1 Mayıs 2023 Pazartesi

TÜRK FAZIL TEBRİZİ ve FARS MEVLÂNA FAHRETTİN ACEMÎ Abdullah Çağrı ELGÜN

TÜRK FAZIL TEBRİZİ

ve

FARS MEVLÂNA FAHRETTİN ACEMÎ

Abdullah Çağrı ELGÜN

        Uzun boylu ve iri cüsseli Fars Mevlâna Fahrettin Acemî, Fatih’in yanında ve Saray’dan sürükleye sürükleye getirdiği ve herkesin gözleri önünde, direğe bağladığı Türk Fazıl Tebrizi’yi yığdığı odun ateşinde, kendi sakalı da tutuşmuş olduğu halde vahşice yakıyor…

Mevlâna Fahrettin Acemî

Bağnaz, yobaz ve tutucu Mevlâna Fahrettin Acemî, “Bu yaptığını hoş gösterip bunu da halka “Allah ve İslâm” adına yutturuyordu!.. Demek ki: “Allah ile aldatmak” yeni değildi. Yıllardır kullanılan bir kılıf ve anlayıştı!..

Fars Mevlâna Fahrettin Acemî gibi yobaz Mollalar, Yavuz Selim, “Kutsal Emanetleri İstanbul’a getirip Halifeliği üzerine aldıktan sonra” mızmızlanıp Peygamber soyundan gelmeyen “Türk” bir Halife’ye razı olmuyorlardı, çünkü bir Arap’ın gözünde Türk bir “Mevâlî” idi. 

Arap ve Fars Dili ile yüksek din ve fen derslerini çok iyi bilen Yavuz Sultan Selim Arap ve Farslar ile anlaştı! Arap ve Fars iki bin (2.000) Molla ve Ulemâ’yı ülkeye getirttiyor…  Bunları: Mal, mülk, para ve makama boğuyor… Böylece Türkler; ikinci, giderek üçüncü hatta dördüncü plana itiliyor. Türkler, Saray’ın ve Devletin yönetim kadrolarından temizleniyor, Türk Devletinin Türksüzleştirilmesinin önü, Saray’a yerleştirilmiş Acem ve Arap Molla ve Ulemalar ile açılmış oluyordu. 

Saray Yönetimi ve Devlet Kadrolarından Türk’ün Kovulması:

Sonra ne oldu? Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı   "Osmanlıca" denilen bir dil doğdu. Artık Türkler olarak “Türk” değildik! Osmanlıydık.  Sabah okullarda “Padişahımız çok yaşa!” diyorduk! Padişah’ın kulları olunmuştu… Türkler, Allah varken bir insana kul olmuşlardı. “Kula kulluk yapıyorlardı!..”

Arap’a Arap; Arnavut’a Arnavut; Fars’a Fars; Rum’a Rum; diyebilir; fakat Türk’e Türk denilemezdi… Yasaktı!.. “Osmanlıyız!” demek mecburiyeti vardı…

Han, Hakan, Katun (Hatun) isimleri dahi değiştirilmişti (Padişah, Sultan). İsimleri alınmıştı. Din adına sevap kazanacağız, hayırlı olacak ve dine uygun olacak diye ne kadar Arapça isim varsa, çocuklara koydurdular. Arap ve Acem olabilmek için her şey yapılmıştı. Sanki konulan isimlerle birlikte inancımız güç bulacak, değiştirecekti?.. Öyle de oldu… Kuran okumayı bilmiyorduk; fakat nerede bir Arap harfli yazı bulsak duvara asıyor, en kıymetli yerde saklıyorduk… Osmanlı Türkiyesi’nde halkın ancak % 2 veya 3’ü okuma yazma biliyordu.  Aslında biz kara cahildik!.. Kara cahil kalmak için ne gerekiyorsa yapılmış, kara cahil bırakılmıştık…
Üç Şerefeli Camii 1443-1447, Sultan II.Murat

 

Din ve Milliyet bir sayılıyordu ve biz Türkler, “Türk” değil Ümmettik!..

“Vatan” sözü yasaklanmıştı. Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” Piyesi sahnelendiğinde yer yerinden oynuyordu. Namık Kemal, Kıbrıs adasında bir şehir olan Magosa’ya “Sürgün” ediliyor.

Halk ilk kez “Vatan” sözünü o piyeste duyuyor… Millî bir duyguya sahip olarak. “Türk” olduğunu öğrenip, anlıyordu!..

 

1603 yılında: Ehlibeyt Türk Tekkeleri yasaklanıyor. Yerine Halid i Nakşi, Kürt Tekkeleri kuruluyor…

Türkçe ve Türk Milleti köşeye itiliyor…

“Türk: Kaba ve yabani” oluyor.

1919-1920 yıllarında Şeyhülislâmlık makamında bulunan Mustafa Sabri Efendi Türk, Türküm, Türkçüyüm diyenlere: “Soysuzlar” diyordu!.. Daha da ileri giderek: Türklüğünden istifa ediyor:

“Yalnız Müslüman ve insan kalmak üzere, Türklükten, şeref ve izzetimle istifa ediyorum… Allah’ın huzurunda (…) Tövbe Yarabbi Tövbe Türklüğüme!.. Beni Türk Milletin’den addetme” diyordu. Bu adam da Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi’nin Şeyhülislâmıydı… İnsanların kendi mensubiyeti, ırkına bu derece nefret ile bakması, iğrenilecek duruma getirilmiş olmasını Fars ve Arap Mollaların nasıl başardıklarına şaşmamak elde değil!..

