27 Temmuz 2009 Pazartesi

T Ü R K U F K U
Abdullah Çağrı ELGÜN
Yeryüzünün halifesi, karaların ve denizlerin hakimi, büyük ve ölümsüz devlet sahibi Müslüman Türk, Türkiye; senin bir kıta üzerinde hükmetmen YETMEZ… İlâhi EMİR bir kıtaya sığmayacak kadar büyük ve kutsal bir davadır. Osmanlının varisi olduğumuz gibi beş kıtada kurduğumuz ve büyük saadet ve şereflerle yönettiğimiz yerküresinde sadece birinin toprakları Osmanlı Hanlığı 23 milyon kilometre kare, Cengiz Hanlığı(Timuçin) 44 milyon kilometre kare olan, imparatorlukların da varisiyiz.
“Gafil hangi üç asır hangi on asır;
Tuna, ezelden beri Türk diyarıdır,
Asya’nın ortasında OĞUZ OĞULLARI,
Avrupa’nın Alplerinde OĞUZ OĞULLARI,
Doğudan çıkan biz, Batı’da yine biz,
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz…
Mustafa Kemal ATATÜRK ”
“…Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse; Musul, Kerkük ve adaları geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım.
Mustafa Kemâl ATATÜRK”
Adını andı bilen ve yoluna can koyan, Türk olmayı şereflerin en büyüğü; en büyük şeref ve şan sayan bir milletin evladının sözleri de ancak böyle olabilirdi…
Bugün Kıbrıs, Karabağ, Irak, yarın Türkiye kanayan bir yara olmaya devam mı edecek? Peki bunları kim durduracak? Bizim, Irak için dünyaya göstereceğimiz tavır, Türkiye’nin varlığını ve duruşunu ortaya koyacak veya Irak’ı Peşmerge gruplarının avucuna itecektir.
“Türkler’in yaşadıkları her yer, misâki millî sınırları içerisindedir.”
Mustafa Kemal ATATÜRK ”
Türkiye üstlenmiş olduğu misyonun farkına varmalıdır. Atalarımız ufak ayrıntılar üzerinde durmamış, geniş bir coğrafyada at oynatmış, kılıç sallamış ve bu yer kürede can verip, kanını sebil ederek, ölesiye bitesiye çalışıp ilahî adaleti tecessüs ettirmişlerdir. İrili ufaklı otuz altı Türk Cumhuriyeti ile Müslüman Türklük ile Batı’da Dalmaçya kıyıları, Kuzey Buz Denizi, Adalar Denizi, Jamaika, Havana, Türk Adaları, Adriyatik, Büyük Okyanus’tan, Hint Okyanus’u ve Arjantin, Güney Afrika Sahilleri; Avustralya ve Japon Adaları’na kadar… büyük bir coğrafya önümüzde uzanmakta, cedlerimizin ayak izleri rüyalarımızı ve ufkumuzu süslemektedir.
Kürtler’in Arap dünyası kıskacında yaşama şansı sıfırdır. Biz olmaz isek, ne Kürt kardeşlerimiz bulundukları nedametli topraklarda yaşayabilirler ne de Milleti Sadıka ünvanı verdiğimiz, Ermeni vatandaşlarımız bulundukları coğrafyada hayatta kalabilirler. Bu iki hamarat çocuklarımız elektrik, petrol, yiyecek, giyecek, pamuk, gaz, tuz, un, gıda ihtiyaçlarının tamamına yakınını bizden almaktadırlar… Yandaşları ne yaparsa yapsın, hatta uçaklarla yiyecek ve yardım yağdırsalar da Türk annelerinin müşvik kollarına her zaman muhtaçtırlar. Bunun için, ikisi de anne kucağına, baba ocağına dönmek zorundadırlar. Hiç şüphesiz, kısa bir zaman sonra mutlaka bu garip çizgileri ortadan kaldırıp Türkiye ile birleşeceklerdir.
Osmanlı İmparatorluğu Kuruluş ve YükselişiHaritası
Osmanlı İmparatorluğu Gerileme ve YıkılışıHaritası
Orta Asya’ya açılan kapı ile Azerbaycan ve Türkmenistan ile birleşeceğiz. Aksi halde bu cumhuriyetleri de Ruslar’ın pençesine bıraktık demektir. Suriye’nin, her bayram sınırda yaşanan izdihamına, kargaşaya ve hasretliğine son vererek, Türk kardeşlerine ilhakı sağlanacaktır. Bulgaristan, Yunanistan, İtalya, Türk’ün koruyuculuğunda hep mesut yaşadılar. Finler ve Macarlar her ne kadar dinleri ayrı olsa da ırkı bakımlardan Oğuz boylarındandır ve çok fazla ayrı kaldık. Sınırlarda olmasa bile kalben ve fiilen kuracağımız yeni bir koalisyonla birlikte olmalıyız.
Çin’de dahi 1125 yıl hükümdarlık ettik. Orta Asya’da yaşarken daha sonra Doğu Avrupa’ya kayan SAKA(İskit Türkleri) Anglo Sakson olarak Hıristiyanlaşmıştır. 375-1774 yılları arasında Orta Doğu ve Avrupa’da, Osmanlı Hakimiyeti hariç, on dört asır kaldığımız görülüyor. Çin, Hindistan, İran, Orta Doğu ve Doğu Avrupa’daki Türk Hakimiyeti 7000 yıllıktır. Böyle olunca hiçbir kültür ve medeniyet tek başına bir milletin malı ve ürünü değildir. Müşterek Avrupa kültüründe de payımız ve katkımız vardır. Macar, İtalyan, Fin(Finlandiya),Gagavuz, Kırım dahil Hunlar, Avarlar, Hazarlar, Bulgarlar, Kumanlar, Kıpçaklar, Peçenekler gibi kavimler de bizim atalarımızdı.
... Malaya, Singapur, Endonezya, Hindistan, Bornu, Cibuti, Zengibar, Mozambik, Moritanya, Nijerya, Kamerun, Gambiya, (400)dört yüz yıl, Bulgaristan (545) beş yüz kırk beş yıl, Yunanistan (400) dört yüz sene, Girit(267) iki yüz atmış yedi yıl, Ege adaları (541) beş yüz kırk bir yıl, Arnavutluk (435) dört yüz otuz beş yıl, Romanya (490) dört yüz doksan yıl, Macaristan (160) yüz atmış yıl, Çekistan, Slovenya (20) yirmişer yıl, Polonya, Batı Rusya, Beyaz Rusya (25) yirmi beşer yıl, ve Avrupa Rusya’sı (291) iki yüz doksan bir yıl bizim birer sancağımız veya beylerbeyimizdi.
Ukrayna (308) üç yüz sekiz yıl, Gürcistan dört yüz(400), Ermenistan yirmi(20), Azerbaycan yirmi beş(25), Kıbrıs iki yüz doksan beş(293), Suriye dört yüz iki(402), Türkçeyle ses verdi.
Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak dört yüz iki(402) yıl, Suidi Arabistan üç yüz doksan dokuz (399) yıl, Yemen dört yüz bir(401) yıl, Katar, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri dört yüz(400) yıl, Kuveyt üç yüz seksen bir (381) yıl,
Batı Türkistan on beş(15), Endonezya, Malaya, Singapur yirmi beş(25) yıl, Hindistan ve Pakistan yüz(100) yıl, Mısır ve Sudan üç yüz doksan yedi(397) sene, Libya üç yüz doksan dört(394) sene... Tunus üç yüz sekiz(308) sene, Cezayir üç yüz on üç(313) sene... Fas ve Moritanya elli(50) yıl, Nijer, Çad, Senegal, Nijerya, Kamerun, Gambiya, Gine, Bornu, Uganda tam dört yüz(400) sene...
Habeşiştan, Cibuti, Somali üç yüz elli(350) sene, Umman, Zengibar, Tanzanya, Kenya ve Mozambik dört yüz(400) sene, bizimle özgür oldular.
1
İtalya, Fransa, İspanya, İngiltere, Monako, Hollanda, Norveç, Almanya, Portekiz, İzlanda, İrlanda, İran, Liechtestein, Cebelitarık ve Danimarka'nın kimi şehirleri ve adalarında hakim güç TÜRK ve Türkçe idi…
Biz "Barbar veya Irkçı Türk" olsaydık, bunca ülkede bunca yıl Türkçe ile söylenmeyen ne bir isim ne de Müslüman olmayan tek bir insan bırakırdık...
Tek küre olmak isteyen ve ona soyunmaya kalkışan devletlerin geçmişleri de temiz ve aydınlık olmalıdır. Türk’ün inanç dünyasında başkalarının canı da kendi canı gibi kutsaldır. Bu inanca göre: “Tek bir insanı öldürmek, dünyadaki bütün insanlığı öldürmek gibidir.”
Bakara Suresi 136. Ayet’te : “… Biz Allah’a ve bize indirilen Kuran’a, İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya, İsa’ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rableri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allah’a boyun eğen Müslimleriz.” Ayeti gereği bütün peygamberleri sever ve aynı ölçüde saygı duyarız. Böyle büyük dinin ve tefekkürün sahipleri de şüphesiz bu din gibi sağlam, sağlıklı ve büyük millettir. Bunun için Tek küre olmak isteyen ve dünyanın efendiliğini üstlenebilecek tek devlet Türkiye, tek din Müslümanlıktır; ancak böylece yer küresi üzerinde yaşayan her canlı huzur ve sükûnete kavuşabilir.
ABD, Afganistan ve Irak’ta işgal ettiği topraklara, müreffeh bir hayat vaadi ile girmiş iken burasını anarşi, terör, sefalet, gözyaşı, açlık ve hastalığa terk etmiştir. Huzurun bu yurtlara gelebilmesi için bir mucize olması veya MÜSLÜMAN TÜRKLERİN BU TOPRAKLARA GİRMESİ, ile MÜMKÜN OLACAKTIR. Dünyanın efendiliğine soyunan ABD işgalci güçlerinin girdiği bu topraklarda, suçlu bulunanı dahi hemen asmak onun canını almak değil, efendiden bir büyüklük olarak, suçluların, suçlarını bir defa daha yapmamak kaydı ile affetmesi beklenirdi, yapmadı. ABD, Peygamberlerin ve sahabilerin ömür sürdüğü veya mübarek kabirlerinin bulunduğu, doğduğu, yaşadığı veya dolaştığı; bütün dinlerce de kutsal olan bu topraklarda (Hz. Adem ve Havva, Habil, Kabil, Şit, Hz. Idris, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Lut, Hz. İshak, Hz. İlyas, Hz. Zülkılf, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz.Yunus, Hz. Ali, Hz.Osman, Hz.Hasan, Hz.Hüseyin, İmam-ı Azam Hanefî, İmam Şafî, …vb. gibi) binlerce masum çocuk, ihtiyar; kadın erkek ayırmaksızın dünyalarını başlarına zindan etmiştir. Demek ki DÜNYA EFENDİLİĞİ bunu gerektiriyor zannediyor?!.
Türk’ün, bunca sancak ve beylerbeyliği olarak yürüttüğü bu topraklarda ne böyle bir emeli olmuştur ne de böyle insanlık dışı davranışına şahitlik eden yoktur. Türk Müslüman’ı girdiği ve ayağının bastığı her yerde kurduğu vakıflar, yollar, kervansaraylar, medreseler, hanlar, hamamlar, camiler, kiliseler, sinagoglar yaptırarak veya yaptırmak isteyenlere bizzat devlet yardımı yaparak, gayri Müslimlerin dinine vicdanına karışmamış; serbest ticaretinin geliştirilmesi için ne gerekmiş ise yapmıştır. Azınlık vatandaşlarını kendisi gibi mamur, kendisi kadar efendi, kendisi ölçüsünde itibarlı, devlet kapısında Vezirazam, vezir, bakan, hatta ordu komutanı yapmıştır: (1- Agop Gırcikyan Osmanlı İmparatorluğunun ilk Paris elçisi ,Reşid Paşa’nın müşaviri,Osmanlı imparatorluğunun Paris’teki Elciliğinin Maslahatgüzarı (1834), 2- Krikor Agaton Osmanlı PTT Umumi Müdürü (1864), Hariciye Vekaletinde görevli (1848-1850), 3- Sahak Abro Hariciye Vekaleti Umumi Katibi (1850-), 4- Sebuh Laz Minas Paris Türk Elçiliği’nde Katip (1863), 5- Krikor Odyan Hariciye Muhakemat Müdürü (1870), 6- Serkis Efendi Hariciye’de Baş Sır Katibi (1870-1871), 7- Ovakim K. Reisyan İstanbul Vize kasabasının Mahkeme Reisi (1879), Sakız Adası İhzari Mahkeme Reisi (1885), Rodos Adası İhzari Mahkeme Reisi (1887), 8- Artin Dadyan Paşa Hariciye Müsteşarı (1880), 9- Diran Aleksan Bey Belçika’da Türk Sefiri (1862) PTT Müfettişi, 10- Yetvart Zohrab Efendi Londar Sefiri (1838-1839), 11- Hırant Düz Bey Mesine (İtalya) Sefiri (1900-1907), 12- Hovsep Misakyan Efendi La Haye’de Elçi (1900-1907), 13- Sarkis Balyan Kardağ’da ve İtalya’da Türk Konsolosu (1900-), 14- Azaryan Manuk Efendi Hariciye Müsteşarı, 15- Kapriyel Noradunkyan Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi’nde Hariciye Nazırı (1912), 16- Agop Kazazyan Paşa Maliye Nazırı/Hazine-i Hassa Nazırı, 17- Mikael Portugal Paşa Maliye Nezareti Müşaviri (1886), Ziraat Bankası Genel Müdürü/Hazine-i Hassa Nazırı (1891), 18- Sakız Ohannes Paşa Hariciye Vekaleti Umumi Katibi (1871), Hazine-i Hassa Nazırı (1897), 19- Garabet Artin Davut Paşa Viyana Sefiri (1856-1857), Lübnan Valisi (1861), PTT ve Nafia Nezaretlerinde Nazır (1868), 20- Krikor Sinapyan Nafia Nazırı , 21- Krikor Ağaton PTT Umumi Müdürü (1864), 22- Jorj Serpos Efendi Türkiye Telgrafları Umum Sekreteri (1868), 23- Osgan Mardikyan PTT Nezareti Nazırı (1913), 24- Tomas Terziyan Mülkiye hocası, 25- Nişan Guğasyan Mülkiye hocası, 26- Tavit Çıracıyan Mülkiye hocası) Dünyanın efendiliği işte budur.
Türk’ün muradı, ilahi kelimetullahı bütün dünyaya duyurmaktır. Bunu kabul edip etmemek kişinin vicdanına bırakılmıştır. Dünya saadeti Müslüman Türkün asra hükmettiği dönemlerindeki saadettir. Bunu tarihte Müslüman Türk gerçekleştirmiştir; bugün yine Müslüman Türk gerçekleştirecektir.
Yeryüzünün halifesi, karaların ve denizlerin hakimi, büyük ve ölümsüz devlet sahibi Müslüman Türk, Türkiye senin bir kıta üzerinde hükmetmen YETMEZ… İlâhi EMİR bir kıtaya sığmayacak kadar büyük ve kutsal bir davadır. Osmanlının varisi olduğumuz gibi beş kıtada kurduğumuz ve büyük saadet ve şereflerle yönettiğimiz yerküresinde sadece birinin toprakları Osmanlı Hanlığı 23 milyon kilometre kare, Cengiz Hanlığı(Timuçin) 44 milyon kilometre kare olan, imparatorlukların da varisiyiz.
KAYNAKLAR:
1) Muammer Erkul, Stop, Türkiye Gazetesi, Ekim l999
2) Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk cilt. I,I,III
3) (Es-Salebî, el-Arais, Misir 1951,140 vd.).
4) Şâmil, Islâm Ansiklopedisi
5)
http://www.enfal.de/peygmber.htm;
6)
http://www.semerkanddergisi.com/637.htm
7) (El-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, XI, 327 vd.; el-Alusî, Ruhu'l-Meânî, Beyrut t.y., XVII, 82; el-Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'ân, istanbul 1991, III, 327).
8) (Ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasari Tecridi Sarih Tercemesi ve serhî, trc: Kamil Miras, Ankara, 1971, IX, 152).
9) Taberî, et-Tarih, Misir 1326, II, 16; Ahmet Cevdet Pasa, Kisus-r Enbiyâ, istanbul 1966, I, 41).
10) Avrupa Türklerinin Mukadderatı, Hamza ERAVŞAR,Yumak Yayınları,s.127-140, Ankara 1999

26 Temmuz 2009 Pazar

VATAN SEVGİSİ Abdullah Çağrı ELGÜN


Gençlerin kanıyla yapılan "KAN BAYRAK"
VATAN SEVGİSİ
Abdullah Çağrı ELGÜN cagrielgun@hotmail.com
Bu toprak, bu kara toprak, bu ak, bu mor, bu sarı, bu mavi bu yeşil toprak... Bu toprak, bu vatan toprağı... Bir metre karesinde yirmi beş kişinin kanının sebil olduğu, kemiklerinin çürüyüp küllendiği bu toprak... Türk`ün asil kanının, mayasının; bu yer kürenin suyuna, taşına, toprağına öz cevher olduğu bu toprak.

Bu toprak, bu mübarek, bu ulvî, bu yüce, bu aydınlık, bu verimli toprak... Bu mübarek, bu dualı, bu büyülü, bu sevdalı toprak. Evliyalar adağı, veliler, abdâllar, Peygamberler diyarı toprak.
Bir çekirdeğe yedi; yediye yetmiş; yetmişe yedi yüz bostan veren toprak... Bir başağa yedi kat; yedisine yetmiş kat; başak veren gür ve bereketli ürünler veren toprak...

Senin kaynağından su içen al, doru saf kan taylar; senin yeşilliğinde, senin dumanlı dağ yamaçlarında giderir yorgunluklarını... Şahinler alaca kartallar, gök güvercinler hep başı boş sürekler hallinde şen ve şakrak, bülbül ve kanaryalar, el değmemiş çalı diplerinde ve dikenli karamıklarında, alıç ve yabani armutlarının dallarında oynaşırlar.

Ben, ben kara gözlüm, ben senin o sıcak, humuslu, killi, mor ve kırmızı taneciklerinle kurulandım. Anamdan doğduğumda seninle tanıştım ve işte ben ey güzel toprak, seninle sarıldım, sarmaş dolaş oldum, seninle belendim beleklere... Sarıldım sırtlara, şeleklere... İlk, seni sevdim. İlk, sana sevdalandım. Morum, alım; allım, karam; kara toprağım, kara sevdalım benim...

Sen sac üstünde kavrulup hazırlanırken, seninle ısındı uzvumun her yanı... Sen, beni en sancılı zamanlarımda, en sıkıntılı ağlamalarımda, bana döşek oldun, bana belek oldun, bana ilaç oldun... Apış aralarımdaki pişiklerin sancısı, sen etime kuruluk ve serinlik verdiğinde dindi... Vucudumun o gereksiz kokuları sana sindi, sen "ah!" bile demedin. Açıyı sen yudumlarken bana sukûn bana huzur, bana neşeyi sen verdin. Beni teskine, beni teselliye, beni sukûna sen davet ettin... Benim bir anam da sendin, babam da… Toprağım, toprak anam...
Bana süt veren anam, sütünü veren, beni emziren, bani doyuran anam da sendin. Bana kan veren, bana can veren de sen... Beni besleyip büyüten de sen.

İşte şimdi seni niçin bu kadar candan, bu kadar gönülden, bu kadar yürekten sevdiğimi de anladın. Seni yâr gibi seni anam gibi seni vatan gibi seviyorum.

Anamı seviyorum; çünkü anam da vatanım gibi beni koynuna alıp ısıtıyor, sütünü veriyor, beni emziriyor. Ağladığımda karnımı doyuruyor, susadığımda sütünü veriyor; yaralandığımda yaramı sarıyor.
Anamı seviyorum; çünkü anam da vatanım gibi beni en kötü zamanlarımda, en amansız günlerimde, en çetrefilli dönemlerimde, en içten sevgilerle kucaklayıp bağrına basıyor. Anamı seviyorum; çünkü " ana gibi yâr, vatan gibi diyar olmaz" diyen atalarımın yılların süzgecinden, inbiğinden geçerek gelen, bana benliğimi hatırlatan sözleri, bana, beni hatırlatıyor.
Ben anamı seviyorum; çünkü anasını seven vatanını sever. Anasını seven milletini sever. Anasını seven bayrağını sever, anasını seven milletini, anasını seven devletini sever. Ben anamı, vatanımı seviyorum...

O "yavrum!.." sözündeki iki hecede büyüleyici bir sıcaklık buluyorum. Bu iki hecede gizli, cennet kevserinin yudumundaki lezzeti duyuyorum.
Ben anamı seviyorum; çünkü varmak istediğim yer, vaad edilen yer cennet, benim anamın ayaklarının altında duruyor. Ben anamın dizlerinde Tuğba’nın dallarında yemişler yerken, Kevser’inde susuzluğumu dindiriyorum. Ben anamı seviyorum; çünkü anam canım, anam kanım, anam toprağım; ve anam benim vatanımdır...

KAYNAKLAR:
1) KUTAY Cemal , Tarih Sohbetleri c.IV )
2) ERGİN Muharrem, Orhun Abideleri, Kültür Bakanlığı Yay. 1999, Ankara
3) ERGİN, Muharrem, Dedekorkut Hikâyeleri, Kültür Bakanlığı Yay. 1990, Ankara
4) GADRON, Geza, Galibolu
5) ERAVŞAR Hamza, Avrupa Türklerinin Mukadderatı, Yumak Yayınları,s.127-140, Ankara 1999

TIBBIMIZIN DÜNÜ ve BUGÜNÜ; Abdullah Çağrı ELGÜN

TIBBIMIZIN DÜNÜ ve BUGÜNÜ
Abdullah Çağrı ELGÜN
İlimizde sağlık hizmetlerinin 1205 yılında Selçuklular döneminde temelleri atılmış, aynı dönemlerde Dünya tarihinde sağlık hizmetleri alanında söz sahibi olmaya başlamıştır.
Kayseri ilinin tarihi incelendiğinde elde edilen vesikalara göre ilk hastahane ve tıp okulunun Selçuklu hükümdarı II. Kılıçarslan’ın kızı Gevher Nesibe Hatun’un vasiyeti üzerine, kardeşi Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, 1205 yılında Kayseri’de inşa edildiği görülür.
Tıp fakültesi hüviyetindeki hastahanenin, çok sayıda hekim yetiştirdiği ve değişik hastalıkları tedavi ettiği anlaşılmaktadır. O tarihlerde hastahane ve tıp okulu olarak kullanılan bu tarihi bina, halen Tıp Tarihi Müzesi olarak varlığını devam ettirmektedir.


Günümüzde Devlet Hastahanesinin temelini oluşturan ilk hastahane ise, Cumhuriyet öncesi Memleket Hastahanesi adı altında halen Arkeoloji müzesinin bulunduğu yerde kurulmuş, 25 yatak kapasitesi, ameliyathanesi ve doğum salonu bulunan bir hastahanedir.
1939 yılına kadar bir iki hekim ve birkaç hemşire ile hizmetini sürdüren memleket hastahanesi, bu tarih itibarıyla 100 yatak kapasitesi ile bu günkü başhekimlik binası olarak kullanılan binaya taşınmıştır. Bilahare yatak kapasitesi 200’e çıkmıştır.


1968 yılında inşaatı tamamlanarak hizmete sokulan cerrahi servisler binası ile yatak kapasitesi 560’a kadar yükselmiştir. Bu tarihlerde 17 uzman hekim, 5 sağlık memuru, 6 hemşire, 11 yardımcı hemşire, 6 memur, 108 müstahdem görev yapıyordu.
30-Ocak-1988’ de Kayserili hayırsever Mehmet AKKÖSE’ nin inşaa ettirdiği Nükleer Tıp Merkezi hizmete girmiştir. Kayserili iş adamları Mehmet, Emin, Yaşar ve Ahmet HATTAT Beyler tarafından 1990 yılında inşaatına başlanan ve Mehmet HATTAT tarafından tamamlanan “ELMAS - CEMAL HATTAT HASTAHANESİ” 26.11.1998 tarihinde, Kayseri Devlet Hastahanesinin bir ünitesi olarak hizmete sokulmuştur


1998'de Atatürk Sağlık Meslek Lisesinin kapatılmasıyla boşalan bina da hastahane bünyesine dahil edilmiş ve yatak kapasitesi 700'e çıkartılmıştır. Bu bina, halen fizik tedavi - rehabilitasyon, diş tedavi ve protez merkezi olarak hizmet vermektedir.
Fevziçakmak Semt Polikliniği 04.05.1998, Belsin Semt Polikliniği 27.02.1999, Talas Semt Polikliniği 09.10.2003 ve Geriatri Merkezi 29.04.2005 tarihinde açılmış ve hizmetlerine devam etmektedirler. 2001 tarihi itibari ile Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi Hürriyet Mahallesinde hizmete açılmıştır.


5283 Sayılı Kanunla SSK Bölge Hastahanesi 19 Şubat 2005 tarihi itibariyle Araştırma Hastahanesine dahil edilmiş ve yatak kapasitesi 1045'e çıkmıştır, Organize Sanayi ve Sümer Semt Poliklinikleri bu kapsamda ilave olmuştur.


04.02.2006 . tarihi itibari ile Akıl ve Ruh Sağlığı Hastahanesi hizmete açılmıştır ve hasta kabulüne başlanmıştır. 100 yatak kapasitesine sahip olup, kadın ve erkek servisi şeklinde ayrı katlarda yapılandırılmıştır. 4 Poliklıniği, idari ve sosyal üniteleri mevcuttur. Hastahane Bilgi İşlem Merkezine direkt olarak bağlanmıştır. Bilgiler anında ana servere kaydedilmektedir.
Hastahane Sağlık Bakanlığın 12.12.2005 tarih ve 9759 sayılı olurları ile KAYSERİ EĞİTİM ve ARAŞTIRMA HASTAHANESİ haline dönüştürülmüştür


Osmanlı için Sağlık Neydi?
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kayseri’de de vakıflar vardı. Vakıflara misafirler gelir, onlara hizmet edilir, atları, develeri doyurulur, hasta ise şifahanelerde tedavi edilirdi. Sağlık hizmetleri Dâruşşifâ kurumunda, ücretsiz olarak yapılırdı.
'Osmanlıda Döneminde Kayseri’de Sağlık alanında kurulan vakfiyeler şehrimiz insanlarının vakıf medeniyetine ve sağlığa verdiği önemi de ortaya koymaktadır.


Kayseri’nin vakıf hizmetleri içerisinde 'sağlık' mevzuunun çok önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz ancak sağlık hizmetinin vakıf müessesesinde tek bir hizmet alanı olduğunu söyleyemeyiz. Halen Devlet Arşivleri'nde muhafaza edilen ve bir vakfın tüzüğünün, amaç ve gayelerinin yazılı olduğu vakfiyeler bize vakıf hizmetlerinin zenginliğini haber vermektedir.
En eski vakfiye 1074 tarihlidir. Vakıflar sonsuza dek var olmak üzere ilk kez Hz. Peygamber döneminde insana hizmet gibi, manevî bir gaye üzerine kurulmuş çok önemli bir müessesedir. İslâm Medeniyeti varsa, vakıflar sayesinde vardır.

Ecdadımız, vakıf hastahanelerinde doğmuş, vakıf beşiğinde sallanmış, vakıf bahçelerinde büyümüş, vakıf kurumlarında çalışarak hizmet etmiş, dünyayı terk eyleyince de vakıf teneşirinde yıkanmış ve vakıf kabristanına defnedilmiştir.
İşte size beşikten mezara kadar vakıf ruhunun nasıl ihya edildiğinin delili; ÇÜNKÜ ÖBÜR DÜNYAYA GÖTÜRECEĞİMİZ BİR ŞEY YOK…

Vakıf arazilerinde kurulan bedestenler, muvakkithaneler, kütüphaneler, dâruşşifâlar, kervansaraylar, hanlar ve hamamlar, toplumun sosyal ihtiyaçlarına büyük ölçüde cevap veriyordu.
Misafirler gelir, onlara hizmet edilir, atları, develeri doyurulur, hasta ise şifahanelerde tedavi edilirdi. Sağlık hizmetleri Dâruşşifâ kurumunda ücretsiz olarak yapılıyordu. işte size Osmanlı döneminde Kayseri’de kurulmuş olan bazı vakıfları aktarmak istiyorum.
Ne kadar ince, ne kadar zarif bir anlayışın bir zamanlar bu topraklarda dünyaya medeniyet dersi verdiğinin de bir belgesi olacaktır: Bunlar içerisinde öyle vakıflar vardır ki; caminin müezzinine sabahleyin erken kalkıp, erken ezan okuması için bütçe ayrılıyordu.


AİLE İÇİ UYUM İÇİN KURULAN VAKIF
Yine evde kırılan eşyanın yerine yenisini koyarak karı koca arasındaki anlaşmazlığın telafi edilmesi için vakıf kurmuşlardır.
Göçmen Kuşlar Vakfı adı altında kuşların uçuş güzergâhlarında yaralanıp düşmeleri halinde onların tedavisini yaparak sürüsüne yetiştirmek üzere çalışma yapmışlardır. Bu ne kadar ince bir medeniyettir, anlayıştır...
Onun için diyorum ki: Gelin ecdadımızın bizlere miras bıraktığı Vakıf Medeniyeti ruhunu yeniden ihya edelim ve etrafımızdaki çok muhterem ilim erbabının ortaya koyduğu eserlere sahip çıkalım. Sözümüzün başında da ifade ettiğim gibi muhteşem eser Osmanlılarda Sağlık için kurulan vakıflar, günümüzü aydınlatmakta ve bizlere ışık olmaktadır.
Osmanlı Tıp Anlayışına Bakış, Osmanlı Hastahane Yönetmelikleri: Vakfiyelerde Osmanlı Dârüşşifâları, Tıp Dilinin Türkçeleşmesi Meselesi, Osmanlı Tıbbında Gül, Divan Şiirinde Sağlık, Otlarla Yürütülen Sağlık, Suyla gelen Sağlık, Oruçla Gelen Sağlık, Baden ve Ruhun Arıtılması konuları araaştırmaya değer konulardır.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi ve birçok bölgenin ŞERİYE SİCİLLERİ, yani Osmanlı dönemine ait mahkeme kayıtları araştırılarak tespit edilmeye devam edilmektedir.

Sağlık gibi çok önemli bir konuda, büyük bir cihan imparatorluğunun ne yaptığını bilmek, onun insan konusundaki davranışını ortaya koyması bakımından önemlidir.
Bölük pörçük okuduğumuz vakıflar, darüşşifa için ayrıntılı bilgiyi, tıp eğitimini, Osmanlı hastahane yönetmeliklerini, hasta doktor ilişkilerini Osmanlıların bıraktığı OSMANLI ARŞİVLERİNDE BULMAK MÜMKÜNDÜR:
Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu-Tıp Dilinin Türkçeleşmesi Meselesi, Prof. Dr. Ayten Altıntaş- Osmanlı Tıbbında Gül, Prof. Dr. M.Hüsrev Subaşı- Türk Hat Sanatında Sağlık, Prof. Dr. Hayrettin Kara- Osmanlının Mahalle Sakinleri: Mecnunlar, Deliler ve Ölüler, Doç. Dr. Bilâl Kemikli; Divan Şiirinde Sağlık.
Değişik konularda, değişik kişilerin yazdığı bu tür eserlerin toplamlarının, güvenilir, ciddî başvuru kaynakları olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamalıyım. Bu tip incelemelerden oluşan kitapların büyük bir işlevi, yararı vardır.
Sözgelimi, Osmanlı’da kadın cerrahlar olduğunu, bu kaynağı okuduktan sonra öğreniyoruz.
Hasta ile doktor arasındaki ilişkilerin, aynı zamanda hukûkî yönünü de araştıranlar, bugüne ışık tutacak nitelikte olduğunu belirtiyorlar.
Prof. Dr. Ayten Altıntaş, Osmanlı Tıbbında Gül’de, tasavvuf ve nakkaşlar dışında gülün tıptaki yerini belirtiyor:
"Gül güzelliğiyle, kokusuyla, önemli olduğu kadar Osmanlı hekimlerinin de vazgeçemedikleri bir iláçtı."
İki incelemeyi özellikle dikkat çekmek isterim.
Biri Doç. Dr. Bilal Kemikli’nin Divan Şiirinde Sağlık, diğeri de Dr. Necdet Yılmaz; Dr. Coşkun Yılmaz’ın Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne göre Osmanlılarda Sağlık Hayatı o kadar önemlidir ki günün yaşama biçimini, insanlar arası ilişkileri de bu kavram açısından incelerlerdi.


DİVAN ŞİİRİ ve TIP
Divan şiirine tıp açısından bakıldığında, şairlerin iki ana sınıfa ayrıldığı görülecektir.
Bunlardan ilki, tabábeti bilen ve hekimliği meslek olarak icra eden şairlerdir. Bu grup içerisinde temayüz eden Ahmedî, Şeyhî, Şánizâde, Bedri Dilşad, Akşemseddin, Nidaî, Emir Çelebi, Tokatlı Mustafa, Ahi Çelebi, Abdülhak Molla’nın isimlerini sıralayabiliriz.
Bunlar her şeyden önce, meslekleriyle alâkalı tıbnâme ismiyle nitelendirebileceğimiz meslekî mesneviler yazmanın yanında, kaside, gazel, terkibibend gibi temel türlerde yazdıkları eserlerde de tababetle ilgili terminoloji, ilaç isimleri ve tedavi şekilleri gibi hususları divan şiirinin mazmun dünyasına taşımışlardır. Bu husus mesleki unsurların divan formu içerisinde şekillenmesine önemli bir örnektir.
İkinci grupta bulunan şairler ise tababet konusunda uzmanlaşmamış olmakla beraber, okudukları kitaplardan ve birinci gruba giren şair-hekimlerin eserlerinden yararlanarak eserlerinde tıbba ilişkin değerlendirmeler yapan ve mazmunlar kullanan şairlerdir.
Divan şairlerinin büyük bir çoğunluğunu bu ikinci gruba almak mümkündür. Zira tababetten edebî forma intikal eden mazmunların kullanımı, teşbih ve istiare gibi söz ve mana sanatlarının sağlık konularından yararlanılması, hekimliği ile nüfuz ederek adeta tarihî ve mistik kişilik kazanan şahıslara ve eserlerine telmih gibi hususları pek çok şairde görmek mümkündür.

Osmanlı döneminde sağlık hizmetleri vakıf olarak kurulmuş kurumlar tarafından karşılanırdı.
Bu dönemde hastahaneler “dârüşşifâ”, tıp fakülteleri de “dârüttıb” diye adlandırılırdı. Sağlık kurumlarının en önemlileri Osmanlı padişahları ile eşleri ve çocukları tarafından yaptırılmıştı. Bunlardan:
Bursa’da Yıldırım Bayezid,
İstanbul’da Fatih, Haseki, Süleymaniye, Sultan Ahmed, Atik Valide,
Edirne’de II. Bâyezid, Manisa’da Hafsa Sultan yapıları sağlık hizmetinin verildiği önemli külliyelerdi.
Dârüşşifâ ve dârüttıpların vakfiyeleri sağlık kurumlarının “yönetmelikleri”ydi. Vakfiyelerde sağlık kurumlarının kuruluş amacı, buralarda görev alacak sağlık personelinde aranan özelliklerden ödenecek maaşlara, hangi hizmetin kime ne zaman ve ne şekilde verileceğiyle ilgili bilgiler ve tavsiyeler yer almaktaydı.


ASIK SURATLI DOKTORA İZİN YOKTU
Günümüzde hastaların şikâyetçi olduğu konuların başında doktorların asık suratları gelir.
Osmanlı döneminde doktorların mesleğinde mahir olmalarının yanında hasta psikolojisini bilen, hastaya şefkât ve merhametle davranan kişiler olmaları istenirdi. Kanunî Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan, tarafından 1550’de Mimar Sinan’a yaptırılan Haseki Dârüşşifâsı’nın yönetmeliği hastaların bütün derdine çare olacak nitelikteydi:
“Doktorların her biri temiz kalpli, iyi ahlâklı, güzel huylu, endişeden uzak, iyi iş yapar, ince kalpli, uysal, akraba ve yabancılar hakkında hayır diler, nasihati tatlı dilli, hoş sözlü, güler yüzlü, makbul huylu olmalıdır.
Hastalardan her birine candan dost gibi lütuf ve merhamet ile nazar eder. Onları asık suratla karşılamaz, hastalara az da olsa nefret uyandıracak söz söylemez. Zira, sözde bulunan sert bir kelime bazen hastaya en büyük dertten daha ağır gelir.
Belki hastalara en latif ibarelerle söz söyler. Onlara en güzel şekilde hitap eder. Soru ve cevapta en şefkatli yolu tutar. Zira, sarf olunan nice sözler vardır ki, hastanın nezdinde cennet içeceklerinden daha hafif, saf ve cennet çeşmelerinden akan tatlı sulardan daha tatlıdır. Hastanın tatlı söze ihtiyacı daha çoktur”.



ÖRNEK HASTAHANE
Hem hastahaneleri iyi yönetmiştik, hem de iyi hastahaneler inşa etmiştik. Prof. Dr. Arslan Terzioğlu’na göre, Edirne’de II. Bayezid tarafından Tunca Nehri kıyısına yaptırılan hastahane, Rönesans devrinde ve hatta hastahane tarihinde bir eşi daha olmayan mimarî bir abidedidir.
Bu hastahanenin külliyeye dahil yapılarıyla birlikte Tunca Nehri kenarında yeşil bir sahada inşa edilişi, şehircilik bakımından bugünün modern İsveç hastahanelerindeki en ileri planlama yönteminden, daha ileri derecede uygulandığını göstermektedir. Edirne II. Bayezid Hastahanesi, gerek ilk defa az personelle yüksek randımanı amaçlayan sistemi ve gerekse mimarisiyle Rönesans devri Avrupası’nda bile asla, eşi ve benzeri olmayan eşsiz bir abideydi.

HASTAYA SURAT ASAN DOKTORUN ALDIĞI PARA HARAM OLSUN
Osmanlı padişahlarından Sultan Üçüncü Murad’ın annesi Nurbanu Sultan tarafından 1570’li yıllarda Mimar Sinan’a yaptırtılan Üsküdar Atik Valide Dârüşşifâsı’nın yönetmeliğinde dikkat edilmesi gereken konular şöyle sıralanmıştı:
“Hastahaneye tıp ilminde son derece bilgili ve alanlarında uzman, insanlara karşı ikram ve saygıda kusur etmeyen, bilgilerini tecrübe ve deneyle iyice sağlamlaştırmış ve kuvvetlendirmiş doktorlar tayin edilsin.
Doktorlar, birçok önemli tıbbî olaya şahit olmuş, mesleklerinin en ince kural ve ilkelerini fevkalâde kavramış, tıp ve hikmetin bütün sır ve inceliklerine vâkıf olmuş, gönüllerini hikmetle doldurmuş olmalıdırlar.
Bu doktorlar insanların psikolojik hallerini çok iyi anlayan kimseler olmalı ve ayrıca hastalara ilâç verirken son derece şefkatle ve yumuşak bir tavır ve eda ile davranmalıdırlar. Hastahanede yapılacak her türlü ilâcın yapımında tecrübe olmalıdırlar.
Kullanılacak ilâçların, hastaların mizaçlarına ve hastalıklarına ne dereceye kadar uygun olup olmadığı konusunda bilgi sahibi ve bu hususta teori ve pratiği fevkalâde kavramış, acizlik ve tembelliği kendileri için kötü ve çirkin bir durum olarak kabul eden kimseler olmalıdırlar.
Hastaların tedavisi hususunda en doğru ve en güzel önlemleri almaları gerekir. Hastalar ile görüşürken şiddetli ve sert sözlerden kesinlikle kaçınmalıdırlar, her bir hastaya sanki en yakın velisi ve akrabasıymış gibi tatlı dil ve gayet nazik bir üslûpla muamele ederlerdi.
Hastaların başlarını merhamet duygusuyla dolup taşacak şekilde okşar ve onları daima şefkatle korurlardı.
Hastaların durumlarına bakıp ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılarlardı. Doktorlar hastaların bütün durumlarını her an gözeterek kontrol altında tutarlardı.
Dertli ve çaresiz insanların her hâline ve hastalık durumlarına dikkat ederlerdı. Hastaların nabızlarını ve ateş dereceleri gibi günlük ve anlık kontrol edilmesi gereken durumlarını yoklayıp dururlardı.
Hastaların hâllerini sormakta asla kusur etmezler. Tedavileri konusunda mümkün olan her türlü kolaylığı yaparlardı.
Eğer hastanın hâli tekrar doktorun gelmesini gerektiriyorsa ilgili doktor derhal hastaya koşmalıdır.
İşte hastahanenin doktorları kararlaştırılmış olan bu kurallara uymak zorundadırlar. Bunlardan hiçbirini ihlâl ve ihmal edemeyecekler ve bu kurallara uymada asla ihmalkârlık göstermeyeceklerdir.
Eğer bu şart ve kurallara uymazlarsa aldıkları para kendilerine haram olup, âhirette de sürekli bir azaba mâruz kalacaklardır.
Hastahaneye iki eczacı tayin edilsin. Bunlar da ihtiyaç sahipleri için gerekli olan her türlü tıbbî ilâç, macun ve şurupların, her türlü içilecek sıvı ilâcın yapılması ile ilgili olarak mükemmel bilgi ve beceri sahibi kimseler olacaklardır.
Hastahaneye iki erkek aşçı tayin edilsin. Bunlar işlerini iyi bilen gayet zeki kimseler olmalıdırlar.
Doktorların tam güven duyacağı şekilde hastalara elverişli olan yemekleri pişirecekler, hastaların iştahını açacak bir usulle pişirdikleri yemeklerin iyi pişirilmesi hususunda çok dikkat ve itina sarfedeceklerdir.
Bu hastahaneye iki erkek çamaşırcı tayin edilsin. Bunlar hastaların çamaşırlarını, yatak ve yorganlarını yıkayacak, her türlü kir, pas, leke gibi şeyleri temizleyecek, bulaşıkları yıkayacaklardır”.


TÜRKİYEDE SAĞLIK HİZMETLERİNİN GEÇMİŞİ ve GELİŞİMİ
Türkler’in ilk kurduğu sağlık kuruluşu, 1206 yılında Kayseri'deki Gevher Nesibe Sultan Hastahanesi ve Tıp Medresesidir. Aynı yüzyılda Selçuklular tarafından, Sivas, Divriği, Kastamonu, Aksaray, Mardin, Konya, Erzincan, Akşehir, Amasya, Çankırı ve Erzurum'da da hastahaneler kurulmuştur.
Osmanlı döneminde, merkezde hekimbaşılar, taşrada ise Darüşşifa denilen hastahaneler dikkati çekmektedir. Seretıbba-i Sultani denilen ve halkın kısaca hekimbaşı olarak adlandırdığı hekim, sarayın olduğu kadar tüm ülkenin sağlık işlerinden de sorumlu olup bugünkü sağlık bakanı ile eşdeğerdi.
Hekimbaşılık bazı kayıtlara göre II. Murat zamanında (1404-1451), kanıtlayıcı belgelere göre ise Fatih döneminde(1432-1481) kurulmuştur. Hekimbaşılık 380 yıl sürmüş ve bu süre içerisinde 46 hekimbaşı görev yapmıştır. İlk hekim başı Kutbettin, son hekimbaşı ise II. Mahmut döneminde Abdülhak Molla'dır.
1849'da hekimbaşılık kaldırılarak, sağlık işlerini yürütmek üzere Mekteb-i Tıbbiye Nezareti (Tıp Okulu Bakanlığı) kurulmuştur. Hekimbaşılık döneminde sağlık hizmetleri ücret karşılığı hasta bakan hekimler ve cerrahlar ile Darrüşşifa adı verilen vakıf hastahaneleri tarafından yürütülmekte idi.
Hekimbaşıların görevleri şunlardı:
-Hastahane hekimlerini atama, yer değiştirme, yükseltme ve görevden alma,
-Hastahane mütevelli heyeti tarafından önerilen hekim dışı personelin atamalarını kabul ya da red etme,
-Gereken yerlerde hastahane açtırma,
-Gerektiğinde hekimlerin sınavını yapma ve ehliyetsiz olanları meslek uygulamasından yasaklama,
-Hekim ve cerrahlara muayenehane açma izni verme,
-Harp halinde ordu hekimbaşılığı yapma,
-Ordunun ilaç ve sağlık gereçlerini satın alma ve koruma,
-Salgın hastalıklar ile savaş,
Osmanlılar, Selçuklulardan devraldıkları darüşşifaları vakfiyeleri ile birlikte kabul ederek işletmişler, kendileri taht şehirleri dışında (Edirne, Bursa ve İstanbul) dışında pek az hastahane kurmuşlardır. Kurulan başlıca hastahaneler, Manisa Birmarhanesi (1539), Mekke (1556), Sultanahmed (1617), Guraba-i Müslimin (1838), Bursa (1399), Edirne (1485) ve Edirne'deki Cüzzamhane'dir(1451).


Tanzimattan sonra ilk hastahane, yeniden açılan Bezm-i Âlem Gureba-i Müslimin kadın hastahanesidir (1843). İlk açılan hastahanelere Gureba adı verilmiş, II. Abdülhamid zamanında açılanlara Hamidiye Hastahanesi denilmiştir.
Vilayet salnamelerinin (yıllıklarının) incelenmesinden anlaşıldığına göre, İzmir'de 1851, Bursa'da 1879 ve Edirne'de 1888 yılında birer Gureba Hastahanesi açılmıştır.
Azınlıkların açtığı hastahanelerden bir kısmı Osmanlı toprakları içerisinde ve Osmanalının imkanaları ile açılmıştır. Örneğin, İzmir'de 1775'de bir Fransız hastahanesi, 1748'de Rum Cemaatı Hastahanesi, 1843'te Yahudi hastahanesi açılmıştı. Bunlar hergün poliklinik yaptıkları gibi, yoksul hastalara ilaç da dağıtmakta idi.
1909'da ülkede 1883'ü Osmanlı uyruğunda, 773'ü yabancı olmak üzere 2658 hekim bulunmaktaydı. O tarihlerde imparatorluk nüfusu 54 milyon, yüzölçümü 6 milyon kilometrenin üzerinde ve yaklaşık 20,000 kişiye bir hekim düşmekte idi. Hekimlerin genellikle İstanbul, Selanik, İzmir, Bursa gibi büyük kentlerde toplandığı düşünülürse, Anadolu gibi mahrumiyet bölgelerinde bu oranın 50-100 bin kişiye bir hekim olduğunu söylemek mümkündür .
II.Mahmut döneminde, 1827 yılında Tıphane-i Amire adıyla bir tıp fakültesi kurulmuştur . Bunun hemen ardından- aynı yıl da Cerrahane kurulmuş, 1831 yılında bu iki okul yeniden düzenlenmiştir. Daha sonra tıp ve cerrah okulları, Avrupadaki gelişmelere uygun şekilde birleştirilmiştir.
Hekimbaşılığın kaldırılarak yetkilerinin Mekteb-i Tıbbiye Nezaretine devredilmesinden sonra 1870'de yayınlanan bir nizamname ile, Mekteb-i Tıbbiye Nezaretine bağlı olarak İdare-i Mülkiye-i Tıbbiye, 1871 yılında sivil halkın sağlık hizmetlerini düzenlemek amacıyla "Sıhhiye Müfettişlikleri" ile "Memleket Tabiplikleri" kurulmuştur.
Bu düzenleme ile öngörülen yapı şu şekildedir:
1. İstanbul'da şehremini, taşrada valiler, Tıbbiye Nezareti ile yazışarak sınırları belli ilçe, kent ve kasabalarda birer memleket tabibi, kent ya da kasabanın büyüklüğüne göre gerektiğinde memleket tabip muavini bulunduracaktır.
2. Bunların maaşları yerel yönetimlerce ödenecektir.
3. Sınırı belli kent ve kasabalarda belediyece birer eczane açılacak, eczanenin kapısına belediyeye ait olduğunu belirtir bir tabela konulacaktır.
4. Tabipler haftanın belirli gün ve saatlerinde , belirli bir yerde zengin, fakir gözetmeksizin başvuran tüm hastaları ücret almadan muayene edecektir. Gerekli aşılar da ücretsiz yapılacaktır.
5. Muayeneye gelemeyecek durumda olanları tabipler evlerinde muayene edecek, ödeme gücü olanlardan, önceden belirlenen bir ücret alınacaktır. Yoksul olanlardan ücret alınmayacak, zorunlu giderler belediye sandığından hekime ödenecektir.
6. Önemli bir gerekçe olmadan hastalara bakmamak, yoksullardan ücret almak işten uzaklaştırma nedenidir.
7. Salgın hastalık çıktığında hekimler gereken önlemleri alacak ya da aldıracaklardır. Sorumluluk alanları dışında da valilerin emir ve onayları ile önlem alacaklardır. Gereken harcamalar yerel yönetimlerce ödenecektir.
8. Tabipler, bölgelerindeki hastahane, eczane, sağlıkla ilgili yerleri denetlemek ve sağlıkla ilgili tüm işlerden sorumludur.
9. Memleket tabipleri ayda bir kez Tıbbiye Nezaretine çalışma raporu gönderecektir.
10. Atanmalarından sonra en fazla dokuz ay içerisinde sorumlu oldukları bölgeyi tanımaları gerekir.
11. Memleket tabiplikleri adli konulardaki görevlerini, bu iş ile ilgili nizamname hükümlerine göre yürüteceklerdir.
12. Tıbbiye Nezaretinden aldıkları talimatları ilçe yönetim amirliklerine bildirmekle sorumludurlar.

Memleket tabipliği uygulaması, sağlık hizmetlerinin ülke düzeyinde devlet eliyle örgütlenmesinin başlangıcıdır. Bunlar Mekteb-i Tıbbiyeyi bitirdikten sonra kura ile atanırlar ve askerlik hizmeti karşılığı olarak iki yıl kaza, üç yıl liva olmak üzere toplam beş yıl zorunlu hizmetle yükümlü idiler.
Mahrumiyet bölgesi kabul edilen Hicaz, Bağdat, Basra, Bingazi, Trablusgarp ve Yemen Vilayetlerinde çalışanlar, çalıştıkları sürece, maaşlarının yarısı kadar ek bir tazminat alırlardı.
Sağlık hizmetlerini yönetme görevi 1914 yılında kabul edilen bir kanun ile Dahiliye Nezaretine (İçişleri Bakanlığı) bağlı olarak kurulan Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiye'sine (Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü) verilmiştir. İlk genel müdür Dr. Besim Ömer Paşa olup, Dr.Esat Paşa, Dr.Adnan Adıvar ve Aptullah Cevdet bu dönemde genel müdürlük yapan tanınmış hekimlerimizdir.
TBMM hükümeti kurulduktan sonra sağlık hizmetlerini yönetme görevi 3 Mayıs 1920'de kurulan Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekaletine (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) verilmiş, ilk bakan olarak Dr.Adnan Adıvar atanmıştır.

KAYNAKALAR
1) Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu-Tıp Dilinin Türkçeleşmesi Meselesi,

2) Prof. Dr. Ayten Altıntaş- Osmanlı Tıbbında Gül,

3) Prof. Dr. M.Hüsrev Subaşı- Türk Hat Sanatında Sağlık,

4) Prof. Dr. Hayrettin Kara- Osmanlının Mahalle Sakinleri: Mecnunlar, Deliler ve Ölüler

5) Doç. Dr. Bilâl Kemikli; Divan Şiirinde Sağlık.

6)Prof. Dr. Ayten Altıntaş, Osmanlı Tıbbında Gül;

7) Doç. Dr. Bilal Kemikli’nin Divan Şiirinde Sağlık,

TÜRK’ÜN RÜYASI; Abdullah Çağrı ELGÜN


TÜRK’ÜN RÜYASI
Abdullah Çağrı ELGÜN
Türk, insanlık aleminin yiğitlikte en önde bulunanıdır. hürriyetine düşkünlük, cesur ve atılganlık Türk Milletinin karakteristik özelliğidir. Türk Milleti yüzyıllar içerisinde hayatına kattığı adını, kendi varlığının bir parçası bilmiştir. Türk’ün yapısı irili ufaklı; fakat hayat mücadelesindeki yeri büyük, inanılmaz cesur ve serttir. Türk Milleti tarih boyunca kendi ruhî, sosyal ve askerî hayatı ile bütünleşmeyi bilmiştir. Hatta Orta Asya kavimleri büyük hakanları için, “Gök-Türk”, “Uluğ Türk” gibi isimler vererek kendi hükümdarlarının kudret ve kuvvetini anlatmak istemişlerdir. En keskin kılıç Türk’ündü. Islık çalarak uçan oklar Türk’ündü. Bu oklar inanılması güç denecek kadar sert hatta bugünkü modern silahları aratmayacak derecede uzun (800m) mesafeyi vurabilmekteydi. En sert kalkan, en güçlü yumruk, en yenilmez bilek Türk’e aitti. Hatta Fransız yazar, GEZA GADRON: “Attilâ, Tanrı’nın kırbacı, Tanrı kendi yolundan çıkanları cezalandırmak için Türk’ü gönderirdi.” diyor.

Türk ‘Tanrının bir habercisi’ olarak zaman zaman ufukta görünür ve insanlara zarar değil, iyilik ve refah getirir ve ayrıca yeni yurtların yolunu gösterirdi. Türk mübarek bir insandı. Türk liderini bulduğu zaman ona, kayıtsız şartsız itaat eder ve lider onları adeta mahir bir zekayla zaferden zafere koşturur en uygun, en güvenli beslenme ve barınma imkânlarını arar bulurdu. Ordularını peşine takan bu tecrübeli komutanın uygulayacağı taktik ve Kızılelmayı önceden sezebilmek mümkün değildir. Zira bu lider, Tanrı’nın ona verdiği özel bir zeka, akıl ve ilim ile hareket eder ve ordularını şaşmaz bir taktikle, akıl almaz ve insanda hayranlık uyandıran bir şekilde sevk ve idare ederdi. Öyle ki düşmanlar Türk’ün zeka ve taktikleri karşısında adeta şaşkınlık ve acze düşerlerdi. İşte atalarımız emsallerinden farklı ve üstün özelliklere sahip olarak yaratılmış olan ve Türk’ün adına yaraşan muhteşem bir millet meydana getirmişlerdi. Bu toprakların büyüklüğü 44 milyon kilometre kare idi. Çin dahi bin yüz yirmi dört yıl Türkün egemenliğinde yaşayacaktı.
Türkün her şeyi güzeldir ve her şeyden güzeldir.(Mehmet Emin Yurdakul)

Türk’e baş olan olmak isteyen her Hakanın emeli ancak şu olabilirdi: Türk milletini, insanca usullerle, en kısa yoldan, kendi gücüyle ayakta durabilecek, kuvvetli, müreffeh, mutlu, hak ve şereflerine sahip bir millet hâline getirmek ve modern uygarlığın en ön safına geçirmekti.İnsanlar nasıl her şeyden önce kendi kendilerine hürmetkar olmak, kendi benliklerini hürmet duygusu ile hissetmek mecburiyetinde iseler, mîlletlerin de kendi kendilerine hürmetkar olmaları, kendi varlıklarına güvenmeleri ve kendi varlıklarına duyulan saygı ve güvenle çalışmaları sayesinde mutluluğa ermeleri mümkündü.
Bir insanın, kendine saygısı yoksa, kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz. Bir insan bir zorluk karşısında "Ben bu zorluğu başaramam, gücüm yetmez, kabiliyetim yoktur endişesiyle ümitsiz ve tereddütlü yaklaşırsa, o zorluğu aşamaz.
Bir insan kendine güvenerek "Ben kuvvetliyim, ben bu zorluğu aşabilirim, bu zoru yenebilirim diye korkusuzca yaklaşırsa başarır. Zafer, hiçbir zaman mahvolduklarını zannedenler tarafından kazanılamaz. Milletlerin hayatı da böyledir. Milletler kendi varlıklarının değerini hissederler, kendi kudretlerine inanç duyarlar, kendi izzetinefislerini her şeyin üstünde tutabilirler ve kendi varlıklarına saygı duyarlarsa, uygarlık âleminde büyük varlık gösterirler, büyük eserler meydana getirirler ve aynı zamanda kendi toplumları içinde yaşayan bütün insanları mutluluğa, refaha erdirirler.
Türk’ün dünya görüşü, yeryüzünde nerede Türk varsa onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle doludur. Dünyanın neresinde Türk varsa bu Türklerin daha iyi durumda olmaları, bu Türklerin yükselmeleri, korunmaları, kendilerince mümkün olan her çeşit yardım ve desteğin sağlanması Türk’ün şaşmaz pirensibidir. Türk bu ilgi ve münasebetlerini kendi devletini tehlikeye sokmayacak, kendi devletine zarar vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibi dayandırır. Türk için durmak dinlenmek ve yorulmak yoktur; çünkü dinlenmemek üzere yürümeye karar vermişlerdir. Onun için en iyiye daha iyiye, güzele ve mükemmele ulaşmak… Bu Türk’ün gece gündüz rüyalarını süsler. Devletler ancak böyle ayakta kalabilir. Gençlik bu rüyalarla beslenir, bu rüyayla olgunlaşır ve bu rüya ile yaşar. Bu rüya hep diri ve canlı kalmalı ve hep görülüp durulmalıdır.
Türklük, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendisini samimî olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür. Bunun dışında rengi, ırkı ve dini ne olursa olsun, bu ülkede yaşayıp, bu ülkenin insanlarına, bu ülkeye hainlik etmeden çalışmasını, kanını, canını adayan ve bunu ihtiyaç olduğunda vermekten çekinmeyen bu ülkede yaşayan herkes Türk vatandaşıdır. Böyleleri için şecere aranmaz ve hiçbir ayırıma tabi olamaz.
Biz, Türk milletine mensup olduğumuza göre, bu milletin içinden çıkmış insanlar olduğumuza göre, elbette ki kendi milletimize karşı derin bir bağla bağlı olacağız ve bu milletin yükselmesi için, bu milletin haklarını daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde tutabilmek için milletin hizmetçisi gibi çalışacağız ve çalışmayı bir ibadet olarak tanıyacağız.
Bizim Türklüğümüz, Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce, en modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır. Türklüğümüz başkalarına karşı kin, garez duygularıyla beslenmez. Türklük, Türk milletine karşı duyulan derin sevgi, bağlılık ve onu güç durumdan, baskıdan uzak, şerefiyle yaşayan, müreffeh, mutlu ve modern uygarlıkta en ön safa geçmiş bir hâle getirmek isteği ve bu isteğin yarattığı duygudur.
Türkçüyüz, milliyetçiyiz; çünkü milletimiz Türk milletidir. Türkçülük ne demektir? Türkçülük, Türk milletinin hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine ve Türk milletinin dinî inanç ve düşünüşüne uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön plânda tutulmasıdır. Türkçe konuşacağız, Türkçeyi daima her şeyin üstünde tutacağız. Yapılacak her işte Türklük ruhuna, Türk'ün özelliğine inanç ve yaşayışına uygun ve Türk milletine yararlı olması şartını göz önünden kaçırmayacağız.
Ülkücülük, idealizm veya mefkürecilik insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır.
İnsanlar düşümeleriyle, hayâlleriyle büyük ölçüde insan olurlar. İnsanlar düşünce ve hayâlleriyle diğer canlılardan bir ayrıcalık gösterirler ve gerçekten insanlık vasfını kazanmış olurlar. İşte ülkücülük de insanların ve insan toplulukların kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, en gelişmiş, en yükselmiş bir durumun bir hayâlin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir.
Her toplumda ülkücüler vardır ve ülkücülerin, bulunuşu toplumlar için bir saadettir, talihtir! Türk milleti için bizim düşündüğümüz ülkü nedir? Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri gitmiş varlığı hâline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayii kurulmuş, refahlı bir toplum hâline gelmesi, Türk toplumu için bir Türk milliyetçisinin düşüneceği ülkünün esaslarını teşkil etmektedir. Türk milliyetçiliğini, ülkücülüğünün sınırları içinde sadece bunlar mı vardır? Elbette hayır! Bunlar değil başka düşünceler, başka hedefler de vardır. Bu hedefler Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmeyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık hâline gelmesi düşüncesidir. Bunun yanı sıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyruğu altında yaşamaktan kurtulmaları yani kendi mukadderatına kendilerinin hâkim olması kutsal prensibine göre, hepsinin bağımsız hâle gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün değişmez ve şaşmaz hedeflerindendir.


Ülkücülüğümüzün içerisinde her mesleğe mensup Türk milliyetçilerinin kendi mesleklerinde en ileri, en yüksek ve gerek kendi milletimiz için. gerek insanlık için en çok yararlı neticeleri elde etmek görüşü de yer alacaktır. Bir Türk Milliyetçisi kendi toplumu için, kendi milleti için idealizmi daima göz önünde bulunduracak, bu genel idealizm pirensibleri ile birlikte kendi sahası, kendi branşı ile ilgili çalışmalarında da bu temel ve genel mahiyetteki ülkücülüğün esaslarına uygun, onunla bütünleşmiş bir hâlde kendi branşı ile ilgili ülkücülüğünü de tespit edip güdecektir. Ülküler uzak hedeflidir, uzun vadelidir. Bir ülkünün hemen yarın gerçekleşmesi mümkün olmayabilir. Ülküler önümüzdeki yılları, önümüzdeki yüzyılları kapsayabilir; ama ülkü insanının kalbini aydınlatan bir ışıktır. Ülkü insanlara yönünü tayin eden bir kılavuzdur. Milletler için de millî ülkü, milletin kılavuzu, milletin yolunu aydınlatan güneşidir. Ülküsüz insan, çamurdan farklı olmayan bir varlıktır. Ülküsüz insan dümensiz, pusulasız bir gemi gibidir. Bunun için her Türk milliyetçisi, mutlaka ülkücü olacaktır, mutlaka ülkü sahibi olacaktır. Hem millî ülkü sahibi olacaktır, hem insanî ülkü sahibi olacaktır. Kendi mesleğiyle ilgili ülkücü bir kişiliğe sahip olmalıdır ki, kendi mesleğinde başarılı, yararlı bir kişi olarak gelişsin. Mensubu olduğu topluma, milletine yararlı hizmetler yapsın, insanlığa yararlı faaliyetler gösterebilsin.
Bir insan, insan olmak isterse, insanlığa hizmet etmek isterse, evvelâ kendi milletine hizmet etmeli, kendi milletini yükseltmeye, kendi milletini mutlu kılmaya çalışmalıdır. Bunu yaptığı takdirde aynı zamanda insanlığa da hizmet etmiş olur; çünkü bir insan kendi ailesini düşünür ve ona karşı vefalı kalırsa, insanlık duyguları en olgun seviyeye erişeceği için, kendi ailesi dışındaki insanlara karşı da yaranı ve vefalı olur. Bir insan kendi milletine faydalı olamaz, kendi milletine karşı bağlılık duymazsa, onun insanlığı düşünmekten bahsetmesi nihayet bir fantazi olur. İnsan, yetiştiği toprağın, yetiştiği milletin refahını, iyiliğini, saadetini ve şerefini temin etmelidir. Bunu yaptığı takdirde, o millet insanlığın bir parçası olduğu için, dolayısıyla insanlığa da hizmet etmiş olur.


Ülkücülüğümüz nedir? Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturmaktır.
Kişilere hürriyet, milletlere istiklâl başta gelen pirensiblerimizdendir. İnsanlar hür ve eşit haklara sahip olarak doğarlar. Kabiliyet ve görevlerinin dışında insanlar haklarına tam olarak sahip kılınmalıdırlar.Toplum içerisinde insanlar kişisel liyakat ve kabiliyetlerine göre görevlendirilmeli;devlete memuriyet ve işçilikte hizmet yılları, liyakatı, kabiliyeti, çalışma azmi ve hızı(performansı)bıranşındaki başarısı bir dirhem ve bir gün bile olsa değerlendirme açısından bir sıraya konulmalıdır. Bütün bunlarla beraber ayrımsız olarak herkese bir imkân eşitliği sağlanmalıdır. İmkân eşitliği derken mücerret anlamda bir eşitlik anlaşılmamalıdır.
Türk adı taşıyan herkes bizim sevgi ve ilgimizin çevresi içerisindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her milletin tabii hakkı olduğu gibi Türk milletinin de tabii hakkıdır. Bu günün Birleşmiş Milletler Anayasası, yeryüzünde yaşayan her millete "kendi mukadderatına hâkim olma pirensibini kutsal bir pirensip olarak ilân etmiştir. Bugün Afrika'da yaşayan ve bugüne kadar hiçbir bağımsız devlet kuramamış olan Zencilere dahi, kendi mukadderatına hâkim olma hakkı kutsal bir hak olarak tanınır ve bunların her biri yabancı boyunduruğundan, sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını alırken, başkalarının boyunduruğu altında tutsak bulunan Türklerin tutsaklıktan kurtulmasını istemek, dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan herkes için en tabiî ve kutsal bir haktır.


Biz ülkücülüğümüzde daima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye'yi hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul ederiz. Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir. Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa, yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hâle getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve onların mutluluğunu, Türkiye'yi risklere, tehlikelere maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir ülkücülüktür.
Bir toplumda insanların birbirlerini incitmeden, birbirlerine zarar vermeden, sağlıklarını koruyarak, tabiat güçlerinin tesirlerinden en iyi yararlanacak şekilde hareketlerini tanzim etmelerini sağlamaya yarayan kurallarının toplamı ahlâkı meydana getirir. Ahlâk, kişinin davranışlarını ayarlayan, sınırlayan ve bu davranışların hem kendisi için yararlı olmasını, kendisine mutluluk sağlayacak şekilde düzenlenmesini hem de çevresini rahatsız etmeden, zarara sokmadan çevresiyle uyuşmasını sağlamak üzere konulmuş olan kaidelerdir; münasebet pirensipleridir, yaşama pirensibleridir. Ahlâk insanların inancından ve dünya görüşünden doğmakta, kaynağını almaktadır. Bunun için, gerek toplumun gerekse toplumu meydana getiren kişilerin ayrı ayrı inançları, yaşama görüşleri, yaşama felsefeleri ahlâkın kaynağını, temelini teşkil etmektedir.

Türk toplumunun dünya görüşünün, yaşama felsefesinin kendi dinî inançlarından, İslâmiyet'ten ve millî tarihten kökünü aldığını görmekteyiz. Bunlara ilâve olarak, milletimizin geçirdiği tecrübeler ve yurdumuzun içinde bulunduğu şartlar da toplumumuzun düşünce ve inançlarında tesirli faktörlerdir. İşte bu kaynak ve faktörlerin tesiri altında, Türk milletinin mutluluğunu sağlayacak, Türk millî ahlâkına önem vermek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Ahlâksız kişi, ahlâksız toplum mutlu olamaz. Böyle bir toplum kalkınamaz, böyle bir toplum yüksek düşünceler, kutsal inançları uğruna fedakârlık ve feragat gösteremez. İnsanlık tarihine şeref veren büyük eserler, insanların uzun sabır yüklü yıllarıyla güçlüklere göğüs gererek, gayretkeş çalışmalarıyla meydana getirdikleri yüce hizmetlerdir. İnancın, köklü imanın, insanlığa kazandırdığı büyük eserler, yüce bir ülküye, ideale bağlanmak ile kazanılan yüksek ruh ve anlayışla olmuştur.
İlkemiz, her şeyden önce kişilerin ve toplumun millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yetiştirilmesi ve millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yaşatılması isteğidir.Bu sağlanmadıkça toplumumuzun kalkınması ve toplum içinde haksızlıkların önlenmesi, ıstırapların önlenmesi, kişilerin ve toplumun mutluluğunun sağlanması mümkün olamaz. Ahlâkçılık derken her şeyden önce milletimizin dini olan İslâmiyet esaslarını ve İslâm inançlarını bunun başlıca kaynağı olarak almaktayız Bunun yanı sıra kendi millî geleneklerimizi, millî tarihimizi ve milletimizin geçirmiş olduğu çeşitli tecrübelerin bize kazandırdığı kuralları göz önünde bulundurmaktayız.
Millî törelerimizin, İslâm inancımızın bize emrettiği ahlâk kurallarından başta geleni millet varlığının, kişi ve toplum kurallarından başta geleni, millet ve toplum varlığının üstünde yer aldığıdır. Toplumun milletin, vatanın, devletin menfaatleri daima kişilerin menfaatlerinden önde gelir ve önde tutulması gerekir.


Her ne olursa olsun dürüst hareket etmek, sabırlı hareket etmek ve büyüklere karşı saygılı, itaatli olmak, küçüklere karşı şefkatli olmak ve sevgi göstermek ilkesidir. Bunun yanı sıra disiplinli yaşamak, disiplinli bir toplum olarak hareket etmek de töremizin ve İslâm inancımızın dayandığı başlıca ilkelerdendir.
Disiplin dediğimiz zaman ahlâk kurallarına bağlı olmak, kanunlara saygılı ve itaatli olmak, büyüklere saygılı olmak, küçüklere karşı daima adaletli ve şefkatli olmak büyük küçük karşılıklı olarak herkesin birbirlerinin hakkına, hukûkuna riayetkâr olmasını kastetmekteyiz.
Yüksek vazife duygusuna sahip olmak, yüksek görev duygusu taşımak ve görevi namus saymaktır. Görev, kişinin kendisi için, yurdu için, milleti için yapmakla yükümlü olduğu iş demektir. Bunda ciddî olması ve görevini aksatmadan yapması ve milletinin bir hizmetçisi olduğu inancı mensup olduğu dini ve törelerimizin gereğidir.
Ahlâkçılığımız dinî, millî, manevî değerlerimize dayanmakla beraber tabiat kurallarına aykırı olmamak şartını da içinde bulundurmaktadır. Tabiat kurallarıyla bağdaşacak şekilde ahlâk kurallarının tanzimi ve yürütülmesi, onun işlerliği için gerekli bulunmaktadır. Ahlâk her şeyin esasıdır. Ahlâkı olmayan bir toplumun hiçbir işi başarılı olamaz ve o toplumda hiçbir şey iyi bir durumda bulunamaz.
Türk ahlâkının, Türk milletinin yükselmesi, yaşaması ve korunmasını sağlamaya yarayacak esasları içinde toplanması olacaktır.
Ahlâk olarak kabul ettiğimiz şeyler Türk milletinin ruhuna uygun olmak, Türk milletinin geleneklerine âdetlerine ve inançlarına uygun olmak, tabiat kanunlarına uygun olmak ve Türk milletine yararlı olmak esaslarına dayanacaktır.
Toplum menfaati, toplum varlığı nasıl önemli ise, kişi varlığı da o kadar önemli ve kutsîdir. Fertler tek tek birleşerek toplumu meydana getirirler. Bu ilke de bazen toplumun menfaatleri kişilerin menfaatlerinin üzerine çıkabilmektedir. Bu ilke kaynağını, Türk töresinden almaktadır. Türklerin tarih boyu yaşayışlarında daima milletin varlığı, vatanın menfaatleri, devletin menfaatleri ve varlığı kişi varlığının üzerinde, kişi varlığının önünde yer almıştır.
Türk milletinin süratle kalkınması, tarımını modern hâle getirmesi ve modern sanayi kurması gerekmektedir. Bize göre Türkiye bir tarım ülkesi olarak kalamaz. Türkiye'nin sadece bir tarım ülkesi olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Buna karşılık Türkiye'yi tarımı ihmal ederek yalnız sanayi ülkesi hâline getirmek de düşünülemez. Bir milletin güçlü olması, bir milletin refahlı ve mutlu olması hem tarımda hem de sanayide dengeli bir şekilde kalkınmış, ilerlemiş bulunmasına bağlıdır. tarıma en yüksek önemi vererek sanayileşmeye de en yüksek mesai harcayarak her iki alanda milletimizin süratle ileri gitmesini sağlayacak tedbirleri almalıyız. Tarımımızı ilme ve tekniğe dayanan modern bir tarım hâline getireceğiz. Türkiye'mizi süratle sanayileştireceğiz ve her çeşit modern makineleri, fabrikaları, araçları, gereçleri kendi ilim adamlarının, teknisyenlerinin bilgisiyle ve kendi insanlarının el emeğiyle kendi topraklarında kurulmuş fabrikalarda yapabilen bir hale getireceğiz. Ülkemizin kısa zamanda refaha kavuşabilmesi için tarımda ve sanayide modern, tesisler yaparak çağın üstüne çıkacağız. Bu yetişmiş kitle çok üretim sağlamak için başlıca hedefimizi teşkil edecektir. Çok üretim ancak Türkiye'yi refahlı yapabilir ve sıkıntılardan kurtarabilir. Bununla beraber, bunlardan ayrılmaz kabul ettiğimiz diğer bir görüş de gerek devlet idaresinde, gerek milletimizi meydana getiren her vatandaşın yaşayışında, tasarrufu hâkim kılmak görüşüdür.

Özel teşebbüs desteklenerek, yardım görecek devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak ve bunlardan başka milletimizin insanlarını sosyal dilimler, gruplar hâlinde, kooperatifler hâlinde, üretim ve tüketim birlikleri hâlinde, vakıflar hâlinde teşkilâtlandırarak, tasarruf sandıklan kurarak, Meyak gibi, Oyak, Pozlar, İlksan gibi kuruluşlar meydana getirerek millet eliyle yatırımların yapılması sağlanacaktır. Özel sektör, kamu sektörü, ve millet sektörü hâlinde Türkiye ekonomisinin tanzimi sağlanacaktır.
Mülkiyet hakkı insanlar için vazgeçilmez, kutsal bir haktır. İnsan tabiatına uygun bir haktır. İnsan kendisinin olan bir şeye sahip çıkar. Kendisinin olan bir şeyi korur, saklar, onun bakımını sağlar. Kendisinin olmayan bir şeyle ilgisi zayıflar veya hiç kalmaz
Onun için millî doktrin mülkiyeti bütün vatandaşlara, halka yaygınlaştırma ilkesini kabul etmiştir. Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına, bir tasarruf teşkilâtına, sahip olacaktır. Hisse senetleri vasıtasıyla, kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır. Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve mülkiyet yaygınlaştırılmış hâle getirilecektir.
Her vatandaşın sahip olduğu küçük imkânların birleştirilerek büyük sermaye birikimi sağlanması yolu olacaktır. Bu sermeye katkı bir lira dahi olsa onu veren şahsa veya varislerine geri dönmelidir. İkincisi halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Halk enerjisinin seferber edilmesi yoluna başvurulacaktır... Biliyoruz ki insan emeği zamana bağımlı olarak değerlendirilmedikçe, zaman aşımıyla muhafazası, depolanması ve gerektiği zaman kullanılması mümkün olmayan bir varlıktır. Bu sebepten insan emeğini zamanında, ilmî şekilde, randımanlı şekilde değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye'nin bir an önce kalkınması, refaha kavuşması, güçlü hâle gelmesi her şeyden önce onun modern sanayie sahip olması, modern tarıma sahip olmasıyla mümkündür. O hâlde yatırımları öncelikle bunu sağlamaya yöneltmek lâzımdır. Süratle Türkiye'nin bütün tarımını teşkilâtlandırmak, modern hâle getirmek ve Türkiye'yi süratle sanayileştirmek yönüne yatırımları yoğunlaştırmak lâzımdır.
Türkiye'yi kalkındırmak için ölü yatırımlardan kaçınmak lâzımdır. Ölü yatırım dediğimiz zaman şunu kastetmekteyiz: Yatırdığımız sermayenin hemen Türk ekonomisine fazla üretim sağlamayan, fazla gelir sağlamayan teşebbüsler demektir.
Tabiî kaynakları süratle seferber etmek, değerlendirmek gerekmektedir. Bundan başka çeşitli ekonomik faaliyetler ve dış ticaret konularında da devletçe enerjik tedbirler alınması görüşündeyiz.


iş verenle işçinin karşılıklı olarak haklarının korunması ve bu iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde kontrol, tanzim ve nezaret altında bulundurulması şarttır. Demek ki, özel teşebbüsü korumak, himaye etmek prensibimizdir; desteklemek, teşvik etmek amacımızdır; fakat bunu yaparken iş veren işçi ilişkilerini karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki tarafın da münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması esasını şart koşuyoruz.
Halkın elindeki küçük tasarrufların teşvik edilerek, devlet tarafından tanzim ve organize edilerek birleştirilip halkın sermayedar olacağı büyük ekonomik teşebbüslere girişilmesini gaye edinen bir görüşe sahibiz. Ayrı aynı kimselerin elinde bulunan küçük tasarruflar, meselâ, on bin kişinin yirmi bin kişinin katılıp birleşmesiyle büyük sermaye hâline gelir ve bu sermaye büyük tesislerin kurulmasını sağlar.
Halkı buna teşvik etmek, alıştırmak, cesaretlendirmek, organize etmek ve ön ayak olmak devletin görevleri arasında olacaktır. Bunun dışında yapılması icap eden birçok büyük işin ayrıca yine devlet eliyle bizzat ele alınarak başarılması gerekir. Bugün Amerika gibi en kapitalist memleketlerde dahi, bazı büyük işler vardır ki, tamamıyla devlet tarafından yapılmaktadır. Bunlar meselâ : Atom, füze araştırmaları ve ilmî araştırmalar gibi büyük organizasyon isteyen, büyük masraflar isteyen işlerdir. Bunların tamamıyla devletçe ele alınıp planlanması ve süratle başarılması esasını içine alan bir görüşü benimsiyoruz.
Türk milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı meydana getirmek görüşüdür. Türk milleti bugün sosyal bakımdan organize edilmemiş, dağınık bir durumdadır. Eskiden onun birtakım sosyal bağları, sosyal kuruluşları vardı. Bunlar dağıldı, yıkıldı. Meselâ eskiden vakıflar vardı, mahalle heyetleri vardı. O günün şartlarına göre, zamana uygun düşecek birtakım sosyal ve ekonomik organizasyonlar vardı. Vakıflar, Loncalar vardı, loncaların da aynı zamanda sosyal fonksiyonları vardı. Bunlar zamanla yok oldu, ortadan kalktı.
Bütün halkı içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve sosyal güvenlik teşkilâtı kurulmalıdır. Yani Türkiye içerisinde hiç kimse sahipsiz, yardımsız, himayesiz, desteksiz, işsiz kalmamalı, kalmak korkusuna düşmemelidir. Bir ailenin reisi mi öldü, çocukları, ailesi mutlaka bu teşkilât tarafından derhâl himaye edilmelidir. Çocukları okuyacaksa okutulmalı, tahsillerine devam ettirilmelidir. Ailesine iş bulunmalıdır. Bütün bu problemleri üzerine alan bir organizasyon meydana getirilmelidir. Böyle bir organizasyon olmaksızın cemiyette büyük haksızlıklar, büyük facialar meydana gelir ve böyle bir durum milleti sıhhatli olmaktan çıkarır. Birçok yerlerde sizler, kendiniz de, bu gibi olaylara her hâlde tesadüf ediyorsunuz. Birçok facialar görüyorsunuz, işitiyorsunuz. Bunları önleyecek böyle bir organizasyon kurmayı esas kabul eden bir görüşün sahibiyiz. Yani toplum içerisinde herkes bilecek ki, herkesin sosyal güvenliği sağlanmıştır. İşe mi başvuracaksınız? İş verilecek. Hastalık mı? Tedavi görecek. Tahsil mi? Çocuğuna tahsil imkânı sağlayacak. Milletimizin kişileri, sağlık güvencesinden yoksun, eğitim imkanından yosun, hayat garantisinden yoksun, işsiz bile olsa aç, açıkta, çaresiz kalmamalıdır.
Ayrıca sağlık ve adalet güvenliği, sağlanmasını düşündüğümüz bir diğer iştir. Yani bir dava ve mahkeme konusu olduğu zaman, vatandaş ihtiyacı olan avukat, mahkeme masrafı ve diğer zarurî masraflar gibi yardımları kolayca elde edebilmelidir. Bugünkü gibi öyle parası olanın kendisine çifter çifter avukat tutup, şahit masraflarını ödeyip hukuk imkânlarından rahatça faydalanması ve parası olmayan vatandaşların ise, bunlardan yoksun kalarak haklarını koruyamaması durumu ortadan kaldırılmalıdır. Ayrıca ceza ve tevkif evlerinin durumu da insanlığa yakışır şekilde ıslâh edilmeli ve oraya düşen vatandaşlar tam bir imkân eşitliğine kavuşturulmalı, henüz sanık durumunda olan vatandaşın haysiyeti korunmalıdır.
Halkı uyandırabilmek için de güzel sanatları bu amaçla seferber etmeliyiz. İnsanlara, önce neş'e, yaşama sevinci ve şevk aşılamalıyız. Heyecan aşılamalıyız. Neş'e, ümit ve şevk duyan insan yorulmadan çalışabilir, enerji gösterebilir. Ümitsizliğe düşen, kötümserliğe düşen insan, yaşama iştahını kaybeder. Çalışma, kuvvetini kaybeder. Bunu kendi hayatımızda birçok kere duymuş, üzgün olduğumuz zamanlarda çalışma isteğimizin olmadığını anlamışızdır. İşte Türk milletinin kalkınması için başvuracağımız önemli çarelerden birisi budur. Sanatı, kültür faaliyetlerimizi, heyecana getirmek; ona ümit, neş'e, zevk vermek ve böylece halk enerjisini seferber ederek hareket yaratmak istikametinde kullanmalıyız. Bunun için de biz bir ilke olarak diyoruz ki, sanat toplum için, toplum yararına kullanılacaktır! Toplum yararı için seferber edilecektir. Böyle boşa giden halk enerjisini (ki, bizim halkın büyük bir çoğunluğu senede üç buçuk ay çalışıyor, geri kalan sekiz buçuk ay bu enerji heder oluyor. Seferber edip, erozyon problemimizin çözülmesi, memleketin ağaçlandırılması, sulama işleri, yol meseleleri gibi büyük meselelerimizin halli yolunda faydalanmalıyız.
Bu arada halka yine boş vakitlerini değerlendirecek elişleri, el sanatları, öğretmek, göstermek, okuma melekesi ve kültürünü artıracak kurslar açmak ve hiçbir dakikasını heder etmeyecek şekilde organize etmek toplumu organize etmenin ve ondan büyük ölçüde yararlanmanın bir başka yoludur.
Bugün dünya üzerinde ilimdeki büyük gelişmeler insanlığa uçsuz bucaksız gelişme ve mutluluk ufukları açmıştır. Bir memleketin refahlı olması, güçlü olması her şeyden önce o memlekette yaşayan insanların ilimde, teknikte ileri bir seviyeye ulaşmış olmaları ile mümkündür. Bir milletin askerî gücü de ilim ve teknik gücüne, medenî seviyesine bağlıdır. İlimde, teknikte geri kalmış bir ülkenin insanları ne kadar kahraman yaratılışta olurlarsa olsunlar, onların millî savunma yönünden, askerlik yönünden güçlü olmaları mümkün değildir.
Türkiye her şeyden önce öğrenimde bulunan gençler içinden en kabiliyetlilerini seçerek bunlara geniş öğrenim imkânları sağlamalı ve süratle dünya çapında her konuda yüksek seviyeli ilim adamları ve teknisyenler kadrosunu kurmalıdır. İster matematikte, ister fizikte, ister kimyada, ister tarım bilgilerinde, ister sosyal bilimlerde olsun dünya çapında ve en yetenekli ilim adamları yetiştirmek ve Türkiye'yi kalkındırmaya yetecek bir ilim adamları kadrosunu teşkil etmek Türkiye için başlıca önemli meseleyi teşkil etmektedir.
Türkiye'nin kalkınmasını sağlamada birinci öncelik yüksek seviyeli, liyakatli ve üstün kaliteli ilim adamları, teknisyenler kadrosunu kurmaya önem vermek gerekmektedir.

Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk milletinin tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden şuur almış olan, Türk milletinin milliyetçilik duygularıyla ve manevî değerleriyle beslenmiş insanlar olarak yetiştirmek başta gelen görevlerimizdendir. Millî eğitimin birinci gayesi bu olmalıdır. Türk insanını Türk milletinin örnek bir kişisi, Türk milletinin bütün vasıflarını üzerinde taşıyan müşterek vasıfları benimsemiş insan olarak yetiştirmek olmalıdır. Bunun için televizyon kanallarımız, gazete, dergi ve mecmualarımız sık sık denetlenecek ve Türk’ün dinine, tarihine, ahlâkına, kültür ve değerlerine aykırı ne bulunursa temizlenecektir.

Okullardan birtakım gereksiz bilgi yüküyle yüklenmiş ve gözünü devlet kapısına dikmiş, devlet kapısında memuriyet peşine düşmüş insanlar yetiştirmek özellikle bundan sonra, memleketimiz için çok zararlı ve tehlikelidir. Türk insanını üretici olacak şekilde yetiştirmek, Türk toplumuna katkıda, bulunacak şekilde yetiştirmek, hem bu şekilde bilgili yetiştirmek, kabiliyetli yetiştirmek hem de bu ruhta, bu anlayışta; bu zihniyette yetiştirmek büyük önem taşımaktadır.
Bunun için gençliğimiz için tahsilin süresini uzatmak yerine sosyal alanda, fen alanında, teknik alanda daha uzman ve daha pıratik kısa dönemde hayata atılan insanlar yetiştirmek ve bunların gençlik enerjilerinden yararlanmak pirensiplerimiz arasında olacaktır.
Hayatımıza yön veren insanları yetiştirirken onları sade zekalarına bakarak değil mülâkata tabi tutarak gözle görülür bir elemeden, ve süzgeçten geçirerek, asker, polis, güvenlik görevlisi ve öğretmen olarak yetiştireceğiz. Geçmişteki aile yapısı ve ailesindeki başarı ve suç unsuruna, millete hizmet etmekteki hünerine, becerisine,dinî inancına ahlâk yapısına, hayatta göstermiş olduğu başarılarına bir bütün olarak bakarak Devlet adamı Devlet memuru olarak yetiştireceğiz. Bunların bir göreve gelmelerinde ise bir gün bir bir dirhem yapılan hizmet dahi dikkate alınıp başarısız bir kimseyi bizi yönlendiren, başımızda bizi idarede görevlendirilmiş kimseler olarak asla getirmeyeceğiz. Sistem onu aradan çıkarmış olacaktır.
Askerlikte rütbe çalışma, gayret, beceri ve başarıyla ilgili olmalıdır. Rütbeler asker, er, çavuş, onbaşı, teğmen, yüzbaşı, binbaşı, paşa, bey, şad, tiğin olarak yeniden düzenlenebilir.
İlim ve teknikte ilerlemiş milletlerin elemanlarının sayısı ne olursa olsun, durumu ne olursa olsun diğer milletler arasında durumunu sağlamlaştırmakta ve etkin hâle getirmedikçe başarılı sayılamazlar. Bu durumda diğer milletlerden her zaman ve her şeyde on adım en önde olmak inancı ibadetlerin en önemlisi ve farzı olamalıdır. Bu konu Türk milleti için en hayatî bir değer taşımaktadır.

Karşılaşılan her olayı, önümüze getirilen her meseleyi gördüğümüz her işi ön yargılardan ayrılarak, art düşüncelerden sıyrılarak gerçekçi bir gözle göstermek ve ilim zihniyetiyle bunu muhakeme etmek değerlendirmek başlıca usûl olmalıdır.

İnsanları aşağılatan, en tiksindirici hâl olan, köleliğe karşıyız. Türk milletinin, Türk toplumunun her mânâda özgür olmasıyla mutlu olacağına, yükselebileceğine inanmaktayız. Bu bakımdan ne bahane olursa olsun, her ne isim altında olursa olsun insanları hürriyetsizliğe sürükleyen her çeşit davranışa karşıyız. Hürriyet derken sadece siyasî hürriyeti değil, ekonomik hürriyeti, sosyal hürriyeti, ilim hürriyetini, kısacası İnsan Hakları Beyannamesi'nde ve Birleşmiş Milletler Anayasası'nda ifadesini bulan tüm hürriyetleri bir bütün olarak kastetmekteyiz.(Bugün bazı fabrikalarda çalışan işçilerimizi görüyor ve kalbimiz parçalanıyor. Askeri ücret alıyorlar, hatta işveren bu ücreti de ödememek için işçiyi üç beş kez girdi çıktı yaparak maaşını düşürüyor. Üçretini ya ödemiyor veya üç beş ay gecikmeli olarak ödemek için de ödüyor. Bu bir insanlık ayıbıdır. Bizim sistemimizde devletin gelirleri Kişinin tahsiline, bilgi ve becerisine, kariyerine, liyakatine, hizmette geçen yılarına göre bir günü dahi hesaplanarak ödenmelidir. Hak etmeyen hak etmediği yerde asla bulunmayacak, gerekirse bu gibiler sitemden çıkarılarak emekli edilmelidir.)

Her şeyin halkla beraber, halk için olması ve halka doğru olması ve halk tarafından olması. Halkın yaşayışını paylaşarak, halkın yükseltilmesini birinci plânda düşünerek, halkın dertleriyle yoğrularak halkla el ele halkla iş birliği yapmak suretiyle halk için ve halk tarafından her hareketin düzenlenmesi ve yürütülmesi fikrini kastetmekteyiz.
Bunun için ak sakallılardan, karımış ihtiyar kadınlardan, orta yaşlılardan, gençlerden, çocuklardan ve her meslekten gruplarla meclisler kurmalıyız. Halka rağmen hareket etmeyi doğru ve uygun bulmamaktayız. Türk milletinin yükselişi, milliyetçilik ülküsünün siyasî hareket olarak gelişmesi her şeyden önce halk demokrasisinin Türkiye'de yaşatılmasına ve geliştirilmesine bağlıdır.

Hürriyeti bütün bölümleri ile beraber düşünmek ve insanî şekilde bir hürriyeti istemeyi esas kabul ediyoruz. Bunlar, Birleşmiş Milletlerin Anayasası'nda yer almış olan hürriyetlerdir. Bu, söz hürriyeti, yazı hürriyeti, bilim hürriyeti, sosyal hürriyet, ekonomik hürriyet, korkudan ve baskıdan azade olmak hürriyeti ve sefaletten kurtulma hürriyeti gibi bütün hürriyetleri içine alan bir hürriyet görüşüdür.

Köylerimizi tarım kentleri hâlinde gruplaştırarak teşkilâtlandırmak suretiyle yapılmalıdır. Tarım kentleri teşkilâtı şöyle kurulmalıdır: Köylerimiz birçok yerlerde birbirine yakın olarak bulunmaktadır. Bunları inceleyerek durumlarına uygun biçimde bu köyleri guruplaştırmak gerekmektedir. Birbirlerine yakın bulunan on köyü veya daha ziyade on iki, on dört, on beş köyü veyahut durumlarına göre sekiz köyü, yedi köyü, dokuz köyü bir grup hâlinde teşkilâtlandırmak ve bunların durumu müsait olanı, daha ziyade merkezî yerde bulunan bir köyü, cazibe merkezi olarak ele almak ve burada bütün köyün ilkokul, ortaokul ihtiyacını karşılayacak eğitim merkezlerini açmak, ayrıca köylünün modern tarım esaslarına göre tarım yapmasını sağlayacak şekilde onları teşkilâtlandırmak ve onlara bilgi vermek üzere bu merkezde tarım uzmanları bulundurmak, yine bu merkezde modern tarım aletleri parkı kurmak, gübre depoları, ilâç depoları ve mücadele teşkilâtı, mücadele üniteleri meydana getirmek ve bu grubu içinde bulunan köylerin ihtiyacını bu merkezden temin etmek gerekmektedir. Ayrıca bu merkezde bir sağlık teşkilâtı bulundurmak, bu sağlık teşkilâtında doktor, sağlık memuru, ebe, hasta bakıcı gibi sağlık ekibi kurmak, bulundurmak ve bunlara, altlarına cip vs. gibi araçlar da vermek suretiyle köylümüzü teşkil eden insanlarımızı da sağlık bakımından taramaya almak sağlığı bozulanlar varsa onları bir yataklı tedavi merkezine getirerek yararlandırmak başlıca vazifelerimiz arasında gelmektedir.

Köylümüzün kalkındırılmasını sağlayacak yol, köylerimizi tarım kentleri grupları hâlinde, tarım kentleri birlikleri hâlinde teşkilatlandırmaktan geçer. Merkez seçilen köylerde kurulacak olan bu kolaylıklar, o gruba dahil olan diğer köylerin de zaman içinde bu merkez köylere taşınmalarını, merkez köyde toparlanmalarını sağlar. Bunun için köylülerimizi zorlamaya gerek yoktur. Köylülerimiz kendileri için kolaylık, çocukları için okuma imkânı sağlayan merkezlere kendiliklerinden akmaktadırlar. Bugün büyük şehirlerin çevresinde bulunan gecekondular bunu göstermektedir. Köylülerimizin şehirlere akmalarından gecekondu mahalleleri meydana gelmektedir.

O hâlde bu imkânları onların ayağına götürecek ve onların köylerinin dibinde bu imkânları ona sağlayacak merkezler meydana getirdiğimiz takdirde, bu cazibe merkezlerine o gruba dahil olan köylerin zaman içinde akması ve böylece bu merkezlerde tarım kentleri diyebileceğimiz kentlerin meydana gelmesi mümkün olacaktır. Bu kentlerde, o gruba dahil olan köyleri içine alan kooperatifler kurulacak ve yine bu kentlerde köylü yardımlaşma kurumları meydana gelecek ve köylerimiz kendiliğinden teşkilâtlanacaktır. Bu sayede köylünün de memleketin kalkınmasında, yatırımlara katılmasını temin edecek bir teşkilâtlanma, meydana, gelecektir. Tarım kentlerinin bulunduğu grubun ihtiyaçlarına ve özelliklerine göre o bölgede veyahut birkaç tarım kentinin katılacağı onların bölgesi içinde, onlarla ilgili, tarımla ilgili endüstri, küçük endüstri, küçük imalâthaneler de meydana gelecektir. Böylece hem köylümüz teşkilâtlanacaktır hem de bu sayede büyük yatırımlara katılma imkânı doğacaktır. Aynı zamanda köylülerimiz, insanlarımız köy ekonomisinden, site ekonomisinden, bölge ekonomisinden, ülke ekonomisinden cihan ekonomisine süratle geçme imkânını elde edeceklerdir. Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu büyük problemlerden birisi de cihan ekonomisine geçebilmesidir. Köycülükte köylümüzü kalkındırmak için öngördüğümüz önemli meselelerden birisi köylerimizi tarım kentleri hâlinde gruplaştırmak ve teşkilâtlandırmaktır.

Bölge bölge topraklarımızın en randımanlı olarak kullanılmasını sağlayacak araştırmalar yapmak ve o toprağa uyan en elverişli tarımı uygulamak gerekir. Bunun yanı sıra toprak reformunu da ele almak gerekmektedir. Toprak reformu çok geniş toprakları verimli bir ölçü içinde tanzim etmeyi ön görmekle beraber gayri iktisadî bir işletmeciliğe sebep olan aşırı derecede ufalmış, küçülmüş toprakların da gerçekçi bir işletmeciliğe göre düzenlenmesi yapılacaktır.

Türkiye'nin problemi büyük toprakların, büyük mülk sahiplerinin var oluşundan ziyade, toprakların gayri iktisadî işletmeciliğe yol açacak şekilde parçalanmış, bölünmüş olmasıdır. Yıllardan beri yurdumuzda toprak reformu sözleri söylenmiştir.

Milletler de ulu ağaçlar gibidir. Ulu bir çınarın toprağın üzerinde gövdesi ne kadar yükselmişse. toprağın altında da o kadar derinliğe inmiş, geniş kökleri vardır. Ulu bir ağacın köklerini kesecek olursak o ağacı yaşatmak, toprağın üstünde dik olarak tutmak mümkün olmaz. Bunun için milletin kökleri de kendi millî tarihidir, kendi binlerce yıllık yaşayışı içinde meydana getirdiği kültür hazineleri, manevî değerleridir. Millî gelenekleridir.

İnsanlar yaratıldıkları günden beri daima içinde bulundukları durumla yetinmemişler daha iyi yaşamak, daha güzel bir durum elde etmek, daha olgun sonuçlara varmak için çırpınmışlardır. Bunun için biz bu duygu ve bu zihniyeti bir ilke olarak zihnimize koymuş bulunmalıyız. İnsanlar tabiat kuvvetlerinin tutsaklığından kurtulmak, tabiat kuvvetlerinin kendileri için yararlı olacak şekilde kullanılmasını sağlamak ihtiyacını, düşüncesini yeryüzünde, yaratıldıkları ilk günden beri düşünmüşler, bunu sağlamaya çalışmışlar, bunun için çare aramışlardır. İşte bu da, gelişmeciliğin bir diğer önemli faktörüdür. Yani tabiat olaylarının, tabiat güçlerinin insanlara, insan toplumlarına zarar vermesini önlemek, buna karşılık tabiat güçlerinden tabiat olaylarından insanların, toplulukların mümkün olduğu kadar büyük ölçüde yararlanmasını sağlamak gelişmecilik ruhunun, gelişmecilik düşüncesinin güç aldığı önemli bir kaynaktır.

Bunun için, bütün Türk milleti adına daima daha iyiyi arayacağız. Daha olguna varmak için tedbirler düşüneceğiz, çalışmalar yapacağız. Gece uyumadan gündüz oturmadan ölesiye bitesiye çalışarak her şeyin en güzelini, en iyisini, en olgununu elde etmek için uğraşacağız. Bunu hem kendi yaşayışımızda, kendi mesleğimizde, işimizde sağlamak için çırpınacağız hem de milletimizin vatanımızın, devletimizin hızla, bir an önce en yüksek seviyeye çıkarılması, en ileri bir duruma gelmesi için uğraşacağız. Kendimizi bu güzide milletin, seçkin insanların hizmetçisi kabul ederek iş göreceğiz.
Eğer insanlar elde ettikleriyle yetinseler ve "Bu bize yetiyor" deselerdi medeniyetler olduğu gibi kalır, gelişemezdi. Hâlbuki görüyoruz ki bundan kırk yıl önceki durum bugün yoktur.
Bundan beş yıl önceki durum da yoktur. Bundan beş yıl sonra da daima bugünkü durumdan daha ileri gidilmiş, daha birçok yeni şeyler bulunmuş olacak; çünkü insanlar daima daha iyiyi araştırıyorlar, daha mükemmeli istiyorlar. O hâlde kalkınmamızın ve yaşamamızın dayanacağı temel ilkelerden birisi de daima elde ettiğimizle yetinmemek, daha iyiyi, daha güzeli, daha mükemmeli araştırmak duygusu olacaktır. İşte bizim dayanağımız ilke bu olacaktır.

Bugün dünya atom, hidrojen, uranyum, bor, toryum, neptünyum, nükleer ve uzay çağına girmiş bulunmaktadır. İnsanlığın hayatında endüstri, makine ve bilgisayar kablosuz cihazlar önemli yeri almış bulunmaktadır. Türk milletinin 300 yıla varan bir dönem içinde uğramış olduğu yenilgiler ve karşılaşmış olduğu felâketler, acılar, gelişen makine, endüstri ve bilgisayar gücünün karşısında Türk milletinin kol gücüyle, hayvan gücüyle yalın bir durumda kalmış olmasıdır.
Bugün bir toplumun güçlü olması her şeyden önce modern sanayi kuruluşu olmasına, teknikte, endüstride bilişim dünyasında en yüksek seviyeye çıkmış bulunmasına bağlıdır. Modern bir toplum olmak, güçlü bir devlet, millet hâline gelmek için Türkiye'nin en kısa zamanda dünyanın en ileri endüstri ve bilişim ülkesi hâline gelmesi gerekmektedir.
Bundan 100 sene önceki Türkiye ile 100 sene önceki ileri Avrupa ülkesi Amerika, İngiltere, Almanya veya Fransa arasındaki geri kalmışlık mesafesini kapatmak mecburiyetindeyiz.
İnsanlık yeni bir çağa girdi. Bu çağ uzay, bilgisayar ve kablosuz bilişim çağıdır. Bu ne ile mümkün olabilir? Teknik ile mümkün olur ve bir de milletlerin endüstri sahibi, olmalarıyla mümkün olur. Endüstri de yine neye dayanır? Tekniğe, ekonomiye dayanır. O hâlde teknik, ekonomik, elektrik ve elektronik sahada en ön safta yer almak, yükselmek ve BÜYÜK TÜRKİYE RÜYAMIZI gerçekleştirmek zorundayız.
Bu uğurda DİNLENMEMEK ÜZERE YÜRÜMEYE KARAR VEREREK; GECE UYUMADAN, GÜNDÜZ OTURMADAN, ÖLESİYE BİTESİYE ÇALIŞARAK GERÇEKLEŞTİRMEK ve TÜRK MİLLETİNE OLAN BORCUMUZU ÖDEMEK MECBURİYETİNDEYİZ.
Gayret bizden, yardım Allah’tandır.Tanrı TÜRK’ü korusun ve yüceltsin.

KAYNAKLAR:
1) KUTAY Cemal , Tarih Sohbetleri c.IV )
2) ERGİN Muharrem, Orhun Abideleri, Kültür Bakanlığı Yay. 1999, Ankara
3) ERGİN, Muharrem, Dedekorkut Hikâyeleri, Kültür Bakanlığı Yay. 1990, Ankara
4) GADRON, Geza, Galibolu
5) ERAVŞAR Hamza, Avrupa Türklerinin Mukadderatı, Yumak Yayınları,s.127-140, Ankara 1999

23 Temmuz 2009 Perşembe

KARARLILIK ve BİRLEŞİK AVRASYA; Abdullah Çağrı ELGÜN

KARARLILIK ve BİRLEŞİK AVRASYA
Abdullah Çağrı ELGÜN
Doğuda: Türkiye, Kıbrıs, Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan; Batıda: Romanya, Arnavutluk, Yugoslavya, Sırbistan, Saray Bosna, Bulgaristan derhal ve en kısa sürede ve en kısa yoldan derhal birleşmelidir. Bu birliğe katılmak isteyenlere de kayıtsız şartsız imkan tanınmalıdır.
Beylerbeyliği, sancak beyliği veya şehrimiz(eyalet) olarak uzun yıllar yönettiğimiz Bulgaristan(545) beş yüz kırk beş yıl, Yunanistan (400) dört yüz sene, Girit(267) iki yüz atmış yedi yıl, Ege adaları (541) beş yüz kırk bir yıl, Arnavutluk(435) dört yüz otuz beş yıl, Romanya(490) dört yüz doksan yıl, Macaristan(160) yüz atmış yıl, Çekistan, Slovenya, Polonya, Batı Rusya, Beyaz Rusya ve Avrupa Rusya’sı(291) dün Müslüman Türk egemenliğinde huzur içinde birlikte yaşamıştı. Bugün de birleşmelidir.
Ukrayna(308) üç yüz sekiz yıl, Gürcistan dört yüz(400), Ermenistan, Azerbaycan, Kıbrıs iki yüz doksan beş(293), Suriye dört yüz iki(402), Türkçe yazıp Türkçe ses verirdi.


Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak dört yüz iki(402) yıl, Suidi Arabistan üç yüz doksan dokuz(399) yıl, Yemen dört yüz bir(401) yıl, Katar, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri dört yüz(400) yıl, Kuveyt üç yüz seksen bir(381) yıl, Müslüman Türk milleti ile mesut ve müreffeh bir hayat içindeydi. Bugün de böyle olmalıdır.

Asya yakasında: Türkiye, Kıbrıs, Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan; Batı yakasında: İtalya,Yunanistan, Ukrayna, Ermenistan; Macaristan, Çekistan, Slovenya, Polonya, Batı Rusya, Beyaz Rusya, Avrupa Rusyası; Ortadoğu’da: Suriye, Lübnan, İsrail,Ürdün, İran, Pakistan, Afganistan, Irak, Suidi Arabistan, Yemen, Katar, Bahreyn, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri yan yana gelerek yeni bir dünya gücü
oluşturmalıdır.
Kırgızistan, yetersiz miktardaki gelirlerini yönetememekte ve bu gelirlerini kendi halkı arasında adil olarak paylaştıramamaktadır. Bu sebeple Kırgızistan’da sürekli halk ayaklanması ve protesto eylemleri gündeme gelmektedir. Böyle zor zamanlarda kardeşlerinin desteğine yardımına ihtiyacı vardır. Kırgızistan’a; Tacikistan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Türkiye bu yardımı derhal sağlamalıdır. Bunun gibi ekonomisi zor durumdaki kardeş ülkelere de aynı şekilde yardım yapılmalıdır.
Bunun bir örneğini Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev Kırgız kardeşlerinin ekonomisine çeşitli zaman dilimleri içerisinde 300 milyon dolar, 1.500 ton buğday, yardım ederek göstermiştir.
Nursultan Nazarbayev, değişik tarih, yer ve zeminlerde düzenlenen toplantılarda “Orta Asya Birliğinin Kurulması” düşüncesini açıkça ve ısrarla dile getirmektedir. Nursultan Nazarbayev’in memnuniyet verici düşüncelerinin ışığında iki ülke arasındaki bir de anlaşma imzalanmasıdır.
İmzalanan ortak bildiride; iki ülke arasında "Devletler Arası Yüksek Konsey" ile "Dışişleri Bakanlıkları Konseyi" kurulmasının kararlaştırıldığı ve hükumetler arasında "Uluslararası Hudut İşbirliği Merkezleri" kurulması, "Sınır komşuları olan Kazakistan'ın Almatı ve Cambul Bölgeleri ile Kırgızistan'ın Issık-Göl, Talas ve Çuy Bölgeleri'ni ziyaret edecek üçüncü ülke vatandaşlarına verilecek turist vizelerinin karşılıklı olarak tanınması", "Kültür ve Enformasyon Bakanlıkları arasında kültürel işbirliği anlaşmaları" imzalandığı kaydedilmiştir.
Kırgızistan Cumhurbaşkanı Kurmanbek Bakiev’in de, Nazarbayev'in Orta Asya Birliği düşüncesini desteklediğini, yaptığı bir basın toplantısında açık olarak belirtmiştir. Türkmenistan, Tacikistan ve Özbekistan Cumhurbaşkanlarının da bu fikre sıcak baktığını bildiğini, ancak bu projenin nasıl uygulamaya konulabileceği yönünde bazı tereddütler olduğunu belirtilmekteydi.
Gelişmeler Nazarbayev’in Orta Asya Birliği fikri doğrultusunda ısrarla ilerlediğini gösteriyor. Birlik konusunda bazı tereddütlerin bulunması doğal karşılanmalıdır zira enerji kaynaklarının yoğun olarak yer aldığı coğrafyada hesapları bulunan devletlerin “soru işaretleri” yaratacak müdahaleleri mümkündür ve olacaktır.
Ancak her şeye rağmen ortak tarihi ve kültürel değerlerin birlik konusunda büyük avantajlar sunduğu unutulmamalıdır. Yeryüzündeki gelişmelere paralel olarak siyasî ve ekonomik menfaatler bölge ülkelerini “Orta Asya Birliği”ni oluşturmaya zorlamaktadır.
Bizim böyle bir birlikteliğimizden korkuya kapılanlar, kıskananlar ve bu coğrafyada bazı hesapları bulunan kişi ve devletlerin olması kaçınılmazdır. Bu kişi ve devletler için Kuran’da geçen ve Müslüman Türk’ün inanç kaynağı olan aşağıdaki ayet, bunların bizim düşüncelerimizi açık ve net olarak anlamalarını sağlayacağına inanıyorum.

Bakara Suresi 136. Ayet’te : “… Biz Allah’a ve bize indirilen Kuran’a, İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya, İsa’ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rableri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allah’a boyun eğen Müslimleriz.” Ayeti gereği bütün peygamberleri sever ve aynı ölçüde saygı duyarız. Böyle büyük dinin ve tefekkürün sahipleri de şüphesiz bu din gibi sağlam, sağlıklı ve büyük millettir. Bunun için: “Dünya bir Türk’e dar” diyen atalarımız gibi, dünyanın efendiliğini üstlenebilecek tek devlet Türkiye, tek din Müslümanlıktır. Yer küresi üzerinde yaşayan her canlı huzur ve sükûnete Müslüman Türklüğün adalet ve hoşgörüsüyle kavuşabilir. Bunun için de AVRASYA BİRLİĞİNE emin adımlarla ve cesaretle en kısa sürede en kısa yoldan gitmek gereklidir. Bugün olmasa bile birkaç yıl sonra bunu gerçekleştirecek devlet adamları mutlaka çıkacaktır.
Kaşgarlı Mahmut, Peygamberimiz Hz Muhammed(sav)kıyamet alametlerinden bahsederken anlattığı bir hadisini naklederek: “Türk Dilini öğreniniz; çünkü Türkler’in uzun sürecek hakimiyetleri olacaktır.” demektedir. Ayrıca başka bir hadisinde de Hz.Muhammed: “Güneş yeniden Türk burçlarından doğacaktır.” demiştir. Bu bilgi, tecrübeleri ve geçmişin tecrübelerinin ışığında Türk Devlet Adamlarına ve Bürokratlarına çok asil ve ulvî bir görev düşmektedir. Bu görev bütün AVRASYAYI BİRLEŞTİRME görevidir.
Doğuda: Türkiye, Kıbrıs, Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan; Batıda: Romanya, Arnavutluk, Yugoslavya, Sırbistan, Saray Bosna, Bulgaristan, en kısa sürede ve en kısa yoldan derhal birleşmelidir. Bu birliğe katılmak isteyenlere de kayıtsız şartsız imkan tanınmalıdır


KAYNAKLAR:

1) Muammer ERKUL, Stop, Türkiye Gazetesi, Ekim l999
2) Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk cilt. I,I,III
3) Avrupa Türklerinin Mukadderatı, Hamza ERAVŞAR,Yumak Yayınları,s.127-140, Ankara 1999
4) http://www.semerkanddergisi.com/637.htm
5) Avrupa Türklerinin Mukadderatı, Hamza ERAVŞAR,Yumak Yayınları,s.127-140, Ankara 1999
6) Erdoğan ILGAZ, Kazakistan’dan Orta Asya Birliği Yönünde Kararlı Adımlar,(yazarlar, asilkan.org) 7) Haydar Baş, …..