bunun ilk şartı, metodu bilmek ve onun işleyiş yapısına büyük kıymet vererek, bozmadan yozlaştırmadan, bilerek yetiştirmektir.
Diller, asırlarca en çok, ses bakımımdan güzelleşip tekamül ettikleri içinde okumanın, diğer büyük bir şartı da kelimelerden yükselen sesi duymaktır. Türkçe bu görüş ve anlayışla okunduğu taktirde, İstiklal Marşının kapalı, hatta manasız sanılan nice mısraları, güneş ışığında pırıl pırıl parıldayacaktır. Bir mektepte okumadıkları halde, Türk saz şairlerinden mâni, koşma, destan ve türkülerden yükselen sesi duymaya alışık oldukları için, okumamış Türk halkının böyle sözlerdeki, mânâyı sezmeleri, çok defa okumuşlardan daha sağlam bir irfan temeline dayanır.
İstiklal Marşı 1921 yılında yazılmıştır. Bu tarihte Anadolu’nun nice şehirleri düşman işgalindeydi. Muazzam bir imparatorluğu, dört yılda kaybeden Türk Milletinin İstiklâli tehlikedeydi. Yunanlılar, Batı Anadolu’da ancak Yunan Ordusuna mahsus, vahşi bir hareketle ilerliyorlardı. Türk orduları henüz derlenip toparlanmış değillerdi.
“Garbın âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.”
İnancıyla doluydu. Türk askerinde bu millî ve dinî inancı, imanı o, daha Çanakkale Şehitleri için söylediği âbide şiirin duyguları ile dolup taştığı zamanlarda görmüştü.
İstiklâl Harbi başlayınca, belki de en Müslümanımız oydu. O bu kadar dolu ve azimli, kararlı ve hınçlı olarak Âkif, Halifenin emrini Şeyhülislamım fetvasını dinlemeyerek Anadolu’ya koştu…İstanbul’dan Ankara’ya kadar hemen hemen yere yürüyerek gitti. Giderken de inandığı ve güvendiği milletini daha yakından gördü.Her yerde onu coşturacak sözler söyledi. Minarelerde ezan okudu, Camilerde hutbeler okudu, vaazlar verdi. Aynı günlerde vatan topraklarını adım adım dolaşmaktan doğan bir cesaretle bu topraklara:
“Ey benim, her taşı mâbed-i iman yurdum!
Seni er geç bana verecek Mabudum!...” diye seslenerek, yollarda gözyaşı dökmekten geri durmadı.
Sonra Bursa işgal edilip düşünce, “Bülbül” şiirini yazdı. O zaman  ruhanî bir fetih ve kuruluş şehrinin Camiler, ve Türbeler diyarının, düşmanın eline geçmesi yürekleri parçalıyor ve gönülleri perişan ediyordu. Üstelik bir Yunan Subayı Bursa’da Sultan Osman’ın Türbesi içerisinde Kabirine çizmeleri ile basarak: “Ey Osman kalk da evladını kurtar!..” gibi sözlerle aşağılamış, Osmanlı devletinin kurucusuna hakaretler yağdırmıştı. Böyle bir ıstıraptan doğan “Bülbül”şiirinde, yalnız ıstırap ve sıkıntı değil, büyük ve eşsiz Türkçenin sızlanışları ağlayışları ve göz yaşlarındaki incilerde büyük bir matem vardı. “Bülbül”şiirde Türk dilinin canlılığı hareketliliği ve aynı zamanda işlekliği sanki canlanmış da Türkçe ağlıyor gibi Türkçenin ıstıraptan inleyen sesi duyuluyordu:
“Eşin var aşiyanın var, baharın var ki beklerdin,
Kıyametler koparmak neydi ey, bülbül nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun, bir semavî saltanat kurdun,
Cihanın hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun!..
Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hanümanın şen, için şen, kaninatın şen.
Neden, öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?..
Niçin, bir kadrecik gönlünde, bir ummman huruşandır?..”
Gibi mısralardan yükselen hüzünlü sesleri fark ederler; ve hemen duyarlar ki bu mısralarda bülbülün figanıyla kelimeler ağlıyor, mısralar coşuyor ve şiir fırtınalara ve kasırgalara tutulmuşçasına feryat ve figan içindedir.  Bu söyleyiş, “Büllbül” şiirini meydana getiren mısralarındaki:“-ın, -in,-un, -ün,” seslerinin ahengindendir.
Türkçenin sırlarından olan, böyle aliterasyonların bir birleri ardı sıra gelip sıralanması, ancak dilin dehasını kelimelerin güç ve kuvvetini kavramış, büyük şairlerinin eserlerinde tezahür edebilecek bir mashariyettir.
İşte Türkçeyi bir şehrimizin kalbi için böylesine inleten bir büyük şair, bir gün bu milletin ve bu vatanın istiklâli için, şiir söylerken, bu şiir de elbet o ulvi heyecanı yakışacaktı. Nitekim öyle de oldu: O günlerin ıstırabı sonsuzdu. Millet kan ağlıyordu. Bakışlar nerede bir al görse şiddetle ürperiyor, her alı albayrak sanıp,ay yıldızlı bayrağının geleceğinden endişe duyuyordu. Acaba bütün Balkanlar’da,Kafkaslar’da ve dünkü yurdun daha nice ülkelerinde ve adalarında olduğu gibi bu bayrakda ana vatanımızda da sönecek miydi?
Bu milletin bütün insanlarının

gönülleri  gamlı, en büyük  elem, keder ve azap içinde iken, yutta yine akşamlar oluyordu. Bu grup ufkundan bakan gözler, önce hiç sönmemiş sanılan, grup vaktinden kalan deprem, kasırga ve tufanların sardığı ülkemizde, ister istemez bütün gönüller aynı endişe ve sızıyla dolup sarsılıyordu…
Acep al bayrağın sonu da böyle, sönmek mi olacaktı?
İşte Mehmet Âkif’in“İstiklâl Marşı”’nda yükselen erkek sesi, yiğit ve mert sesi, vatan semalarında bir gök gürültüsü gibi gürledi ve kubbelerde yükseldi:
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!”
“Şafak” kelimesini, Türkçede grup mânâsında yani “akşam kızıllığı” mânâsına hiç kullanılmadığı, ifadesi yanlıştır. Şair Bâkî’nin, bir Ramazan ayının ilk görünüşü için söylediği kasidenin:
“Derh şah-ı spend vurdu felek micmerine,
Mah-ı mehsanma  şafakta görünen zar-ı nizar”
Beyitinde yahut Şeyh Galip’in :
“Çeşm i sevdâ- zedeye  eşkime düphûn i şafak,
Rengine şam o gamın ben de boyandım bu gecesöyleyişinde şafak akşam kızıllığıdır. İstiklâl Marşı’nın her kıtası üzerinde durmak sözü fazla uzatmak olur. Bir şiirin zevkine varmak için sesinin bilinmesi ne kadaar hüzüznlüdür. Meselâİstiklâl Marşının şu dördüncü mısrası:
“O benimdir, o benim, milletimindir ancak!” nasıl okunacak?
Billhassa,“benim memleketimindir”sözü nasıl sözlenecek? “O benim memleketimindir” mi? Birçokları bunu ikinci sesle söylüyor ki doğrusu birinci sesle söyleniştir. Neden? Bunu o tarzda birkaç defa söyleyince, sebebi de mânâsı da çok rahat anlaşılır.
Burada ehemmiyetle belirtmek ve tekrarlamak yerinde olur ki İstiklâl Marşı gerek söz gerek şiir kalitesi bakımından yer yüzündeki millî marşların hiçbirisi ile ölçülemeyecek kadar   zenginmânâlıkaliteli bir şiirdir.
Bu Marş’ı Türk milleti gibi hükümran olmak için yaratılmış bir milletin, bir gün bir İstiklâl Marşı yapmasındaki büyük tezatı çok iyi kavramış bir şair söylemiştir.
“Kim bu Cennet vatanın uğruna olmaz ki, feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!...” gibi mısraları şiir ve mısra haline konulmuş, dokuz asırlık, bütün bir Türk tarihi ve bütün bir Türk toprağıdır.
Bu kadar mukaddes bir vatanı, bu kadar kuvvetli iki mısra içine sığdıran bir şairi, milleti ne kadar övse sevse yedidir ve layıktır. Aynı Marş’ın:
“Ben ezelden beridir, hür yaşadım, hür yaşarım!
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım…” Mısraları bir tedrici güzelliği ile de olsa Ergenekon Türkleri’ni hatırlatır. Tarihte daha dağları yırtmış bir millet olmanın hatırasını ve gururunu tazeler. Yine aynı şairin:
“Ulusun, korkma!.. Nasıl bir imanı boğar?
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” mısraları da çoğu zaman hem yanlış anlaşılıyor hem de yanlış okunuyor. Bir kere buradaki “ulusun!” kelimesi “yücesin, büyüksün” mânâsında değildir. Bu söz:“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, ulusun dursun”. Dursun merak etme!.. O, tek dişi kalmış canavar, böyle bir imanı boğamaz demektedir. Âkif’in burada, medeniyete hücum ettiğini ileri sürerek, onu bir medeniyet düşmanı göstermeye kalkanlara gelince, bunlar eğer çok cahil olup gaflet içinde olanlar değilse, yaptıklarını bile bile yapıyorlar. Bu millete ve onun Millî Marşı’na düşman olanlardır…
Bunlar o yıllarda İngiliz, Fransız, İtalyan, hele Yunan işgali altındaki Türk illerinin yaşadığı ıstırabı bir an bile duymamış olanlardır. Çanakkale’de diz getiremedikleri Türk kudretini, Mütefiklerimizin mağlup olmaları ile yendiklerini sanan, işgal kuvvetlerinin medeniyetleri kadar, Anadolu’da yapmadık zulüm bırakmayan, “Yunan Medeniyeti!” için de Mehmet Âkif hakikatte çok nazik bir lisan kullanmıştır. İstiklâl Marşı’nın ilk kıtasında “şafak”: Akşam kızıllığı mânâsında ise de bu kelime aynı Marş’ın son kıtasındaki bu kelime  penbelik ve gittikçe ağaran şafak mânâsınadır. Böylelikle şair İstiklâl Harbi’nin başlangıcında al rengin grubu itibari ile muzdarip gönüllere cesaret verir.
İkinci kullanıışta ise onun bir sabah şafağı gibi parlayışındaki neşeyi, bir müjde gibi söyler. Şu demektir ki bu şiir, bir büyük âbidenin kat kat yükselmesi, büyüyüp kıta kıta kuvvetlenmesi ve en kuvvetli kıta ile sona ermesi şeklinde yüksek bir kompozisyondur.
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl,
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl,
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl!
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hak’ka tapan, milletimin istiklâl!..” sözleri onun istiklâl bir ümitken bile buna ne çok inandığını gösterir. Şairin burada “ırkıma” sözü de ayrıca mânâlıdır. Başlangıçta İslâmî, bir ümmet şairi vazifesini yüklenen Mehmet Âkif, giderek İslâmî Türk Milliyetçiliği diyebileceğimiz inancın ve imanın büyük şairi olmuştur.
Şiir olarak   şaheser, ezelden beri hür yaşamış, ebede kadar hür yaşama hakkına en layık gördüğüm asîl milletimin, duygu, düşüncesi ve temennilerini en iyi dile getiren, İstiklâl Marşı’mızın önümüzdeki aylarda  kabûlünün yıl dönümünü şimdiden kutluyor; ve:Âkif’indeyişi ile “Allah bu Millete, bir daha İsatiklâl Marşı yazdırmasın!..” diyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder