TÜRKİYE’NİN BİLİM-KÜLTÜR, KURUM VE ÖZ DEĞERLERİNDE OSMANLI MİRASI
(OSMANLININ TÜRKİYE’YE BIRAKTIĞI
MİRAS) (*)
İlahî
kelimetullah ülküsünü yeryüzünde hakim kılmak isteyen, ebedî devlet sahibi,
Allah’ın yeryüzündeki halifesi Müslüman Türk, Türkiye! Senin bir kıta üzerinde
hükmetmen YETMEZ!.. İlâhi EMİR bir
kıtaya sığmayacak kadar büyük ve kutsal bir davadır. Elliden fazla devletin
varisi olduğumuz gibi; beş kıtada kurduğumuz ve büyük saadet ve şereflerle
yönettiğimiz yerküresinde, sadece Osmanlı Hanlığı yirmi üç (23) milyon
kilometre kare, Cengiz Hanlığı(Timuçin) kırk dört (44) milyon kilometre kare
olan, dört Atabeylik, otuz iki Beylik,
on yedi Hanlık, elli üç devlet, on altı imparatorluğun ve on üç Cumhuriyet
kuran bir neslin varisiyiz.
Osmanlı, son
derece sağlam, köklü bir geçmişe ve gelişmiş medeniyet mirasına sahiptir.
Bizler bugün, bu mirasları kavrayabilmek, geçmişin bu kültür birikimlerini
görmek ve bu değerlere sahip çıkmak durumundayız. İmparatorluk
coğrafyası o kadar geniş, kültürü, kurumları, insanî değerler ve ilim, öyle
ilerlemişti ki toprağında yaşayan her canlının hareketinden, Osmanlının haberi
olurdu. Bir kimsenin
Osmanlının bilgisi ve isteği dışında coğrafya içinde dolaşması, yerleşmesi ve
hayat sürmesi mümkün değildi.
Komşu devlet
lejyonları, prens, çariçe, imparatoriçe ve kıralları, Osmanlıdan yardım talep
eder; yağmalanma, katledilme, düşman işgaline uğrama ve tahtını kaybetme gibi
musibetlerden kurtulur Müslüman Türk'ün eliyle taç giyerlerdi. (İsveç Veliahtı,
Amerika Deniz Filosu, Fransa Kıralı I.Fransuva, Rus Çariçesi Katerina) İmparatorlık
Türkiyesi, kültürü, kurumları ve değerleriyle dünya insanlığını kucaklayan,
kanun koyan, işletmeci, vakfeden, medenî bir millet; güçlü, ihtişamlı, otoriter
bir cihan imparatorluğu idi.
OSMANLI TÜRK
KÜLTÜR MİRASI
Dünya efendiliğine soyunan ülkeler, bugün dahi, Osmanlı İmparatorluk coğrafyasının refahına, sosyal hayatına ve düşünce anlayışına erişememiştir. Zamanımızın teknoloji ve imkanlarına rağmen, dünya insanlarına, Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi kadar, müreffeh bir hayat sunamamıştır. Bugün dahi Kosova, Sırbistan, Arnavutluk, Makedonya, Fas, Tunus, Cezayir, Açe’deki yüzbinlerce İnsan, Osmanlı olmakla şeref duyar; ve mutlu olurlardı. Her yerde ve her vakit : "Osmanlıyım!.." diye gururla söylerlerdi.
Dünya efendiliğine soyunan ülkeler, bugün dahi, Osmanlı İmparatorluk coğrafyasının refahına, sosyal hayatına ve düşünce anlayışına erişememiştir. Zamanımızın teknoloji ve imkanlarına rağmen, dünya insanlarına, Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi kadar, müreffeh bir hayat sunamamıştır. Bugün dahi Kosova, Sırbistan, Arnavutluk, Makedonya, Fas, Tunus, Cezayir, Açe’deki yüzbinlerce İnsan, Osmanlı olmakla şeref duyar; ve mutlu olurlardı. Her yerde ve her vakit : "Osmanlıyım!.." diye gururla söylerlerdi.
Osmanlı
olmak, mensubu olanları bilinen ve bilinmeyen birçok tehlikelerden korurdu.
İmparatorluk coğrafyası halkı, gelmiş geçmiş bütün dinlerce de kutsal
topraklarında, hırsızlık, soygun ve yağmadan emin olarak mutluydular.
(Kûdüs, Hatay, İstanbul, Urfa,
Gaziantep, Adıyaman, Kayseri, Konya, Kırşehir, Ankara, Suriye, Mısır, Mekke,
Medine)
Osmanlı
ülkesi, birkaç kıta üzerine oturmuş olan Okyanus üzerinde bulunan Bora Bora,
Havai, Rotuma Adaları ve Yeni Zelanda’nın Maorileri de dahil (H.C.Tanjun,“Tunç
Derililer”) Aral, Hazar, Karadeniz ve Akdeniz'in bir Türk gölü olduğu, gözlerin
ve gönüllerin burada odaklandığı, medeniyetler beşiğiydi.
Osmanlı
ülkesi, âlemlere rehber Peygamberlerin (Hz.İbrahim, Hz.İshak, Hz.Yakup,
Hz.Yusuf Hz.Levi, Hz.Üzeyir, Hz. Nuh,
Hz.Davut, Hz.Süleyman, Hz.Eyyüp, Hz.Yusuf, Hz.Musa, Hz.Harun, Hz.Şaul,
Hz.Zekeriya, Hz. Yahya, Hz.İsa(Mesih), Hz.İlyas, Hz.İsmail, Hz.Yunus, Hz.Lut,
Hz.Muhammed) ve dinî liderlerinin kabirlerinin bulunduğu veya bir müddet
yaşayıp barındığı, en kutsal toprakları avucunda tutuyordu.
Osmanlı
ülkesi, Avrupa'dan başlayıp Asya'ya; Kuzey Buz Denizi'nden Çin Denizi'ne kadar
uzanan; Güneş'in, bir vilâyetinde doğarken, başka bir vilâyetinde battığı; bir
yerde, denizin ve güneşin sıcaklığıyla serinlenirken; başka bir yerinde kışın,
amansız sert soğukları ve karın hüküm sürdüğü İmparatorluk Türkiye’siydi. İmparatorluk
coğrafyası, bir aslanın duruşu gibi heybetli, Hz. Yusuf cazibesinde, mağrur,
Atillâ’nın Kılıçı gibi keskin; ve yerküreyi kuşatan heybeti ve vakur
görünüşüyle, bütün insanlığı kucaklıyordu.
Osmanlı
Türk’ü, burada yaşayan insanları, dinleri, dilleri, renkleri, ırkları,
kültürleri ayrı ayrı olmakla birlikte, geleceklerinden emin, elliden fazla
devleti, bu gök kubbenin altında, kendi dil, kültür ve gelenekleriyle, barış ve
mutluluk içinde, mesut yaşatıyordu.
Osmanlı
İmparatorluk halkı, bu uçsuz bucaksız genişlikteki, GÜNEŞİN BATMADIĞI
ÜLKEDE, serbest teşebbüse saygılı, düşünce hürriyetinden kaygısız, din ve
vicdan hürriyetinden emin olarak yaşar, korkusuz seyahat
ederlerdi...
Türk’ün
inanç dünyasında, başkalarının canı da kendi canı gibi kutsaldır. Bu
inanca göre: “Tek bir insanı öldürmek, dünyadaki bütün insanlığı öldürmek
gibidir.” Bakara Suresi 136. Ayet’te :
“… Biz Allah’a ve bize indirilen Kuran’a, İbrahim ve İsmail ve İshak ve
Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya, İsa’ya verilenlere ve bütün
Peygamberlere Rableri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiç
birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allah’a boyun eğen
Müslimleriz.” Ayeti gereği bütün
peygamberleri sever ve aynı ölçüde saygı duyarlardı. Bu sebeple,
Kûdüs Süleyman Tapınağı, Hıristiyan Kilisesi ve Hz. Ömer Camii yan yana
durmaktaydı. İşte,
Türkiye’nin kültür, kurum ve değerlerine mührünü kazıyan, Osmanlı ve mirası...
Değerli
Dinleyiciler;
Dünya kültürü Türkler’in ülkesinden Avrupa'ya taşınmıştır. Müslüman Türkler’de 900lü yıllarda kurulan akademilerde müthiş ilerlemeler görülür. Halbuki Rusya'da Pötür Bir Akademileri (1800), Almanya'da Keymriç (1860), İngiltere'de Kıraliyet Akademisi (1862), yeni kuruluyordu.
Dünya kültürü Türkler’in ülkesinden Avrupa'ya taşınmıştır. Müslüman Türkler’de 900lü yıllarda kurulan akademilerde müthiş ilerlemeler görülür. Halbuki Rusya'da Pötür Bir Akademileri (1800), Almanya'da Keymriç (1860), İngiltere'de Kıraliyet Akademisi (1862), yeni kuruluyordu.
Anadolu’da
İlk Üniversite (medrese) Yozgat’ta 1000 li yıllarda açılan Şifaiye
Mederesesidir. Kayseri’de 1205 Gevher
Nesibe Şifaiye Medresesi, Başka bir medrese 1331’de İznik’te Orhan Bey
tarafından açılmıştı. Fas, Tunus, Cezayir'de mühendishaneler; Mekadonya,
Bosna, Yunanistan, Bulgaristan, [Eflâk, Boğdan Vilayetleri(Estonya, Letonya,
Litvanya,)] Camiler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar; yol, köprü, bekar evleri,
kurarak insana hizmeti Allah’a hizmet bilmişti.
Daha sonra
başta Bursa, Edirne ve İstanbul…vb olmak üzere bütün Osmanlı şehirlerinde
medreseler görülmektedir. Matematikte,
Avrupalı âlimler, tek bilinmeyenli denklemi bilmezlerken; Türk-İslâm âlimleri
üç bilinmeyenli denklemi çoktan çözmüştü.
Gökyüzü
800’lü yıllarda, Semerkant’ta kurulan rasathane ile araştırılıyordu. Kırşehir’de 1272’de Nurettin
Cibril Bin Caca Bey’in kurdurduğu, Kırşehir Rasathanesi duvarlarını ateşlenmeye
hazır ve ateşlenmiş füzeler süslüyordu. İçerideki sutunlarda ise bugün hâlâ
Gezegenler ve Güneş Sistemi bulunuyor. (Rahim ER, ‘Entelektüel Boyut’, Türkiye
Gazetesi, 9 Mayıs 2008,Cuma)
Astronomide
(1018) bin on sekiz yıldızı keşfederek, bugünkü bilim adamlarını da
şaşırtacak derecedeki hesaplamaları; dakika, saniye ve salise olarak
yapmışlardı.2 Gökteki bu yıldızların yerlerini belirleyerek, onlara Türkçe
adlar vermişlerdi.3 Tıbda(İbni Sinâ)4
Fizikte (Birûnî)5, Cebirde (El Cebir)6, Astronomi ve Matematikte (Horazmi,
Ferganî, Gıyaseddin El Koşıy, Uluğ Bey, İbn-i Irak, Kamusıy, Birunî ve İbni
Sinâ)7, Felsefede (Al Hammer, Al Masıh) 8 gibi düşünür, Türk ve İslâm âlimleri
yetiştirmişlerdi.
Dünyanın her
yerden kovdukları Yahudiler ve Ermeniler Ortasya’da yer bulurken; Musevilere de
Oğuzeli toprakları Türkiye’de yer
verilmişti. Osmanlı, dünyanın her yerden kovduğu bu insanları bağrına basmış;
ev bark vererek, toprak sahibi olmalarını sağlamışlardı.
Dünya
insanlığını din, dil, ırk, renk ayırımı yapmadan Allah'ın yarattığı bir kul
olarak kucaklayan ve seven; barışı, huzur ve mutluluğun simgesi olarak
gören yıldız insanları, Osmanlı yetiştirmişti.
Osmanlı
Devleti, kuvvetli, dirayetli, adaletli devletti. Hürriyet sever, haksızlığa
karşı, tavizsiz, değerler konusunda imrenilen; nezaket, cömertlik, misafirlik,
yardımseverlik, konusunda, hasretle yad edilen; bütün
insanlığın o şemsiyenin altına girmek için, uzak memleketlerden koşarak geldiği
insanlar cennetiydi...
Osmanlı
Sultanlarının ünlü ve güçlü kadınları, bu dünya cennetinin inci elmas ve
altınlarıydılar. Valide Sultanlardan: Hürrem Sultan, Rus; Kösem Sultan,
Rum; Safiye Sultan, İtalyan; Nakşidil Sultan, Fransız kökenliydi; fakat bunlar,
Türk milletinin feyzi ve mensubu bulunduğu İslâm ahlâk ve fazileti içerisinde
yetişerek, bütün dünyayı kucaklayan
adlarına vakıflar kuran cevher oldular.9
Osmanlı,
dünyadaki bütün ırkları kaynaştırıp disipline etmişti. Halkını sevmiş, anlamış ve İmparatorluğun en yüksek
kademesinde görevlendirebilmek saadet, mutluluk, cesaret ve bilgisine
erebilmişti. Osmanlı,
bunca farklı grupları mıknatıs gibi birbirlerine yapıştırmış sihirbaz hünerli
bir dehâydı...
Dünyanın
bilinen tarihinin 3/2 sinin, % 80 toprağına sahip, % 90 nüfusuna söz söyleyip,
söz dinleten Osmanlı Müslüman Türkü'ydü... Osmanlının, yedi yüz yıl (700) süren
hükümdarlığında memleketler, kölelikten hürriyete, uşaklıktan efendiliğe,
sömürüden zenginlik, refah ve mutluluğa bizlerden biri olarak ulaşmışlardı...
Osmanlı
Bayrağı'nın rüzgarında, Müslüman Türk Kültür ve medeniyetinin, zengin,
hoşgörülü, ihtişam ve debdebesiyle; korkusuz, güven içinde, nice yüzyıllar bir
ve beraber yaşadılar. Osmanlı, Türkiye’ye kültür, kurum ve değerleriyle asla ve
asla tükenmeyecek bir hoşgörü mirası bırakıyordu.
Değerli
Arkadaşlar¸
Hayır ve
Yardımlaşma
Osmanlı
Müslüman Türk’ünde yardımlaşma bir kültürdür. Karşısındakinin yüzüne gülmek
sadaka vermeğe eş değerdi. İnsanlarda kusur arama, yoktu. Kusur aramakta gece
gibi olunmalıydı. Kimse kimseyi asla eleştirmezdi. Karşıdakinin yanlışları
kırmadan düzeltilirdi. İslâmiyet
ile birleşen Türk asaleti, özellikle Osmanlılar döneminde, iffet ve hayasından
dolayı fakirliğini gizleyenler, onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını
kimselere açamayanlar için; farklı yardım etme yolları geliştirilmişti.
Böylece, alanlar almaktan, veren de bir kardeşini mutlu etmekten sevinçliydi.
“Alan el
veren elden üstündür.” Sözü, bunun için söylenirdi.
Sadaka
Taşları:
Her türlü
takdir ve tebrike layık bu yardımlaşma vasıtalarından birisi de sadaka taşları
idi. Sadaka Taşları genellikle gözden ve kalabalıklardan ırak, cami
avlularında, türbe köşelerinde ve mezarlıklarda bulunurdu. Bu taşların boy ve
ebatları değişik olmakla birlikte silindirik şekilde içi oyulmuş mermer
sutunlar şeklinde olup bazılarının iki metreye yaklaşan boyları vardı. Bu
taşllara bir iki basamak merdivenle çıkılırdı.
Derdini
kimseye açamayan hakiki bir fakir buralara gelerek ihtiyacı olan parayı alırdı.
Kalanını da kendisi gibi ihtiyacı olana bırakırdı. Bir semtin fakirleri için konulmuş paralara başka bir semtin fakirleri
dokunmazdı. Ayrıca ihtiyaç sahipleri biriken paraların tamamını almaz sadece
ihtiyacı kadar olanını alırdı.
Paranın
dışında, giyim eşyası ve yiyecek de konurdu. Yardımlar daha çok geceleri
bırakılır ve sabaha karşı alınırdı. Sadaka Taşları bugün ya tamamen unutulmuş
veya büyük kısmı yok olmuştur. Neye yaradıkları ise çoğu kişiler tarafından
bilinmemektedir. Osmanlının bu sevgi, asalet ve fazilet taşları kültürümüzde her zaman yaşatılmalıdır. Osmanlılar,
insana saygı ve sevgi medeniyeti kurmuşlardı. Paylaşmayı ve yardımlaşmayı
çeşitli kurumlarla yaygın hale getirdiler. Ahilik, Vakıflar, Doğancılar,
Şahinşahlar, Külliyeler, İmaretler, Hanlar, Hamamlar, Şifahaneler, Sadaka
Taşları, Oruçta Diş Kirası, Oruca Direk Vurma, İmeceler bu hasletlerimizden
sadece bir kaçıdır; ve hepsi insan içindi.
Komşusu
açken, tok yatılmazdı. Hatta aile içinde anlaşmazlıklara sebep olacak, evde
kırılan bir eşyanın satın alınıp aileye verilmesi için dahi vakıflar
kurulmuştu.
Hayvanlara
da büyük sevgi beslerlerdi. Sokak hayvanları için barınak, kuş evleri,
suluklar, sığınaklar,ve sadece, hayvanlara ait vakıflar kurulmuş ve bunlara
maaşlı memurlar görevlendirilmişti. İşte Türkiye’nin kültür, kurum ve
değerlerinde Osmanlı mirası... Kısacası
Osmanlının Türkiye’ye bıraktığı miras budur.
Osmanlı,
memleketinin dağlarında aç kalabilecek vahşi hayvanları düşünür, onlara sığınak
yapıp, rızkını bölüp verirken, İstanbul'da GURABAYI LAKLAKAN(Leylekler
Hastanesi) kuruyordu.
1568’deki
bir Tahrir Defterindeki bilgilere göre
Çemişkezek’te tam on yedi (17)
adet yırtcı kuş yuvası vardır ve korumaya alınmıştır. 1572’de Kozan’a dair
Tahrir Defterinde yedi (7) yuva tesbit
edşldiği ve bu yuvaların korunması için sorumlu ‘Kayacılar’ adı ile memurlar
görevlendirildiği belirtilmektedir.Dikkat! Dikkat!.. Bir yuvaya dört,(4) yedi
yuvaya yirmi sekiz(28) Kayacı tayin ediliyor. Bu Kayacıların hepsi maaşlı olup
yörelerinde çok çok bilgili kimselerden oluşuyordu.
Kanuni
Döneminde Sadece Adaana Kadirli’de
kırkbeş(45) kuş yuvasına hizmet veriliyordu.Bu kırk beş yuvanın (31)
otuz biri Şahin, yedisi(7) Atmaca, dördü
küçük Doğan, üçü de Karadoğanlara aitti. Kayseri,
Gesi, Konya, Kastamonu İstanbul Bursa, Edirne gibi daha nice şehirlerde
de kuş evleri ve hatta, dağlarda susuz kalmalarını önlemek amacıyla maaşla
görevlendirdiği devlet memurları; ve bunlar için kurulmuş vakfiyeleri mevcuttu.
Ülkemizdeki
yırtıcı kuşlar daha o yıllarda gruplara ayrılmışlardı:
ÇAYLAKLAR:
Karaçaylak, Kızılçaylak, Beyazçaylaklar.
ATMACALAR:
Küçük Atmaca, Büyük Atmaca ve Yozatmaca
KARTALLAR:Balık
Kartalı, Deniz Kartalı, Kaya Kartalı,Şah Kartalı,Büyük Bağıran, Küçük Bağıran,
Bozkır Kartalı, Cüce Kartal, Atmaca Kartal,Yılan Kartalı.
DELİCELER:Saz
Delicesi, Ekin Delicesi, Bozkır Delicesi, Çayır Delicesi.
AKBABALAR:
Mısır Akbabası, Sakallı Akbaba, Esmer Akbaba, Kızıl Akbaba.
DOĞANCIGİLLER:Yerli
Doğan, Ulu Doğan, Bıyıklı Doğan, Kara Doğan, Delice Doğan, Güvercin Doğan, Ala
Doğan, Küçük Kerkenez, Büyük Kerkenez,Yerli
Kerkenez.
Bir ata kırk
çeşit isim biçen(Al At, Kır at, Doru At, Alnı Sakar, Ayağı Sakar,
...vb) dedelerimiz hayvanları da korumuş ve nesillerini de muhafaza
etmiştir. Bu tür inanılmaz zenginliklerin de sahibi milletimizin hasletlerini
kaç millette görebiliriz söyler misiniz?(Gürbüz AZAK, ‘Dürbün’, Türkiye
Gazetesi, 1993) Osmanlı, Türkiye’ye ve
dünya insanlığına bıraktığı mirasların en değerlisi, işte bu kültür, kurum,
değerler toplamıydı...
Türk
Akalteke Atları:
Yener YILMAZ(Yük.
Ziraat Müh. Zooteknist, Aynı zamanda Yarış Atları Antröneri İngiliz Atlarının
Atası Arap atları değil Türk atlarıdır diyor.(Şavaş AY, Takvim Gazetesi,
ORTALIK, 25 Mayıs 2008, Pazar) Akal
Türkmenistan bölgesinde Karakum çölü ile Kopetdağ arasında kalan bir bölgedir.
Teke ise Oğuz Türkleri’nin bir boyunun adıdır.Akalteke veya Türkoman veya
Türkatı olarak tanınırlar. Vyana kapılarına kadar bizleri taşıyan kurtuluş
savaşını yaptıran Akalteke atlarıdır. Arap atı sözü Oryantal kelimesi gibi o
dönemde İtalya’nın doğusunda kalan bütün bölgelere verilen isim olmasından
dolayı Arap atları denmiştir. Aslında Arap atları değil Türk atlarıdır.
Atatürk’ün atının Sakarya da bir Türk atıdır.Bugün müze haline getirilen
Gemlik’teki haranın nalhanesindeki belgeler de Türk atları için birer belgedir.
Avrupulılar
bunu çok iyi bilirler benim de sıtaj yaptığım (Yener YILMAZ, Cumhur ÜN
‘Veteriner Hekim’ Türkolog) Güney Almanya’nın Türkheim(Türk Yurdu),
Türkenfeld(Türk Tarlası) şehirlerde de bunların belgelerini bulabilirsiniz.
Başkaca atçı milletlerden olan Avusturya, Macaristan, Polonya müzelerinide bizde bulunmayan; ama bizim atlarımızla
ilgili bir çok belgeler mevcuttur.İngiliz Atları diye bilinen atların atası
Türk soyludur.(Üç aygırdan ikisi Türk soyundandır.)
Bu tez
İngiliz Atçılığında otorite sayılan Prof.Valdimir Vitt’e aittir. 1937 senesinde
yayınlanan “HorseBreeds of Cenral Asia(Orta Asya’daki At Irkları) adlı
kitabında bunları kanıtlamıştır. İngiliz
Atlarının yetiştirilmesine aygırlık eden at isimilerine bakıldığında bu
açıklıkla görülür: Baverley
Turk, Darcy Yellow Turk, Darcy White Turk, Duke Of Buckingam’s Helmsly Turk,
Lister’s Turk(1675), Bunlar
sadece birkaç tanesidir. 1700 lü
yıllarda 700’den fazla Akalteke Atı gönderilmiştir.
Kurumlarıyla
Osmanlı Türkiyesi:
Osmanlı
vilayeti olan bütün ülkelerde imâretler vardı ki bunlar hangi dine mensup
bulunursa bulunsun, hiç bir ayırım gözetilmeksizin bütün fakirlere ihtiyaçları
nispetinde yardım edilirdi. Yolcular imârethânelerde üç gün kalabilirler
ve kaldıkları müddetçe her gün yemekle ağırlanırlardı. Bu
imarethânelerde atları için büyük ahırlar bulunurdu. Bunlar, çeşmelerle de
donatılmışlardı. Bazen bu çeşmelerin suları çok büyük masraflarla uzaklardan
getirilirdi.11
Şehirlerle
yol boylarında bu imârethanelerden başka, her tür kişi ve kuruluşa, kapıları
daima açık duran Kervansaraylar ve umumî binalar vardır. Bütün Yakındoğu'da
bunlardan başka hiçbir otel binası yoktur. İstanbul'da
felâketzedelerin ihtiyaçlarını temin için, padişahların himmeti ve halkın
elbirliğiyle kurulmuş vakıflar bulunurdu. Bu Vakıflara daima, vakıf
gelirlerinden ayrı olarak her gün, fukaraya sadaka dağıtılırdı. Hatta borç
yüzünden hapsedilmiş zavallıların imdadına koşulur; hapiten çıkartılırdı.
Osmanlıda, doğadaki her canlının ihtiyaçlarını temin etmeyi ve borçlu insanları
borçlarından kurtarmayı, kendilerine vazife bilmeyen Müslüman’a, pek az tesadüf
edilebilirdi.12 İşte, Osmanlının
Türkiyeye bıraktığı miras...
Osmanlıda,
analarla babalar, akrabalar ve vasiler, çocuklarına örnek olurdu. Daha en küçük
yaşlarından itibaren hayır işlerine alıştırılırlardı. Hayrat ve hasenât denilen
ve insanı kendi şahsiyetinin kat kat üstüne yükselten fazilet timsaliydiler. Bu
durum şahsî menfaat, cimrilik, tamahkârlık gibi duyguları uyuşturup, insana
yardım hissini uyandırırdı. Osmanlı insanı bu değerler içinde yetişir ve bu
değerler, Osmanlı insanını, diğer milletlerden çok üstün bir seviyeye
yükseltiyordu.
Osmanlıların
edep, nezaket, terbiye konusu ile yedikleri içtikleri ve kullandıkları
ortamdaki temizlik hususunda ulaştıkları
seviye, hiçbir milletin seviyesiyle mukayese edilemez. Osmanlı insanı demek, imrenilecek zarâfete,
güzel giyimli, temizlik, edep ve nezaket timsali kimse demekti.
Osmanlılar,
gönülden bağlı bulundukları İslâmiyet’in kin ve garazı yasaklaması sebebiyle
her Cuma ve Bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve
aralarındaki kusurları af edip barışmaya vesile etmişlerdi.
Avrupa
halklarında mevcut olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları Osmanlıda
yoktu. Sokaklar, gayet sakin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere
tükürmezdi. Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakâr ve sükûnet
içinde olurdu. İfadeleri gayet zarif ve düzgündü. Yaşlılara
hürmet, kusursuz ve pek yüksekti. Hanımlara karşı hürmet ise, umumî bir ananeydi.
Anne, teyze, hala, görümce, elti, kaynana, kayınbabanın ayrı bir değeri ve
saygınlığı vardı. Bu ve benzeri
hususlarla alâkalı araştırma yapan Avrupalı yazarların birçok sayısız tespit ve
itirafları olmuştur.
A.Brayer : “Halkın
üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asâlet ve
yüzlerinin çizgilerinde, ne tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları
dil de, ne tatlı ve ne kadar âhenklidir!”
Vigulier : “Sohbet
edenlerin ifadeleri veciz ve telaffuzları pek temizdir! Tebessümlerinde incelik
ve el hareketlerinde ayrı bir zarâfet ve sadelik vardır. Ecnebileri, en çok
hayrette bırakan cihet, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz
söylemesidir. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftira gibi
kötülükler ve edebe mugayir laubâli sözler yoktur.
Yaşlı ve
büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayâl edilemeyecek bir nezaket
içindedir. Diyebilirim
ki, Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı adeta büyüler. Yürüyüşlerinin
serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet
selamlığa girip çıkarken, riayet ettikleri, teşrifatın zarafeti karşısında
hayran olmamak, elde değildir.”
Edmondo de Amicis de şöyle der: “Tetkik ve
tespitlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nazik ve en kibar
topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir
hakaret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur.
Halk
arasında, küstahça bir bakış şöyle dursun, fazladan, kötü bir nazara bile,
hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Kapı, pencere ve
dükkanlardan hiçbir kadın sesi aksetmez ve kapılar asla kilitlenmez. İnsanlar
kimi zaman damların üstünde yatarlar ve birbirlerinden asla rahatsızlık duymazlar.”
İşte Osmanlı
buydu. Dünyaya huzur veren yedi asırlık medeniyetin kültür değerleri bu
değerlerdi. (Mehmet Oruç, Türkiye, 24.11.2001)” dağlar kadar fark vardır. 13
En aşağı
tabakadan, yüksek bir mevkiye çıkan bir Osmanlı Türk'ü bile, yeni makamının
icap ettirdiği azâmet ve vekârı derhal takınıverir. Osmanlı,
İster kubbeden divana çıksın, ister divandan inip zavallı biri
haline gelsin, hiçbir zaman sukûnetini kaybetmezdi.14
Meşhur
Seyyah A.de ma Motraye "Voyages en Europe et Afrique" adlı
“Lahaye” de basılan kitabının 258.sayfasında : "Bu memlekette, yani
Anodolu ve İstanbul'da hemen hemen hiçbir cinayet vak'ası duyulmaz; eğer bir
iki fevkâlâde vak'a zuhur edecek olursa, onlar da ani bir feveran neticesinde
veyahut yol kesen haydutların yaramazlıklarından ibarettir." diyor. 15
İşte, yabancı
seyyahların anlattıkları ve Osmanlı halkının, Türkiye’ye bıraktığı miras...
Değerleriyle
Osmanlı Türk Kültürü Osmanlı
Padişahları fermanlarının başında : “Yedi iklim ve diğer bütün
toprakların ve de kürre-i arzın mutlak sahibi" 16 sıfatını kullanırlardı. Osmanlı, öylesine
ihtişamlı, muhteşem, gelişmiş ve tekâmül etmişti ki toprağında yaşayan her
canlının ayak sesini duyar; kıpırtısını hisseder; yağmurdan, rüzgardan ve
kuşlardan haber alır; çobanın sürüleri dahi onun bilgisi dahilinde adım atardı. Osmanlı,
kendisini yeryüzünde Allah'ın bir gölgesi
olarak görürdü...
Osmanlı
devlet erkanı herhangi bir köylünün Muş'un Bulanık İlçesi'nden çıkıp
İstanbul'un Üsküdar Mevkiine gelip yerleştiğini bilirdi. Öylesine sağlam bir
istikbarat ve sicil kayıtları vardı. (Doğduğu yer
Erzurum, Dadaşlar meskun mahalden kalkıp; yedi yüz baş koyun sürüsü, beş yüz
keçi, üç yüz kısrak, iki yüz aygır, yüz, irili ufaklı tay, yüz tavuk yirmi
horoz, yirmi beş horanta...vb. ile birlikte Kayseri'de Cürcürler Mahallesi'ne
gelerek yerleşti.) diyerek giriş ve çıkışları kaydedilirdi. Eşkıya,
soyguncu ve teröristler hiçbir yerde barınamazdı. Elliden fazla devlet, eyalet
ve şehirlerde hüküm süren Osmanlı Türk’ü için,
bunu tespit ve yerleştiği yeri bulmak, hem de o zamanda, oyuncak
işlerdendi.
Avrupa’nın
Kralları Osmanlının; ancak Vezirazamı ile denkti:
Avrupa
Kralları vezirler düzeyinde ağırlanır. Ziyaretlerde teşriflerde,
kabullerde ve anlaşmalarda vezirazamlar imza korlardı. Kanunu Sultan Süleyman
devrinde Vezirazam İbrahim Paşa, Avusturya Kralı ile her yazışmasında O'na, "kardeşim"
diye hitap ederek Avusturya Kralı'nın, Osmanlının; ancak Vezirazamı ile denk
olabileceğini vurguluyordu...17
Değerli
Dostlar; Osmanlının
bizzat yaşadığı birkaç tarihi belgeye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Dans: Fransa'da
kadın ve erkeklerin birbirlerine sarılarak "DANS" denen bir oyun
ettiklerini duyan Osmanlı Hakanı Kanûnî Sultan Süleyman, Fransa Kralına
Hitaben: "Ben ki kırksekiz krallığın Hakanı, Sultan Süleyman Han'ım.
Sefirimden aldığım habere göre, memleketinizde dans nâmı altında, kadın-erkek
birbirlerine sarılmak suretiyle, (alametleinnas) herkesin gözü önünde (icrayı
lağviyat) faydasız işler işlenmekte olduğunuzu (mesmuu şahanem olmuştur)
işitmişimdir... İş bu
rezaletin, memleketime de yayılma (sirayeti) ihtimali olduğundan(muvacehesinde
nağmey-i humayunum yedinizi) fermanımın elinize (vusulünden) ulaşmasından
itibaren derhal son verilmediği taktirde, bizzat orduyu humayunumla gelip
kaldırmaya (men'e) muktedirim." dediğinde "dans" o dakika
kaldırılıyor!..
II.Bayazıt: Sene 1503
Fatih'in oğlu II.Bayazıt'ın hüküm sürdüğü yıllar...Venedikliler, iki Yeniçeri
askerimizi esir almışlar bunlardan birini satıp diğerini de işkence ederek
hapsetmişler... Venedik Sarayı'nda Osmanlı Türkü'nün aleyhine de bir
resim asılmış. Padişah, başında: "Yedi iklim ve diğer bütün toprakların ve
de kürre-i arzın mutlak sahibi" sıfatını kullanarak bir nağme-i humayun
gönderiyor ve diyor ki: "Haber
aldım ki, nihayet iki askerimi esir alıp satmış ve işkence etmişsin. Bu
nâğmey-i humayunumu sana getiren Turhan Oğlu Ömer Bey'in yanındaki kulum
Ali'ye, vakit geçirmeden satttığın askerimi nerede ise bulup, teslim edesin...
İşkence
edilene ise, (150.000)yüzellibin kuruş, gümüş akçe tazminat ödeyip, kendisine
veresin; ve de sarayında bizim aleyhimizdeki, ol tasviri yerinden söküp
yakasın; ve küllerini bana verilmek üzere; kendisine hemen teslim edesin...
Yoksa,
bilesin ki sonu senin için nice ve nasıl azaplarla dolu olacağını, tahmin edemeyeceğin
bir sefer açarım ki, sefil u rezil olursun..." Emir yerine
getirip esir bulunuyo. Yüzeli bin gümüş tazminat ödenerek, resim sökülüp
yakıldıktan sonra külleriyle beraber hepsi İstanbul'a yollanıyor.
Preveze'de: Barbaros
Hayrettin Paşa: İspanya, Portekiz, Venedik ve Papa Donanmaları'nın Preveze
Körfezi'nde toplandığını öğreniyor. Bu birleşik deniz kuvvetleriyle savaşmaya
karar veriyor. Düşman donanması : 52 Parça Kadırga, ve Andredorya, yetmiş parça
kadırga gemi, Venedik Generali ve otuz parça kadırga, Papa Kaptanı ve on
parça kadırga ile Rodos Hakimi... Ve gönülllü hurda gemilerle, altıyüzden fazla
yelkenli. Toplam: 766 Kadırga ve çekdiri gemi ve bir o kadar gönüllü
birliklerle hücum ediyor... Osmanlı
Müslüman Türk'ü, 120 çektiri gemisiyle mücadeleye başlıyor. Avrupa
Kuvvetleri'nin büyük bir çoğunluğu, gemileriyle kaçabilenlerin haricinde onca
zevatıyla birlikte, denizin derinliklerine gömülüyor. Zafer Kanûnî’ye ulaşıyor.
Kanûnî Sultan Süleyman Han Gazileri,
yüzbin akçe ile ödüllendiriyor.18
Tiryaki
Hasan Paşa: Kanije'de kuşatmanın
uzayıp yiyecek ve erzaksız kalmaları üzerine, Tiryaki Hasan Paşa, kaledeki üç
bin askeriyle, (30.000)kişilik düşman çemberini içine dalıyor. Gece karalığında
korkan düşman askerlerinin tamamına yakını kılıçtan geçiriliyor...
Kurtulabilenler çil yavrusu gibi sağa sola dağılıyor...
Gazi Osman
Paşa: Plevne'de,
Gazi Osman Paşa Sırp isyanlarını bastırmakla görevli iken, kendini Tuna
Vilayeti'nde Plevne Kuşatması'nın içinde buluyor. (10.000)onbin kişilik imanlı
erleriyle; Osmanlı-Rus Savaşı'nın başladığı yıllarda Plevneyi Ruslar'dan geri
alıyor. Rus Ordusu, takviye olarak gelen (50.000)kişilik Romen Ordusu'na rağmen
soğuk kış başlangıcında Plevne önünde çakılıp kalıyor.
Niğbolu’da,
Sigismund'un başını çektiği orduya: Fransa, İngiltere, Almanya, Polonya,
Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, ve Belçika katılır.
Avrupa'nın en büyük Hıristiyan orduları, Yıldırım'ın düşmandan çok daha az 40.000 atlısı karşısında,
darmadağın olur, kaçacak yer ararlar. Kosova, Malazgirt, Çaldıran ve
Çanakkale'de de sonuç aynıdır.
İşte, Osmanlıdan Türkiye’ye kalan miras.
I.Fransuva
Tahta Çıkıyor: Fransa’da
Kralı'nın ölümü ve I. Fransuva'nın tahta çıkmak istemesiyle başlayan iç
karışıklıkların bastırılması ve I. Fransuva'nın tahta çıkması için,
annesi Osmanlı Padişahı'na bir mektup yazarak, Frasuva'yı tahta çıkartmasını
isitiyor. Bu dileği kabulediliyor. İsyanlar
bastırılıp asiler cezalandırıldıktan sonra, Fransa veliahtı Fransuva, Türkler
tarafından tahtına oturtulup taç giydiriliyor ve kıral ilan ediliyordu. Tahttan indirip tahtla taçlandıran Osmanlı...
Rus
Ordusu ve Katerina: Osmanlı-Rus
Savaşı'nda Baltacı Mehmet Paşa, Rus ordusunu imha edip tarihten silmek
üzere tam anlamıyla kuşatıyor. Bu çemberden kurtulmaya asla imkan ve ihtimal
yok. Rus
komutanları ve düşünürleri Türkler'in aman dileyene el kaldırmayan güzel
hasletinden yararlanıyorlar. Çariçe Katerina, çeşitli türdeki hediyelerle
Baltacı Mehmet Paşa'nın Otağı'na kadar gelip yalvarıyor. İş tatlıya bağlanarak,
Savaş sona erdiriliyor ve Rus Ordusu tarih sahnesinden silinmekten kurtuluyor.
İsveç
Veliahtı’nın Türk Gibi Yetiştirilmesi: İsveç’te,
İsveç Veliahtı'nın maharet, bilgi ve savaş oyunlarında bir Türk gibi
yetiştirilmesi için İsveç Kralı, Osmanlıdan ricada bulunuyor. Dilek
kabulediliyor. Osmanlı'dan
giden öğretici İsveçte bayraklar, flamalar ve ayağının altına
rengarenk halılar döşenerek karşılanıyor. Onuruna kırkgün şenlikler
düzenleniyor... İşte,
sıradan bir Osmanlı'ya yapılan karşılama töreni bile, anlayan için bize,
Osmanlı'nın kim olduğunu anlatmaya yetiyor...
Türk
Köyleri: Holanda'da
çalışan bir işçi dostum anlatmıştı. Orada "Türk Köyü" adıyla anılan
bir köy varmış. Bu köye Türk Köyü denmesinin nedenini yerli yaşlılardan
sorunca anlatmışlar ki: Orası eşkıyalar yatağıymış. Her hasat mevsiminde
eşkıyalar bu köyü basar; köylünün elinde neyi var neyi yok soyup soğana
çevirirlermiş. Zavallı köylüler bir kış boyu perperişan olurlarmış. Köylüler bu
durumdan kurtulmak için bir çare düşünmüşler. Gidip Osmanlı eyaletlerinden bir
Müslüman'a akıl sormuşlar. O da:
"Oraya
bir Osmanlı Bayrağı asın!.." demiş. Adamlar memleketine gelmiş. Denileni
yapıp, köyün ortasında yüksekçe bir yere, Osmanlı Bayrağı asmış ki ihtişamla
dalgalanır. Ertesi yıl
hasat mevsimi eşkıyalar köye girecekler; ama bir de ne görsünler, orada bir
Osmanlı Bayrağı dalgalanıyor. Birbirlerine fısıldaşmışlar... Kellerinden
korkarak oradan uzaklaşmışlar. Tabii köylüler de bu sayede rahat ve huzura
kavuşmuşlar. Böylece bu
köyün adı Türk Köyü olarak kalmış.19
Ne diyelim, eşkıya bile anladıktan sonra... Bize ne demek kalır?.. İşte Türkiye’nin kültür kurum ve değerlerinde Osmanlının bize
bıraktığı mirası budur.
İlim, Sağlık
ve Gelişmeye Değer Veren Millet: 745-940
yılları arasında Türkistan'da yüksek bir medeniyet kuran Uygur Türkler'i
Matbaayı keşvedip, oynak harfler kullanarak ve bu harfleri satırlar halinde
dizip kitap sayfaları hazırlayarak, kağıda basıyorlardı. MATBA ilk defa Türkler
tarafından kullanılmış ve bugün Almanya'nın Doğu Berlin'de orjinalleri olan
sekizbin, değişik eser; bizim, elli yıl önce kullandığımız kılişe tipinin
benzeri ile basılmıştı.(Kaynanam Kara, Papam Kara, İkiz Kardeş Hikâyeleri...)20
Fatih Sultan
Mehmet Han: 1478 Yılında
Fatih Sultan Mehmet Han’ın bizzat kendisi, İşkodra ve Rodos kuşatmalarında
Zeytinyağı, kükürt ve balmumu karışımından yapılan tahrip gücü yüksek bir ROKET
geliştirdi. Bunlar isabet ettikleri yeri yıkıyor, müdafileri ve halkı kalenin
mahzenine sığınmaya mecbur ediyordu. 21
Mehmet
Muhittin Efendi: 1580'de
BÂLİBİLEN DİLİ diyerek ortaya attığı görüşle, dörtbin kelimelik bir sözlük
çalışması da yapan Mehmet Muhiddin Efendi, Arap Alfabesini esas
alarak, Türkçe ve Farsça'daki "ç,j,p" harflerini, buna ilave ederek,
yeni bir dil ortaya koymuştu. Hedefi önce İslâm ülkeleri arasında ortaklaşa
kullanılan bir dil oluşturmaktı. Daha
sonra da bunu dünyaya yaymak düşüncesinideydi. Avrupa’da Esperanto
Dili diyerek ortaya çıkan “Schleyer, Zamenhof ”, Mehmet Muhiddin Efendi'den, üç
yüz yıl sonra dünyaya gelmişlerdi. 22
Hazarfen
Ahmet Çelebi: 1606'da
Hazarfen Ahmet Çelebi taktığı kanatlarla Galata Kulesi'nden uçar. Karşı sahile
yumuşak bir iniş yapar. UÇAK ve paraşütün yolunu açmıştı.
Lâgari Hasan
Çelebi: 17.yy.da
bizzat IV. Murat'ın huzurunda ogüne kadar duyulmamış, görülmemiş, düşünülmemiş bir deneme
gerçekleştirildi. Lâgarî Hasan Çelebi adlı bilgin, bir gece vaktinde YEDİ KOLLU
FİŞEK denilen garip aracını Sarayburnu'na getirmişti. Yardımcıları barut
mahzenini ateşlediler; ve Lâgarî Hasan Çelebi'nin bindiği araç ok gibi
gökyüzüne fırlayarak karanlık semada kaybolup gitti. Öldü sanılan
Hasan Çelebi birkaç saat sonra kartal kanatlarıyla yeryüzüne iniyor. Yürüyerek
Saray'a varıyor ve Padişah'ın huzuruna vardığında: "Sultanım, sana İsa
Aleyhiselam'dan selam getirdim." diyerek latife ediyor.23 O dönemden JET ve UZAY araçlarının yolunu
açıyordu.
İbni Sinâ: "Onsekiz
yaşından önce bütün bilim ve felsefede söz sahibiydi. Avrupa'da Avecina'dır. "G.
M. Vickens: 16-17 yaşında çok ünlü bir hekim oldu. İbni Sinâ (Ebu Ali
Sinâ)Tıbbın babası sayılan Türk ve İslâm âleminin en büyük bilgini,
filozofu ve tıbçısı.
(980-1037)
57 yaşında vefat etmesine rağmen iki yüz yirmi(220) adet eser
bırakmıştır. Altıyüz yıl tıp ve eczacılık konusunda dünya ülkelerine kaynaklık
etmiştir. Kitabları Batı Ülkelerinde 600 yıl Modern Tıp gelişinceye kadar, ders
kitabı olarak okutulmuştur.24”
İbni Sinâ daha o dönemde hastaları ameliyata alıyor, ağrıyan ve hasta olan organı tedavi edilmeğe çalışılıyordu. Avrupa'da ise bu hastaların içindeki Cin’i, Şeytan’ı çıkarmak için ya baş aşağı asılıyor, ya etrafına ateşler yakılıyor veya günlerce direklere bağlanarak kırbaçlanıyordu. Türkler se hastalarını müzikle tedavi etmek için Akıl hastaneleri kurmuştu...
İbni Sinâ daha o dönemde hastaları ameliyata alıyor, ağrıyan ve hasta olan organı tedavi edilmeğe çalışılıyordu. Avrupa'da ise bu hastaların içindeki Cin’i, Şeytan’ı çıkarmak için ya baş aşağı asılıyor, ya etrafına ateşler yakılıyor veya günlerce direklere bağlanarak kırbaçlanıyordu. Türkler se hastalarını müzikle tedavi etmek için Akıl hastaneleri kurmuştu...
Psikolojik
ve ruhsal yönden de tedavi edilen insanlar, İbni Sinâ'nın elinde şifa
buluyordu. İbni Sina’ya göre: "Bedenle birleşmeyen ruhun, bireysel varlığı
yoktur. Onun tek ve kişisel oluşu bedenle birleşmesinden ve onun bir alet
olarak kullanılmasından sonradır. Ruh, bedene
eklenen, bedeni tamamlayan ve bedenin faaliyetini sağlayan güçler
toplamıdır." diyen İbni Sinâ: KANUN adlı kitabında : "Hastalık
yapmayan tehlikesiz içecek, kaynatılıp soğutulduktan sonra içilen sudur; çünkü
bazı sularda CİNNÜMA "suda yaşayan, gözle görülmeyen latif cisimlerden
ibaret bir yaratık, mahlûk vardır." diyor. Görüldüğü gibi İbni Sina
"MİKROP"u biliyor, tanıyor ve onu tarif ediyor. Kısaca,
sağlıklı kalmak için suyu kaynatıp içiniz. Diyerek daha ozamandan bizi
ikaz ediyor.
İbni Sinâ
yıllar önce, MİKROBU keşfetmişti. Mikrobu keşfettiğini söyleyen Avrupalı Paster
ise(30 Haziran 1878)İbni Sina'dan (850-900) sekiz yüz elli, dokuz yüz yıl sonra
yaşayacak ve MİKROBU buldum diyerek, Tıp Akademisine bildiriyordu.25
İbni Sinâ,
Psikiyatrist olarak, REY Şehri Hükümdarı'nı MELANKOLİ; Taberistan Hükümdarı
Kabus Veşmigir'in yeğenini KARASEVDA hastalığından kurtarıyor. Kadavralar
üzerinde OTOPSİ yaptığını, ANATOMİK çalışmalarda bulunduğunu
söyleyerek: Fizyoloji, patoloji, farmakoloji, klınık hekimliği, anestezi, lokal
anestezi, genel çerrahlık, nöroloji, psikiyatri, mani, melankoli, hafıza
bozukluğu, geri zekalılık, sinir, göz adeleleri, gözün tabakaları,
gözyaşı kanalları, ophthalmai, konjonktivit, nabız, üroloji, idrar
değişmeleri, idrarda kullanılan sondayı(kastara, kasatir), trahom(Tahlili),
doğum, kadın, hastalıkları, kuduz, çocuk hastalıklarını, pediatri ve pedagoji,
koruyucu hekimlik, göz, kulak, boğaz, akciğer, karaciğer hastalıkları ve
tedavilerinden bahseden ve ilk ortaya koyan atamız İbni Sinâ'dır. Matematikte "O"sıfırı keşfeden
yine, İbni Sinâ'dır. 26
1000li
yıllarda Yozgat’ta, 1205'te Gevher Nesibe Sultan tarafından Kayseri'de
kurulan Şıfaiyye ve Tıp Okulu ilk öğrenimi teorik olarak başlatmıştır. 1453'te
Doğu Roma'yı alarak İstanbul'u fethetmiş, bir çağı kapayıp yeni bir çağı
açmış, Nurlu Kumandan, kendisinden Kulların Acizi diyerek söz ediyor. İşte
Müslüman Türk'ün hayatının ilkesi bu tevazu, kendini diğer insanlara adama
dusturu... Osmanlının Türkiye’ye
bıraktığ mirası... Fatih, bir
sosyal güvenlik teşkilatı kurdurarak devlet kesesinden değil, bizzat kendi
parası, alınteri ile, vakıf çalışanlarına, cebinden maaş bağlıyor. Bugün
kurulmaya çalışılan AİLE HEKİMLİĞİNİ daha o zamandan kurmuştu.
Akşemseddin,
"Madded'ül Hayat" adlı eserinde: "Hastalıklar, insan vucuduna
giren göze görünmez bir takım CANLI TOHUMLAR yüzünden gelir. Yine o CANLI
TOHUMLARLA insandan insana bulaşır." Diyerek MİKROBU ataları gibi bilip
farkeden "PATOJEN FAKTÖR" olarak tanıyan âlim ve üstad Fatih Sultan
Mehmet'in Hocası İstanbul'un manevî fatihi Akşemseddin'dir. Avrupa’nın
komleksli ilim adamı Luis Pasteur ise Akşemseddin'den dörtyüzyıl sonra, İbni
Sina’dan dokuz yüz yıl (900) sonra yaşamıştır. 27
Burada bir
şeye dikkatinizi çekmek isterim...
Bügün
Osmanlı yıkılalı seksen sekiz (88) yıl
olmuştur. Yani bunların bizden önceki hayatına hayat bile denemez.... Fatih
Fermanında: "Ben ki İstanbul Fatih'i kulların acizi Fatih Sultan Mehmet;
bizzat alın terimle kazanmış olduğum akçalarımla satın aldığım İstanbul'un
taşlık mevkiinde malûm hudut olan yüz otuz altı(136) parça dükkanımı,
aşağıdaki şartllar doğrultusunda vakfeyliyorum.
Şöyle ki: Bu
gayrımenkûllerimden elde edilecek gelirlerle İstanbul'un her sokağına ikişer
kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerindeki kireç tozu ve kömür külü olduğu halde
günün belirli saatlerinde, bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin,
tükürükleri üzerine, bu tozu dökeler ki yevmiye yirmişer akçe alsınlar. Ayrıca
on cerrah, on doktor, üç de hastabakıcıyı, memurlukla görevlendirdim. Bunlar ki
ayın belirli günlerinde, İstanbul'a çıkalar istisnasız her kapıyı çalarak, o
evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise şifasını veya mümkün ise
hastalığını gidereler. Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin
hastaneye kaldırılarak orada tedavi edileler.
Allah
vermesin herhangi bir kıtlık, gıda maddesi sıkıntısı olabilir. Böyle bir hal
karşısında bırakmış olduğum yüz silah, ehil kişilere verilerek, vahşi hayvanlar
yumurtada ve yavruda olmadığı sıralarda dışarıya çıkıp avlanalar ki
hiçbir zaman hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca vakfımda bina ve inşa
ettirdiğim imarathanede şehit ve yakınlarıya İstanbul fakirleri yemek yesinler;
ancak yemek yemeye veya almaya bizat kendileri gelmeyip yemekleri güneşin loş
bir karanlığında(gece vakti)ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde
evlerine götürüle.28
Kanûni
Sultan Süleyman’ın sağlık ve sıhhate
dair şu sözüyle, sağlığa "Devlet Kazanmak", "Hakan Olmak"
tan daha fazla önem verdiğini görüyoruz:
En büyük makam, sağlıklı bir nefes alıp vermektir.
Halk içinde
muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya
devlet, cihanda bir nefes sıhhat gibi...
"Kanûnî Sultan Süleyman"29
Osmanlı
Fethettiği Ülkelere barış ve refah götürüyor: Fethedilen bölgelere, İslâm’ın güzel ahlâkı ile bezenmiş aileleri, alperenleri,
dervişleri, ahileri yerleştirdiler. Yerli halk bunların yaşayışını bizzat
görerek İslâmiyet’i tanıdılar. Kendi yaşayışları ile Müslümanların, insana ve
insanlığa örnek yaşayışları arasındaki
farkı görerek seve seve Müslüman oldular ve devletin gönüllü savunucuları
hâline geldiler. Osmanlı Devleti ve sultanlarının davaları da, kendi tabirleri ile “nizâm-ı
âlem” (dünya barışı) üzerinde toplanıyor. Koca devletin varlık sebebi ve
savaşları da, insanî esaslara bağlı bulunan, bir cihan hakimiyeti düşüncesine
dayanıyordu. Sistem, insanları sömürmek, varını yoğunu elinden almak üzere
değil; vermek üzerine, üzerine kurulmuştu.
Osmanlıdan
sonra böyle bir devlet çıkmadı. Çıkması da mümkün değil. Osmanlı gibi, adaleti,
huzuru gaye edinen bir devlet olsaydı, Filistin’de Balkanlar’da ve diğer
ülkelerde bu zulümler ve bu canilikler yapılamazdı! Yanlış yapan başına
gelecekleri bilirdi. (Mehmet Oruç, Türkiye, 27.4.2002.)
Osmanlılar, camiler, medreseler, hastaneler, tımarhaneler, hanlar, kervansaraylar, bentler, çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, kuyular, köprüler, yollar, kaldırımlar, imarethane hizmetlerini vakıflar kurarak, Allah rızası için pek mükemmel ve çaplı bir şekilde yürütmüşlerdir.
Osmanlılar, camiler, medreseler, hastaneler, tımarhaneler, hanlar, kervansaraylar, bentler, çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, kuyular, köprüler, yollar, kaldırımlar, imarethane hizmetlerini vakıflar kurarak, Allah rızası için pek mükemmel ve çaplı bir şekilde yürütmüşlerdir.
Bu yüksek
ahlâkî değerler, bütün dünyanın gözlerini kamaştırmıştır. Muhtelif sebeplerle
bizleri sevmeyen ve hatta can düşmanımız olan Batılı seyyah ve araştırmacıları
dahi, asırlar boyunca hayretler içinde bırakmıştır. Bütün
bunlardan daha fevkalade ve şayan-ı takdir olanı da, yapılan bu binalarda
yaptıranlara ait hiçbir emarenin görülmemesidir....” İşte
Osmanlıyı Osmanlı yapan değerler... Hem de bir gayrimüslimin ağzından... (Mehmet Oruç, Türkiye, 23.11.2001)
SONUÇ OLARAK
Her
Osmanlının kendisine görev kabul ettiği ilker şunlardı:
Yaz
sıcaklarında çeşme ve sebillerde karla soğutulmuş su vermek,
Hanlar ve
kervansaraylarda yolcuları üç gün parasız misafir etmek,
İmarethanelerde
muhtaçlara her öğün yemek ikramı yapmak,
Borç
yüzünden hapsedilmiş olanların borçlarını ödeyerek onları mahkumiyetten
kurtarmak,
Ölen fakir
kimselerin borçlarını ödemek,
İhtiyaçlarını
söylemekten utanan muhtaçlara, itibarlarını zedelemeden gizlice yardım etmek,
Köle ve
cariye azat etmek,
Yangınlarda
evi yananlardan fakir kimselerin evlerini bedelsiz inşa ettirmek gibi
insanların rahatı ve huzuru için yapılan faaliyetler...
Osmanlıda hayrat ve hasenat, yalnız insanları değil, hayvanları ve nebatları dahi içine alırdı. Nitekim hayvanları korumak, beslemek için de vakıflar kurulmuştur. Bunlara bakanlara da bizzat, devleten maaş bağlamıştır. Bu vakıflar, Avcı kuşları, göçmen kuşlar, güvercinler, aç kurtlar ve yaban hayvanları, için bizzat barınma yerleri imar edilmiş ve kışın o soğuk günlerinde neslinin devamını sağlamak maksadıyla yemekleri verilmişti.
Osmanlıda hayrat ve hasenat, yalnız insanları değil, hayvanları ve nebatları dahi içine alırdı. Nitekim hayvanları korumak, beslemek için de vakıflar kurulmuştur. Bunlara bakanlara da bizzat, devleten maaş bağlamıştır. Bu vakıflar, Avcı kuşları, göçmen kuşlar, güvercinler, aç kurtlar ve yaban hayvanları, için bizzat barınma yerleri imar edilmiş ve kışın o soğuk günlerinde neslinin devamını sağlamak maksadıyla yemekleri verilmişti.
Sokak köpek
ve kedileri, beldenin belli semtlerine et ve ciğer dağıtılarak
beslenmekteydiler. Sadece bunlar mı?..
“Ormanımdan
bir ağacımı kesenin başını keserim.” Diyecek kadar ağaç sevgisiyle dolu ve
bunun için vakıf kurmuşlardı.
Osmanlı,
biliyordu ki tabiat ve onun içindeki vahşi hayat, yok olursa, insan da yok
olacaktı. Osmanlı, insanı ve doğayı korumuk için tedbirliydi...
Osmanlı
sadece kendi çocuklarını değil; devşirmelerini bile yetiştirirken:
Müslüman
Türk’ün Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu;
İlâhi
kelimetullahı yer küresinde hakim kılmak için geldiklerini;
Allah’ın
nizamını yeryüzünde hakim kılmak gerektiğini;
Ölümsüz,
sonsuz bir devlet sahibi olduklarını (Devlet-i ebet müddet);
Yer
küresinin tek sahibi olduklarını(Kürre-i arzın mutlak sahibi);
Yedi iklim
ve diğer toprakların tek hakimi olduklarını;
Dünyanın bir
Türk’e dar olduğunu;
Beden,
ölünceye kadar çalışmak (Çalışmanın yaşı yoktur.) Ayakta yaşlanmak, dimdik
ayakta ölmek... Osmanlının inanç ve düşünüşünün bize bıraktığı en güzel
mirastır...
Fransız
Yazar, Ceza Gadron, “Gelibolu,(Çanakkale)” adlı kitabında: “Atillâ Tanrı’nın
kırbacı, Tanrı, kendi yolundun çıkanları cezalandırmak için Aillâ’yı
gönderirdi.” Diyor.
Fransız
tarihçisi Grengur: “Osmanlı imparatorluğu, beşer tarihinin en büyük; ve hayrete
değer vakalarından biridir” demektedir.
Prof.Dr.
Albert SOREL 1912 yılında Üniversitede öğrencilerine ders anlatırken dünyada
iki muamma var: Birincisi, “Keşfedilmeyen Kutuplar”, İkincisi, “Türkler” diyor.
Kaşgarlı
Mahmut; Divan-ı Lügatıt Türk, adlı kitabında: Peygamberimiz kıyamet âlametlerinden bahsederken : “Türk Dili’ni öğreniniz; çünkü Türkler’in
uzun süren egemenlikleri olacaktır.” Demiştir.
Peygamberimiz,
Miraç’tan inerken aşağıya baktığında beyaz atlı süvariler görüyor ve kendisini
Miraç’tan indiren Meleğe bunlar kim?” diye soruyor. Melek de: “El etrak’ül
cindullah.” Alah’ın süvarileri Türkler.’”diyor. C.Kutay, “Tarihi
Sohbetler”C.VI.s.173
Şimdi biz de
diyoruz ki:
İlahî
kelimetullah ülküsünü yeryüzünde hakim kılmak isteyen, ebedî devlet sahibi,
Allah’ın yeryüzündeki halifesi Müslüman Türk, Türkiye! Senin bir kıta üzerinde
hükmetmen YETMEZ!.. İlâhi EMİR bir
kıtaya sığmayacak kadar büyük ve kutsal bir davadır. Elliden fazla devlet ve
toplulukların varisi olduğumuz gibi; beş
kıtada kurduğumuz ve büyük saadet ve şereflerle yönettiğimiz yerküresinde,
sadece birinin toprakları (Osmanlı Hanlığı) 23 milyon kilometre kare, (Cengiz
Hanlığı “Timuçin”) 44 milyon kilometre kare olan, dört Atabeylik, otuz iki Beylik, on yedi
Hanlık, elli üç Devlet, on altı İmparatorluk ve on üç Cumhuriyeti kuran
atalarımızın da varisi olduğumuzu unutmayacağız.
Dünyanın her
canlısından yükselen sesler, yeni efendiyi yer ve göğe; deniz ve karaya,
tüm kulaklara; muştulu haberlerle fısıldıyor... İşte, artık emaneti, ehlinin üstlenme zamanıdır.
Ufuk sahibi, ideal sahibi, bütün bir millet, el ele, gönül günüle, bir ve
beraber olarak, dün olduğundan daha hızlı, daha çabuk... Gece uyumadan, gündüz
oturmadan; ölesiye, bitesiye çalışarak ...
Osmanlının
varisi, Türkiye olarak, bütün dünya seni bekliyor. Bu hayâl gönüllerde yer
bulmalı.. Bu rüyamız hep görülüp durmalı, heyecanlarımız diri ve canlı
kalmalıdır.
KAYNAKLAR:
1 Nutuk Söylev ve Demeçler."Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi.
1 Nutuk Söylev ve Demeçler."Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi.
2 Uluğ Beg
Akadimiyası. A.A.Abdurahmanov.Özbekistan/Taşkent.s.10
3 Uluğ Beg
Akadimiyası. A.A.Abdurahmanov.Özbekistan/Taşkent.s.114 Eserlerinden özellikle
KANUN (beş cilt, birmilyon kelime, Teşrih Fizyolojisi, Eczacılık, Tıp Soruları,
760 ilaç çeşidi, eczacılık metodları, ) 600 yıl tıp ve eczacılık
konusunda dünyaülkelerine kaynaklık etmiş, Batı Ülkelerinde ders kitabı olarak
okutulmuştur. MANTIK, BİLGİ TEORİSİ, TABİAT İLİMLERİ, PSİKOLOJİ, TASAVVUF ,
METAFİZİK, DİN FELSEFESİ, AHLAK, ASTRONOMİ, MATEMATİK, MUSİKî... gibi konularda
eserler yazmıştır. Akılcılığını FARABİ'den; Tecrübeyi EBU BERK RAZİ'den
almıştır. (Batı'nın Albertus, Maknus, Saint Boneventura, Saint Thomas ,
Saint Anselma gibi bilginlerini yetiştirmiş, üzerinde derin izler bırakmıştır.)
5
Birûnî. Uluğ Beg Akademisi.A.A.Abdurahmanov. Özbekistan,Taşkent.s.
10
6 El Cebir.
Uluğ Beg Akademisi.A.A.Abdurahmanov. Özbekistan,Taşkent.s. 10
7.Horazmi,
Ferganî, Gıyaseddin El Koşıy, Uluğ Bey, İbn-i Irak, Kamusıy: Uluğ Beg.
Akademisi.A.A.Abdurahmanov. Özbekistan,Taşkent.s. 10-
138 Al
Hammer, Al Masıh. Uluğ Beg Akademisi.A.Abdurahmanov. Özbekistan,
Taşkent.s.10
9 .Türkiye.
29 Ekim1999, Cuma. Kayseri
10 .Türkiye.
Stop. Muammer ERKUL. 29 Ekim1999, Cuma.Kayseri
11 Garp
Menbağlarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı. İskmail Hakkı
DANİŞMENT-LesVoyages Dusieur Du Lorie".
s.189-190 . 1654 Paris
12 Tableau
Général . Mouradgea d'Ohsson'un. C.4.s.304-305
13 La
Turguie Acuelle. A.Ubucini.s.342.1855. Paris-Altınoluk. Ocak.1990.s 25. Ankara
14 Henri
Mathieu.La Turguie et ses Differans Peubles.2. Baskı.C.II.s.51 Meşhur
Türkdüşmanıdır.
15Altıoluk
Ocak 1990 s.27. Ankara İbni Sina.Dr.Celâl ARABACIOĞLU.Çukurova
Ünv.Tıp.Fak.Yay.No:8
16
Türkiye."Stop." Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
17
Türkiye."Evvel Zaman" Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
18 Tuhvet'ül
Kibar..."Cihad-ı Ekber-ı Hayreddin Paşa".Katip Çelebi
19
Ömer Faik COŞKUN Yaş: 64. KAYSERİ/Kocasinan
20
Türkiye."Stop." Evvel Zaman .Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
22
Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
23
Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
24 İbni Sinâ
Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
25 İbni Sinâ
Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
26 İbni Sinâ
Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
27
Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.İbni
Sinâ.Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
28
Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999.
Cuma. İbni Sinâ.Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
29
Muhibbi Divanı. Tercüman.Binbir Eserler Dizisi.Yay.No:.157
30
Kayseri Sağlık 98 Kayseri İli Sağlık Müdürlüğü Yay.
(*)(3 MAYIS
2008, Cumartesi İLESAM KONFERANS METNİ)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder