İSTİKLÂL
MARŞI’NIN MÂNÂSI
Abdullah Çağrı ELGÜN
Mehmet Âkif gibi demir
iradeli, sağlam karakterli, geniş kültürlü büyük bir iman adamı yetiştirmiş
olmamızı çekemeyenler çoktur. Âkif, eğer “Bülbül” şiirini, “Çanakkale Şehitleri”ni ve “İstiklâl Marşı”nı söylememiş olsaydı,
bugün muazzırları ona hücumu belki de lüzumsuz görürlerdi.
Büyük bir
milletin, dinî ve imanı, ebediyyen
ayakta tutacak kudreddeki böyle şiirlerdir ki Âkif’in üzerine şimşekleri çeken
dili, sanatı ve iman âbideleri olmuştur.
Millî ve dinî
terbiyesini müsbet ilimle bütünlenmiş; iki Doğu bir de Batı dilini ana dili
gibi öğrenmiş ve sağlam vasıtalarla, geniş bir kültür tefekkür seviyesine
ulaşmış, bu yılmaz ve yorulmaz şaire atılan,iftiraların asıl hedefi budur.
Âkif’e doğru bir
birlerini iterek koşan kin ve garez dağları, onun, sanat ve iman dünyamıza
dikilmiş manevî heykellerin, dizlerine bile çıkmış değillerdir. İğrenç
pisliklerin, kendine saldıran dalgaları, bulanık ve köpürtmüş de olsalar bile arındırır ve yine temiz kalırlar…
Milletleri millet yapan
milletin büyük adamlarını, o milletin genç nesillerinin gözlerinden düşürmek,
maddî ve manevî en eski ihtilallerin en eski taktiğidir. Bu taktik hemen hemen
her memlekette en geç mağlup olur; fakat yine de düştükleri yerde yangın
çıkarmasını bilir.
İstiklâl
Marşı’nın her fırsatta, her millî heyecan ânında,
coşkunlukla söylenen ölümsüzlüğü, Âkifdüşmanlarını
mağlup eden hadiselerdir. Onun üzerine en çok şimşek çeken şiiri, bu “İstiklâl
Marşı” şiiridir. Millî vicdanlara yerleşmiş bu manzumeyi ne yapıp yapıp
değiştirmek isteyişlerinin de asıl sebebi budur. İstiklâl Marşı güzeldir, orijinaldir. Milleti millet yapan
tümdeğerleri içinde barındırmaktadır.Bu Marş, Türk ve Müslüman milletin millî
vicdanına çok yakışmıştır. Bu güzellik önce onun sağlam ve yüksek mânâsındadır.
Bu mânânın her bakımdan çok incelmiş, çok yükselmiş, güzel ve âhenkli, gür sesli
bir Türkçe ile milletin haykırışıolmasındadır.
İstiklâl
Marşı konusunda bilenler ve hatırlayanlar olacaktır ki
1950li yıllarda İstiklâl Marşı’na
bir hücum kampanyası atılmıştı. Bu Marş’ın
bilhassa ilk iki mısrâsı, mânâsızlık ve mantıksızlıkla suçlanıyordu…
Bir Millî Marş’ın başında nasıl olur da
Türk Milletine: “Korkma!”
denebilirdi? Bu millet esasen korku bilmez millet idi. Hele hele: “Şafaklarda yüzmek” şafaklar gibi gittikçe ağarması, aydınlanması
mukadder bir doğuş zamanını, sönme kabusu ile birleştirmek, ne büyük bir
mantıksızlıktı?..
Hücumlar, gün geçtikçe
tam bir saygısızlık ölçüsü alıyordu. Bu Marş’ı
çok seven, onu anlayan, yıllar yılı onunla heyecanlanmış, hatta onunla İstiklâl
kazanmış bir milletin çocuklarına bu “Marş” kötüleniyordu…
28 Ocak 1950’de Hürriyet Gazetesi’nde bir yazı çıktı.
Adı “İstiklâl Marşı”nınMânâsı” idi.
Bu yazı “Hayır!” diyordu. “Yanılıyorsunuz. Bu Marş sizin sandığınız
gibi mânâda ve mânâsızlıkta değildir.
Aksine, Türkçenin bütün inceliklerini bilen bir şair tarafından, tam bir lisan
sağlamlığı içinde söylenmiştir.”Aynı zamanda, bu karşı iddia, isabet diyor.
Bunun içinde kelimelerin bilinmesi için zarurî mânâları veriliyordu…
Bu yazı, İstiklâl Marşı’mıza olumsuz yönde
yapılan tehdit ve kampanyaları bir müddet susturdu. Aradan geçen on altı yıl(16)
zaman geçti.. Zaman, yine yıkıcı emellerin kafasını karıştırdı ve onun kafasına
işledi. Bu zaman içinde en şiddetli yıkılan âbide, Türkçe oldu. Yıkıcı ve
uydurmaca dil akımı Türkçe, anlaşılmaz ve kavramlar bolluğu içinde
anlamsızlaştırmağa, bir kelime için, nerede ise beş altı, hatta yedi sekiz, on
karşılık ve aynı anlam ile ifade edilir oldu. Türkçenin yalnız kelimesi değil,
Türkçenin cümlesi de allak bullak oldu. Türkçenin bütün mantığı, tartaklandı,
didik didik edildi.
Bu arada İstiklâl Marşı da bir başka dille
söylenmiş gibi, günün tartaklanan didik didik edilen “Uyduruk Türkçe” günün Türkçesine uydurulmaya çalışıldı. Bugün bu
âbideMarş’ı en mühim mısraların mânâsını tekrar aydınlatmak; ve daha izahlı
anlatmak, mühim vazife vazgeçilemez bir görev oldu. Bu sözler şimdi o mühim ve
vazgeçilmez vazifeyi yerine getiriyor.
Her dilin, bir takım
söz ve söyleyiş incelikleri vardır.Dilin dehasında ve asırlarca işlenmesinden
doğan ifade sırları vardır. Dillerde anahtar kelimeler vardır ki mânâsı nice
izana kapalı cümlelerin ve mısraların hazinesini açar. Bunun için o dildeki
umumîuslûbu, dilin yapısını, cümle ve mısra mimarisisini, kelimelerin tarihini,
kısaca o dili, iyi bilmek gerekir. Böyle bir bilgi, bilhassa o dili öğrenme
yaşında ve durumunda olanlara hususi bir yöntem ve usulü dairesince öğretilir. Bunun
ilk şartı, metodu bilmek ve onun işleyiş yapısına büyük kıymet vererek,
bozmadan yozlaştırmadan, bilerek yetiştirmektir.
Diller, asırlarca en
çok, ses bakımımdan güzelleşip tekamül ettikleri içinde okumanın, diğer büyük
bir şartı da kelimelerden yükselen sesi duymaktır. Türkçe bu görüş ve anlayışla
okunduğu taktirde, İstiklal Marşı’nın
kapalı, hatta manasız sanılan nice mısraları, güneş ışığında pırıl pırıl parıldayacaktır.
Bir mektepte okumadıkları halde, Türk saz şairlerinden mâni, koşma, destan ve türkülerden yükselen sesi duymaya alışık
oldukları için, okumamış Türk halkının böyle sözlerdeki, mânâyı sezmeleri, çok
defa okumuşlardan daha sağlam bir irfan temeline dayanır.
İstiklal
Marşı 1921 yılında yazılmıştır. Bu tarihte Anadolu’nun
nice şehirleri düşman işgalindeydi. Muazzam bir imparatorluğu, dört yılda kaybeden
Türk Milletinin İstiklâli tehlikedeydi. Yunanlılar,
Batı Anadolu’da ancak Yunan Ordusuna
mahsus, vahşi bir hareketle ilerliyorlardı. Türk orduları henüz derlenip
toparlanmış değillerdi.
“Garbın
âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim
iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.”
İnancıyla doluydu. Türk
askerinde bu millî ve dinî inancı, imanı o, daha Çanakkale Şehitleri için
söylediği âbide şiirin duyguları ile dolup taştığı zamanlarda görmüştü.
İstiklâl Harbi
başlayınca, belki de en Müslümanımız oydu. O bu kadar dolu ve azimli, kararlı
ve hınçlı olarak Âkif, Halifenin emrini
Şeyhülislamım fetvasını dinlemeyerek Anadolu’ya koştu…İstanbul’dan
Ankara’ya kadar hemen hemen yere yürüyerek gitti. Giderken de inandığı ve
güvendiği milletini daha yakından gördü.Her yerde onu coşturacak sözler
söyledi. Minarelerde ezan okudu, Camilerde hutbeler okudu, vaazlar verdi. Aynı
günlerde vatan topraklarını adım adım dolaşmaktan doğan bir cesaretle bu
topraklara:
“Ey
benim, her taşı mâbed-i iman yurdum!
Seni
er geç bana verecek Mabudum!...” diye seslenerek,
yollarda gözyaşı dökmekten geri durmadı.
Sonra Bursa işgal
edilip düşünce, “Bülbül” şiirini
yazdı. O zaman ruhanî bir fetih ve
kuruluş şehrinin Camiler, ve Türbeler diyarının, düşmanın eline geçmesi yürekleri
parçalıyor ve gönülleri perişan ediyordu. Üstelik bir Yunan Subayı Bursa’da
Sultan Osman’ın Türbesi içerisinde Kabirine çizmeleri ile basarak: “Ey Osman kalk da evladını kurtar!..” gibi
sözlerle aşağılamış, Osmanlı devletinin kurucusuna hakaretler yağdırmıştı. Böyle
bir ıstıraptan doğan “Bülbül”şiirinde,
yalnız ıstırap ve sıkıntı değil, büyük ve eşsiz Türkçenin sızlanışları
ağlayışları ve göz yaşlarındaki incilerde büyük bir matem vardı. “Bülbül”şiirde Türk dilinin canlılığı
hareketliliği ve aynı zamanda işlekliği sanki canlanmış da Türkçe ağlıyor gibi
Türkçenin ıstıraptan inleyen sesi duyuluyordu:
“Eşin
var aşiyanın var, baharın var ki beklerdin,
Kıyametler
koparmak neydi ey, bülbül nedir derdin?
O
zümrüt tahta kondun, bir semavî saltanat kurdun,
Cihanın
hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun!..
Bugün
bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin,
hanümanın şen, için şen, kaninatın şen.
Neden,
öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?..
Niçin,
bir kadrecik gönlünde, bir ummman huruşandır?..”
Gibi mısralardan
yükselen hüzünlü sesleri fark ederler; ve hemen duyarlar ki bu mısralarda
bülbülün figanıyla kelimeler ağlıyor, mısralar coşuyor ve şiir fırtınalara ve
kasırgalara tutulmuşçasına feryat ve figan içindedir. Bu söyleyiş, “Büllbül” şiirini meydana getiren mısralarındaki:“-ın, -in,-un, -ün,” seslerinin
ahengindendir.
Türkçenin sırlarından
olan, böyle aliterasyonların bir birleri ardı sıra gelip sıralanması, ancak
dilin dehasını kelimelerin güç ve kuvvetini kavramış, büyük şairlerinin
eserlerinde tezahür edebilecek bir mashariyettir.
İşte Türkçeyi bir
şehrimizin kalbi için böylesine inleten bir büyük şair, bir gün bu milletin ve
bu vatanın istiklâli için, şiir söylerken, bu şiir de elbet o ulvi heyecanı
yakışacaktı. Nitekim öyle de oldu: O günlerin ıstırabı sonsuzdu. Millet kan
ağlıyordu. Bakışlar nerede bir al görse şiddetle ürperiyor, her alı albayrak
sanıp,ay yıldızlı bayrağının geleceğinden endişe duyuyordu. Acaba bütün
Balkanlar’da,Kafkaslar’da ve dünkü yurdun daha nice ülkelerinde ve adalarında
olduğu gibi bu bayrakda ana vatanımızda da sönecek miydi?
Bu milletin bütün
insanlarının
Acep al bayrağın sonu
da böyle, sönmek mi olacaktı?
İşte Mehmet Âkif’in“İstiklâl Marşı”’nda yükselen erkek
sesi, yiğit ve mert sesi, vatan semalarında bir gök gürültüsü gibi gürledi ve
kubbelerde yükseldi:
“Korkma!
Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!”
“Şafak”
kelimesini, Türkçede grup mânâsında yani “akşam
kızıllığı” mânâsına hiç kullanılmadığı, ifadesi yanlıştır. Şair Bâkî’nin,
bir Ramazan ayının ilk görünüşü için söylediği kasidenin:
“Derh
şah-ı spend vurdu felek micmerine,
Mah-ı mehsanma şafakta görünen zar-ı nizar”
Beyitinde yahut Şeyh Galip’in :
“Çeşm
i sevdâ- zedeye eşkime düphûn i şafak,
Rengine
şam o gamın ben de boyandım bu gece” söyleyişinde şafak
akşam kızıllığıdır. İstiklâl Marşı’nın her kıtası üzerinde durmak sözü fazla
uzatmak olur. Bir şiirin zevkine varmak için sesinin bilinmesi ne kadaar hüzüznlüdür. Meselâ: İstiklâl Marşı’nın şu dördüncü mısrası:
“O
benimdir, o benim, milletimindir ancak!” nasıl okunacak?
Billhassa,“benim memleketimindir”sözü nasıl
sözlenecek? “O benim memleketimindir” mi?
Birçokları bunu ikinci sesle söylüyor ki doğrusu birinci sesle söyleniştir.
Neden? Bunu o tarzda birkaç defa söyleyince, sebebi de mânâsı da çok rahat
anlaşılır.
Burada ehemmiyetle
belirtmek ve tekrarlamak yerinde olur ki İstiklâl
Marşı gerek söz gerek şiir kalitesi bakımından yer yüzündeki millî marşların
hiçbirisi ile ölçülemeyecek kadar
zenginmânâlıkaliteli bir şiirdir.
Bu Marş’ı Türk milleti gibi hükümran olmak için yaratılmış bir
milletin, bir gün bir İstiklâl Marşı
yapmasındaki büyük tezatı çok iyi kavramış bir şair söylemiştir.
“Kim
bu Cennet vatanın uğruna olmaz ki, feda?
Şüheda
fışkıracak toprağı sıksan şüheda!...” gibi mısraları şiir ve
mısra haline konulmuş, dokuz asırlık, bütün bir Türk tarihi ve bütün bir Türk
toprağıdır.
Bu kadar mukaddes bir
vatanı, bu kadar kuvvetli iki mısra içine sığdıran bir şairi, milleti ne kadar
övse sevse yedidir ve layıktır. Aynı Marş’ın:
“Ben
ezelden beridir, hür yaşadım, hür yaşarım!
Hangi
çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım.
Kükremiş
sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım
dağları, enginlere sığmam taşarım…” Mısraları bir tedrici
güzelliği ile de olsa Ergenekon Türkleri’ni hatırlatır. Tarihte daha dağları
yırtmış bir millet olmanın hatırasını ve gururunu tazeler. Yine aynı şairin:
“Ulusun,
korkma!.. Nasıl bir imanı boğar?
Medeniyet
dediğin tek dişi kalmış canavar!” mısraları da çoğu
zaman hem yanlış anlaşılıyor hem de yanlış okunuyor. Bir kere buradaki “ulusun!” kelimesi “yücesin, büyüksün” mânâsında değildir. Bu söz:“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, ulusun dursun”. Dursun
merak etme!.. O, tek dişi kalmış canavar, böyle bir imanı boğamaz demektedir.
Âkif’in burada, medeniyete hücum ettiğini ileri sürerek, onu bir medeniyet
düşmanı göstermeye kalkanlara gelince, bunlar eğer çok cahil olup gaflet içinde
olanlar değilse, yaptıklarını bile bile yapıyorlar. Bu millete ve onun Millî Marşı’na düşman olanlardır…
Bunlar o yıllarda İngiliz, Fransız, İtalyan, hele Yunan işgali altındaki Türk illerinin
yaşadığı ıstırabı bir an bile duymamış olanlardır. Çanakkale’de diz getiremedikleri Türk kudretini, Mütefiklerimizin
mağlup olmaları ile yendiklerini sanan, işgal kuvvetlerinin medeniyetleri
kadar, Anadolu’da yapmadık zulüm bırakmayan, “Yunan Medeniyeti!” için de Mehmet
Âkif hakikatte çok nazik bir lisan kullanmıştır. İstiklâl Marşı’nın ilk kıtasında “şafak”: Akşam kızıllığı mânâsında ise de bu kelime aynı Marş’ın son kıtasındaki bu kelime penbelik ve gittikçe ağaran şafak
mânâsınadır. Böylelikle şair İstiklâl
Harbi’nin başlangıcında al rengin grubu itibari ile muzdarip gönüllere
cesaret verir.
İkinci kullanıışta ise
onun bir sabah şafağı gibi parlayışındaki neşeyi, bir müjde gibi söyler. Şu
demektir ki bu şiir, bir büyük âbidenin kat kat yükselmesi, büyüyüp kıta kıta
kuvvetlenmesi ve en kuvvetli kıta ile sona ermesi şeklinde yüksek bir
kompozisyondur.
“Dalgalan
sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl,
Olsun
artık dökülen kanlarımın hepsi helâl,
Ebediyyen
sana yok, ırkıma yok izmihlâl!
Hakkıdır,
hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hak’ka
tapan, milletimin istiklâl!..” sözleri onun istiklâl
bir ümitken bile buna ne çok inandığını gösterir. Şairin burada “ırkıma” sözü de ayrıca mânâlıdır.
Başlangıçta İslâmî, bir ümmet şairi vazifesini yüklenen Mehmet Âkif, giderek İslâmî
Türk Milliyetçiliği diyebileceğimiz inancın ve imanın büyük şairi olmuştur.
Şiir olarak şaheser, ezelden beri hür yaşamış, ebede kadar
hür yaşama hakkına en layık gördüğüm asîl milletimin, duygu, düşüncesi ve
temennilerini en iyi dile getiren, İstiklâl Marşı’mızın önümüzdeki aylarda kabûlünün yıl dönümünü şimdiden kutluyor; ve:Âkif’indeyişi ile “Allah bu Millete, bir daha
İsatiklâl Marşı yazdırmasın!..” diyorum.