Halka: “Biz Türk değil miyiz?” diye sorulduğunda ise “Estafirullah!” diye karşılık veriyorlardı… “Türk” kelimesinden ürküyor, “Türklük” ten çekiniyorlar, “Türk” olarak ifşa edilip açığa çıkarılmaktan korkuyorlardı!..

 

1913 yılında yazdığı kitapta, Prof. Dr. Ahmet Naim:

“Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine hiç lüzum ve ihtiyaç yok!.. Gerekli olan Şeriatı öğrenmektir!” diyordu.

İslâm Ümmetinden ve Osmanlı Milletinden idik…

Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk’tük, bu Ordu Türk Ordusuydu, Türklük için savaşıyorduk!..

Yavuz döneminde, Alevî Bektaşi Türkmenleri de “Kızılbaş” olmuştu…

Fatih’in oğlu Beyazıt, onun oğlu Yavuz Selim, onun oğlu Kanuni'ye gelince kadarki zamanda, bu değişim en doruk noktaya ulaştı...

"Türk" Aşağılandı horlandı. "TÜRKÜM" demekten utanır olduk. Korkumuzdan "Ben Türküm!..” diyemedik.

"Enderun Akademisi" Bulgar, Sırp, Hırvat, Boşnaklar, Arnavutlara açık; ama 1850’lilere gelinceye kadar Türkler’e kapalıydı… Türkler, cahil bırakılmıştı… Asker ise bütün savaşları kaybediyordu…

1480 yıllarından, taa 1830'lu yıllara, tam tamına üç yüz elli, (350-400) yıl "İttihat ve Terakki Ekibi", Jöntürkler (Yeni Osmanlılar) Enderun’dan mezun olup Devlette görev alıncaya kadar sürdü… Dört yüz (400) yıl Türksüz geçen zaman içinde, Osmanlı Sarayında ve Osmanlı Devlet Kademelerinde "TÜRK" yoktur!..

"Türkler", Saray yönetiminden ve Devlet yönetiminden sökülüp alınmıştı... Saray’ı ve Devleti, Enderun Akademisinden mezun: Bulgar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut Devşirmeler, Gayri Müslümlerin Müslümanlaştırılmış çocukları yönetiyordu!..

 

Savaşarak ve kanıyla sulayarak aldığı ve her metrekaresinde yirmi beş (25) Türk’ün yattığı bu topraklarda Türk: “Yabani ve Dağlı” idi!.. Görüldüğü yerde öldürülürse: “Kanı helâl!” idi…

Bugün “Türk” ve “Türkçülük” idealini temsil ettiğini söyleyen siyasî liderler, Türk Milletinin önderi Atatürk'e ve onun savunduğu:

"Benim en büyük övüncüm TÜRK olarak doğmuş olmamdır!"; Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!; Ne mutlu Türk’üm diyene!”; “Ey Türk yüksel! Senin için yükselmenin hududu yoktur!..” derken, bir başkası da: “Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanı… diye devam eden “Millî And” ımızı kaldırarak: “Hergün Türk’üm demekle Türk olunmaz!..”, “Bana Türklük ile de gelmeyin!”, “Milliyetçiliği ayaklarımın altına alıyorum!” diyenlerle, aynı safta yer almayı öğünç ve iftihar kaynağı görüyordu… 

Atatürk bir dâhiydi, gelmeden önce geleceği görebilecek kadar uzak görüşlüydü. O yine yüz (100) yıl öncesini görmüş ve tam da bugünler için uzak görüşlülükte bulunarak şu sözleri söylemişti. İşte bu söz, sözümüzün delili ve en büyük kanıtıdır; ancak biz atamızın bu sözünü yabana attık!.. Sözünü dikkate almadık! İşte biz bugün bu hatamızın cezasını misli ile çekiyoruz!...

“Başımıza getireceğiniz insanların kanındaki cevheri asliyi tahlil etmekten bir an bile feragat etmeyin!..”

 “Ey Türk Gençliği!..” diye başlayan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi’nde en güzel bir şekilde ifadesini bulmuştur!..

 

1480-1830 arasında geçen (350-400) yıllık “Ümmet ve Osmanlıcılıktan” ders almamış olanların, Türk ülkesi Türkiye’yi yeniden Türksüzleştirmeye kalkışmalarına gözünüzü kapayamaz, yapılanları görmemezlikten gelemezsiniz…

Burası yol geçen hanı olur ve Türklerin Vatanı göçmenler ile dolarsa ve Yavuz’un: “Arap ve Fars Mollalar, Cemaatler, Şeyhler, Şıhlar…ve benzerlerinin el üstünde tutulduğu döneme” dönerse, bir dört yüz (400) yıl daha (Yeni Osmanlılar) Atatürk ve Arkadaşları gibi Türkler’in gelip Türk’ü kurtarmasını beklemek zorunda kalırsınız!..

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder