TÜRK FAZIL TEBRİZİ
ve
FARS MEVLÂNA FAHRETTİN ACEMÎ
Abdullah Çağrı ELGÜN
Uzun boylu ve iri cüsseli Fars Mevlâna Fahrettin Acemî, Fatih’in yanında ve Saray’dan sürükleye sürükleye getirdiği ve herkesin gözleri önünde, direğe bağladığı Türk Fazıl Tebrizi’yi yığdığı odun ateşinde, kendi sakalı da tutuşmuş olduğu halde vahşice yakıyor…Mevlâna Fahrettin Acemî |
Bağnaz, yobaz ve tutucu Mevlâna
Fahrettin Acemî, “Bu yaptığını hoş gösterip bunu da halka
“Allah ve İslâm” adına yutturuyordu!.. Demek ki: “Allah ile aldatmak”
yeni değildi. Yıllardır kullanılan bir kılıf ve anlayıştı!..
Fars
Mevlâna Fahrettin Acemî gibi
yobaz Mollalar, Yavuz Selim, “Kutsal Emanetleri İstanbul’a
getirip Halifeliği üzerine aldıktan sonra” mızmızlanıp Peygamber soyundan
gelmeyen “Türk” bir Halife’ye razı olmuyorlardı, çünkü bir Arap’ın
gözünde Türk bir “Mevâlî” idi.
Arap ve
Fars Dili ile yüksek din ve fen derslerini çok iyi bilen Yavuz Sultan
Selim Arap ve Farslar ile anlaştı! Arap ve Fars iki bin (2.000) Molla
ve Ulemâ’yı ülkeye getirttiyor… Bunları:
Mal, mülk, para ve makama boğuyor… Böylece Türkler; ikinci,
giderek üçüncü hatta dördüncü plana itiliyor. Türkler,
Saray’ın ve Devletin yönetim kadrolarından temizleniyor, Türk Devletinin
Türksüzleştirilmesinin önü, Saray’a yerleştirilmiş Acem ve Arap Molla ve
Ulemalar ile açılmış oluyordu.
Saray Yönetimi ve Devlet
Kadrolarından Türk’ün Kovulması:
Sonra ne oldu? Arapça, Farsça
ve Türkçe karışımı "Osmanlıca" denilen bir
dil doğdu. Artık Türkler olarak “Türk” değildik! Osmanlıydık. Sabah okullarda “Padişahımız çok yaşa!”
diyorduk! Padişah’ın kulları olunmuştu… Türkler, Allah varken bir insana
kul olmuşlardı. “Kula kulluk yapıyorlardı!..”
Arap’a Arap; Arnavut’a Arnavut; Fars’a Fars; Rum’a Rum; diyebilir; fakat Türk’e Türk denilemezdi… Yasaktı!.. “Osmanlıyız!” demek mecburiyeti vardı…
Üç Şerefeli Camii 1443-1447, Sultan II.Murat |
Din ve Milliyet bir
sayılıyordu ve biz Türkler, “Türk” değil Ümmettik!..
“Vatan” sözü
yasaklanmıştı. Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” Piyesi
sahnelendiğinde yer yerinden oynuyordu. Namık Kemal, Kıbrıs adasında bir
şehir olan Magosa’ya “Sürgün” ediliyor.
Halk ilk kez “Vatan” sözünü o
piyeste duyuyor… Millî bir duyguya sahip olarak. “Türk” olduğunu
öğrenip, anlıyordu!..
1603
yılında: Ehlibeyt Türk Tekkeleri yasaklanıyor. Yerine Halid i Nakşi,
Kürt Tekkeleri kuruluyor…
Türkçe ve Türk Milleti köşeye
itiliyor…
“Türk: Kaba ve yabani” oluyor.
1919-1920
yıllarında Şeyhülislâmlık makamında bulunan Mustafa Sabri Efendi
Türk, Türküm, Türkçüyüm diyenlere: “Soysuzlar” diyordu!.. Daha
da ileri giderek: Türklüğünden istifa ediyor:
“Yalnız Müslüman ve insan kalmak
üzere, Türklükten, şeref ve izzetimle istifa ediyorum… Allah’ın huzurunda (…)
Tövbe Yarabbi Tövbe Türklüğüme!.. Beni Türk Milletin’den addetme” diyordu. Bu
adam da Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi’nin Şeyhülislâmıydı… İnsanların
kendi mensubiyeti, ırkına bu derece nefret ile bakması, iğrenilecek duruma
getirilmiş olmasını Fars ve Arap Mollaların nasıl başardıklarına şaşmamak elde
değil!..
Halka: “Biz Türk değil miyiz?” diye
sorulduğunda ise “Estafirullah!” diye karşılık veriyorlardı… “Türk”
kelimesinden ürküyor, “Türklük” ten çekiniyorlar, “Türk” olarak
ifşa edilip açığa çıkarılmaktan korkuyorlardı!..
1913 yılında
yazdığı kitapta, Prof. Dr. Ahmet Naim:
“Türk’ün geçmişini bilmesine,
öğrenmesine hiç lüzum ve ihtiyaç yok!.. Gerekli olan Şeriatı öğrenmektir!” diyordu.
İslâm Ümmetinden ve Osmanlı
Milletinden idik…
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk’tük, bu Ordu Türk Ordusuydu, Türklük için savaşıyorduk!..
Yavuz döneminde, Alevî Bektaşi Türkmenleri de “Kızılbaş” olmuştu…
Fatih’in
oğlu Beyazıt, onun oğlu Yavuz Selim, onun oğlu Kanuni'ye
gelince kadarki zamanda, bu değişim en doruk noktaya ulaştı...
"Türk"
Aşağılandı horlandı. "TÜRKÜM" demekten utanır olduk.
Korkumuzdan "Ben Türküm!..” diyemedik.
"Enderun Akademisi" Bulgar,
Sırp, Hırvat, Boşnaklar, Arnavutlar’a açık; ama 1850’lilere
gelinceye kadar Türkler’e kapalıydı… Türkler, cahil bırakılmıştı… Asker
ise bütün savaşları kaybediyordu…
1480 yıllarından, taa 1830'lu yıllara, tam
tamına üç yüz elli, (350-400) yıl "İttihat ve Terakki Ekibi", Jöntürkler
(Yeni Osmanlılar) Enderun’dan mezun olup Devlette görev alıncaya kadar
sürdü… Dört yüz (400) yıl Türksüz geçen zaman içinde, Osmanlı Sarayında
ve Osmanlı Devlet Kademelerinde "TÜRK" yoktur!..
"Türkler",
Saray yönetiminden ve Devlet yönetiminden sökülüp alınmıştı... Saray’ı ve
Devleti, Enderun Akademisinden mezun: Bulgar, Sırp, Hırvat, Boşnak,
Arnavut Devşirmeler, Gayri Müslümlerin Müslümanlaştırılmış çocukları
yönetiyordu!..
Savaşarak ve kanıyla sulayarak aldığı
ve her metrekaresinde yirmi beş (25) Türk’ün yattığı bu topraklarda Türk:
“Yabani ve Dağlı” idi!.. Görüldüğü yerde öldürülürse: “Kanı helâl!”
idi…
Bugün “Türk” ve “Türkçülük”
idealini temsil ettiğini söyleyen siyasî liderler, Türk Milletinin
önderi Atatürk'e ve onun savunduğu:
"Benim en büyük övüncüm TÜRK
olarak doğmuş olmamdır!"; Muhtaç olduğun kudret
damarlarındaki asil kanda mevcuttur!; Ne mutlu Türk’üm diyene!”; “Ey Türk
yüksel! Senin için yükselmenin hududu yoktur!..” derken, bir başkası da: “Türk’üm,
Doğruyum, Çalışkanı… diye devam eden “Millî And” ımızı kaldırarak: “Hergün
Türk’üm demekle Türk olunmaz!..”, “Bana Türklük ile de gelmeyin!”,
“Milliyetçiliği ayaklarımın altına alıyorum!” diyenlerle, aynı safta yer
almayı öğünç ve iftihar kaynağı görüyordu…
Atatürk bir dâhiydi, gelmeden önce geleceği
görebilecek kadar uzak görüşlüydü. O yine yüz (100) yıl öncesini görmüş ve tam
da bugünler için uzak görüşlülükte bulunarak şu sözleri söylemişti. İşte bu
söz, sözümüzün delili ve en büyük kanıtıdır; ancak biz atamızın bu sözünü
yabana attık!.. Sözünü dikkate almadık! İşte biz bugün bu hatamızın cezasını
misli ile çekiyoruz!...
“Başımıza getireceğiniz insanların kanındaki cevheri
asliyi tahlil etmekten bir an bile feragat etmeyin!..”
“Ey Türk
Gençliği!..” diye başlayan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Gençliğe
Hitabesi’nde en güzel bir şekilde ifadesini bulmuştur!..
1480-1830
arasında geçen (350-400) yıllık “Ümmet ve Osmanlıcılıktan”
ders almamış olanların, Türk ülkesi Türkiye’yi yeniden Türksüzleştirmeye
kalkışmalarına gözünüzü kapayamaz, yapılanları görmemezlikten gelemezsiniz…
Burası yol geçen hanı olur ve Türklerin
Vatanı göçmenler ile dolarsa ve Yavuz’un: “Arap ve Fars Mollalar,
Cemaatler, Şeyhler, Şıhlar…ve benzerlerinin el üstünde tutulduğu döneme” dönerse,
bir dört yüz (400) yıl daha (Yeni Osmanlılar) Atatürk ve Arkadaşları
gibi Türkler’in gelip Türk’ü kurtarmasını beklemek zorunda
kalırsınız!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder