28 Şubat 2024 Çarşamba

HATAYÎ (1487-1524), Abdullah Çağrı ELGÜN

                                                HATAYÎ (1487-1524)

                                         Abdullah Çağrı ELGÜN

İran, Azerbaycan'ında yaşayan Alevî Bektaşî Tarikatı’na mensup Afşar Türkmenlerindendir. 

Safevî Tarikatının Lideri, Safevî Devletinin kurucusu ve ilk hükümdarıdır. Bir Türk Devleti olup, Resmî dili Türkçedir. Azerbaycan Türkçesi, ilk defa burada, Devlet Dili olarak kullanılmıştır…

1. Nesimî (14.yy.)

2.Yeminî (15.yy)x

3. Kaygusuz Abdâl (15.yy.)

4. Fuzûlî (16.yy)

5.Viranî (16. yy.)

6. Pîr Sultan Abdâl (16.yy)

7.Kul Himmet (16.yy), gibi yedi Bektaşî Uluları arasında yer alır.

 

 Azerbaycan'ın/Erdebil'de 1487 yılında doğdu. Alevî Dergâhı ve Cem Evlerinde "Nefes" adı verilen şiirleri ile ün yapıyor. Alevî Bektaşiliğin Erenler'inden sayıldığından halk arasında oldukça rağbet görmüştür.

Hätayî’im hål çağında,    

Hak gönül al çağında…

Bir gönül al çağında!..           

Bin Kabe'den yeğrektir.

 

Yunus Emre de bir şiirinde:

 

“Yunus der ki: Ey, Hoca

İstersen var, bin Hac’ca…

Hepisinden iyice,

Bir gönüle girmektir!” der.

 

Hatayî’nin Babası Şeyh Haydar, dedesi ise Şeyh Cüneyt Safiyüddin'dir. Babası Şeyh Haydar Diyarbakır Akkoyunlu Devleti HükümdarıUzun Hasan'ın” kızı Âlemşah Halime Begüm Sultan ile evlenmiştir.

1488 yılında babası Haydar’ın Şirvan'da yaptığı bir savaşta, öldürülmesinden sonra, kardeşi Sultan Ali, İsmail ve İbrahim'in de öldürülmelerinden korkulması sebebiyle, gizlice Şiraz'a gönderilmişlerdir.

Burada da talihleri yaver gitmeyen biri kız, dört kardeş; annesi ile birlikte Akkoyunlu Devleti Şehzadesi, Şiraz Vallisi tarafından beş (5) ay süre ile hapiste, gözetim altında tutulmuşlardır...

Akkoyunlu Hükümdarı Sultan Yakup'un ölümü üzerine, oğlu Rüstem Bey kardeşleri ile olan saltanat mücadelelerinde onlardan yararlanmak için Sultan Ali, İsmail ve İbrahim'i serbest bırakır...

İsmail'in ağabeyi Sultan Ali, katıldığı iki şavaşı da kazanınca Tebriz'e dönmüştür.

Tebriz'de Sultan Ali'ye ve İsmail'e büyük bir tören düzenlenir. Karşılama, büyük kalabalıklar, tezahüratlar ve alkışlar eşliğinde yapılır.  Halkın gösterdiği bu büyük ilgi, teveccüh, sevinç gösterileri ve tezahüratlar Akkoyunlu Şehzadesi Rüstem Bey’i korkutmuştur...

Rüstem Bey geleceği için tehlike olarak gördüğü bu akıllı ve savaşçılıkta da maharetli olan, Şeyh Haydar'ın oğullarından kurtulmanın yollarını arar...

Bu durumu fark eden Sultan Ali, kardeşlerini de alarak Erbil'e kaçar...

Arkalarından gelen Akkoyunlu Şehzadesi, Rüstem Bey'in askerleri tarafından kıran kırana geçen baskında Sultan Ali öldürülür...

Bu arada yedi (7) Müridi ile birlikte, ailesini kurtarmayı başarmış ve Sultanlık vekaletini, kardeşi İsmail'e bırakmıştır...

Sultan İsmail ve ailesi, Erdebil'e gelirler. Burada Müridleri tarafından korunmaktadır.

Sürekli gözetllendiklerini ve takip edildiklerini anlayan Müridler, buradan da bir şafak vaktinde, gizlice ayrılarak, Bağru Dağı'na doğru kaçarlar.

Buradan Gilan'a, Gaskar, Reşit ve Lahican'a ulaşırlar... Lahican'da Kar Kaya'min evinde ağırlanırlar.

Şeyh Haydar'ın oğulları; İsmail ve İbrahim, annesi ve kız kardeşi de yanlarında olarak ilk eğitimini de burada, almaya başlar…

Dedesi Şeyh Cüneyd Safiyüddin ve Babası Şeyh Haydar'ın Müridleri bunların hayatta olduğunu ve burada ikamet ettiğini duyar duymaz, ülkenin dört bir yanından, İsmail ve kardeşlerini görmeye gelirler...

 Bunu duyan Akkoyunlu Şehzadesi Rüstem Bey, bunların yakalanamayıp da hayatta olduğunu duyunca, Ordularını hazırlayarak, Lahican üzerine bir sefer için yola çıkar. Yolda Akkoyunlu Ahmet Göde tarafından 1497 de öldürülür...

Durumu haber alan İsmail ve İbrahim kardeşler ile Müridleri büyük bir sevinç yaşarlar...

Bunu büyük bir firsat bilen İsmail, kardeşi ve Müridleri önce, Aravan' a oradan da Erdebil'e geçerler.

Erdebil Tekkesi'nde, kendisine katılan Alevî Bektaşi Türkmen Oymakları ile birlikte, 1500 yılında Tebriz'e girerler…

Burada Şiî Meshebi Mensuplarına ve babasına yapılan eziyet ve işkencelerin öcünü alır.

Babasının kellesinin, köpeklerin önüne atılarak aşağılanmalarından dolayı, Tebriz'deki bütün köpekleri de öldürerek intikamını alır... Kedisine burada taç giydirilerek “ŞAH” unvanı verilir... Taraftarlarınca: "Şah İsmail Bahadır Han" olarak anılır.

Şah İsmail, 1502'de Bakü'ye girer. Buraları da topraklarına katar.  Aynı yıl tekrar Tebriz’e döner…

1509'da Özbek Türk'ü Şeybani Han'ı yenip, öldürerek Özbekistan'ı da alır. Sürekli sınırlarını genişletmektedir.

Bu durum Fatih'in oğlu, Osmanlı Sultanı II. Beyazıt Han'ı tedirgin eder...
Yanı başında, Türkçe konuşan ve Türkmenlerden kurulu, Alevî Bektaşî Tarikatı'na mensup bir devlete, endişeyle bakar...

Oğlu Şehzade Ahmet’i Şah İsmail’i ortadan kaldırmak için gönderir; fakat Şehzade Ahmet büyük bir yenilgi ile Saraya döner…

Osmanlının Yeniçeri Askerî Ocağı Komutanları (Ağaları) da Bektaşî Tarikatı’na mensuptur... Saray ile “Yeniçeri Ağaları arasında doğacak bir tatsızlıkta, Yeniçeri Ocağı Askerlerinin, Şah İsmail tarafına geçme ihtimali Beyazıt'ı korkutur...  Yeniçerilerin Şah ile birlikte hareket etmeyeceklerinden kim emin olabilir?..” düşüncesi II. Beyazıt’ı her zaman rahatsız eder...

Hatta, Türkmen Şah Mahdum Kulu buradaki Türkmen Beyleri ile toplantı yapıyor ve Türkmenleri Padişahın üzerine salıyormuş, diye söylentiler de dolaşmaktadır. Bu sebeple II. Beyazıt'ın tedirginliği her geçen gün daha da artar...

II. Beyazıt'ın dört oğlundan biri Şehenşah eceliyle vefat edince, büyüklük sırasına göre: Ahmet, Korkut ve Selim kalmıştır... Ortanca oğlu olan Korkut'un, çocuğu olmamıştır.

Fatih Kanûnnâmesine göre, zamanı gelince Osmanlı Tahtına, Hanedanın en büyüğü, olan Şehzade geçecektir. Tahta geçenin, “Devletin Bekâsı” için diğer kardeşlerini katletmesi caizdir.  Bununla ilgili Şeyhülislâm'dan Fetvâ alınmıştır.

Bu sebeple daha babası sağken II. Bayazıt'ın oğulları arasında Taht Mücadelesi başlamış ve kızışmıştır... Sultan Beyazıt bundan çok tedirgin olmakta ve üzülmektedir.

1492 ve 1502 yılları arasında on (10) yıl süren Veba Salgını; pek çok ölümlere yol açmıştır.  Ardından, altı (6) yıl süren Kıtlık büyük sıkıntılar doğurmuştur.

1509 yılının 10 Eylül günü, sabah 04.00 gibi yaşanan 8.0 şiddetindeki İstanbul Depremi, 45 gün sürüyor...

109 Cami, 1070 ev, yıkıldı.

5 bin insan ölüyor.

10 bin insan yaralanıyor...

Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Edirnekapı, Yedikule, Fatih Camii, Anadolu Hisarı, Yoros Kalesi yıkıldı.

Gazın dışarı çıkması için İstanbul'un çeşitli yerlerinde 2.000 kuyu açıldı.

II. Beyazıt şehrin yeniden imarı için 80 bin işçi getirtti...


Anadolu ve Rumeli’nde zarar gören zarar görenler tamir ediliyor. Ahşap ev yapımı yaygınlaşıyor...

Bütün tamir ve bakım işi 65 gün gibi kısa bir zaman sürüyor. Halka üç gün üç gece yemek dağıtılıyor…

Bu olay İstanbul'da “Küçük Kıyamet” olarak anılmıştır.

1511 yılında baş gösteren Şah Kulu İsyanı, Anadolu Halkını ve Saraydaki Yeniçeri Askeri Ocağını da karıştırır.

Şehzadeler arasında baş gösteren saltanat mücadelesi de buna eklenince Şah Kulu İsyanı sebebiyle zaaflık gösterdiği, söylenen II. Beyazıt, önce tahtından, sonra da hayatından olacaktır.

Şehzade Kardeşlerin, ikinci büyüğü olan Korkut'un çocuğu olmaması sebebiyle, Osmanlı Tahtı üzerine bir iddiası da olamayacaktı!.. Böylece birbirlerine rakip Şehzadelerden, lI. Beyazıt'ın da en büyük oğlu Ahmet ve en küçük oğlu Selim gözükmektedir.   Bunların da erkek çocukları vardır...

Bu arada Şah İsmail, Osmanlı ülkesi olan Tokat'ı almış, burada; adına Hutbe dahi okutmuştur.

 

Ankara içlerine kadar gelen Şah İsmail, Osmanlı toplumunda kargaşanın doğmasına ve Şah İsmail adına taraftar bulmasına, da sebep olmuştur.


Bütün bunlara rağmen Korkut'un Şehzade olması sebebiyle, her zaman potansiyel bir tehlike arz etmektedir. Aynı zamanda dedesi Fatih Sultan Mehmet'ten boşalan tahta, İstanbul’a en yakın, Şehzade olan Korkut geçmiş ve ilk olarak babasına Vekaleten Devleti yönetmişti… Babası II.Beyazıt gelince de tahtı ona salimen teslim etmişti…

Beyazıt'ın en küçük oğlu Selim, kırk üç yaşına basmıştır...  Akıllı, güçlü ve ihtiraslıdır.  Ağabeyi Korkut'u yanına alırsa, en büyük Ağabeyi Ahmet'i ve oğullarını bertaraf edebileceğini düşünmektedir. Yoksa kelle gövde üzerinde her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır…

Şehzade Selim, Kırım Hanı'nın kızı ile evli olması sebebiyle Kırım Hanı ile akrabadır. Oğlu Süleyman Kırım’a en yakın Küfe’de Vali olarak bulunmaktadır.

Osmanlının Şehzadeleri arasında başlayan taht çekişmelerinden yararlanmak isteyen Şah İsmail, komşularla da ittifak arayışına girer...

II. Beyazıt ile şansı bir türlü barışık olmayan Şah İsmail, Beyazıt’ın en büyük oğlu Şehzade Ahmet’i ordularıyla birlikte yenerek bozguna uğratmıştır… Bu sebeple Beyazıt'ın Oğulları ile de kavgalı duruma düşer...

Osmanlı Ordularındaki Yeniçeriler ve onların Bektaşi Tarikatına mensup Ağaların (Komutanlar), tamamına yakını Türkmenlerdir…  

Yeniçeri Askerî Ocağı’nın bu Türkmen Komutanları, gün geçtikçe ve her bir bahanede ile kendi makam ve mevkilerinden birer birer sökülerek alınmaktadırlar.

Komutanlıkları ellerinden alındıkları yetmiyormuş gibi bunların Tımar adı verilen toprakları da Yeni atanan Devşirme Yeniçeri Ağalarına, Devşirme Paşalara, Devşirme Vezirlere para karşılığında peşkeş çekilip satılmaktadır.

Enderun Mektebinde 14-16 yıl arasında eğitim verilerek yetiştirilen bu Devşirmeler, son derece iyi eğitim görmüş Bulgar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Gayrimüslümlerin, Müslümanlaştırılmış çocuklarıydılar.

Enderun'dan yetirilen Devşirmeler: Birkaç dili bir arada konuşabiliyor. Savaş, Diplomasisi, Dış Siyaset, Devlet Yönetimi, Bürokrasi … vb. Her Türdeki Silahı Kullanma, Ok Atma, Güreş Sporları, dahil, hemen her konuda bilgi sahibi oluyorlardı... Her ne sebepse bu Enderun Akademisi devletin asıl sahiplerine kapalıydı. Bu sebeple Türkler, cehalete mahkûm edilmişlerdi...

Türkler''e: "Savaşta ölmeye yarayan, korkusuz çeri...Gözü kara asker!.." olarak bakılmaktaydı…

Türkmen Ağalar, Paşalar ve hatta Vezirler bu şekilde eğitimden yoksun bırakılmışlardı... Bir bakıma haklı olarak bu makamlarından alınan Yeniçerilerin yerine, Devşirmeler Devletin ve Saray’ın Yönetimine atanıyorlardı…


Devleti ve Sarayı, Gayri Müslimlerin Müslümanlaştırılmış Devşirme çocukları yönetiyordu!..

Sünnî Bektaşî Tarikatı'na mensup Osmanlı Yeniçeri Ocağı Askerleri, Hataî'den ezbere şiirler okurlardı. Hatta kendileri gibi Türkmen Bektaşiler’e hayranlık duyuyorlar; fakat Şah İsmail'in, diğer adının "Hatayî" adlı Bektaşî Ulusu, olduğunu bilmiyorlardı...

Sivas, Erzincan, Karaman Türkmenleri'nin tamamı Osmanlının ağır vergi yükleri sebebiyle, akın akın İran'a göçüyorlardı.

 Bir Yeniçeri kalkıp ondan şiirler okumağa başladığına herkes dikkat kesilir ve onu can kulağı ile dinler ve hayranlıkla okuyanı takip ederdi:

Gerçek âşık menzilinde durursa,

Çerağ gibi yanıp, yağı erirse,

Eksikliği kendi özünde bulursa,

O da Erdir, yine Erden sayılar...

 

Şah Hatayi'm eydür, Bağdat'tır, vatan!

İkilikten geçip birliğe yeten,

Erenler yanında, Kıyl ü kâl tutan,

Yolu dikenlidir, hârdan sayılır...

Osmanlı Yeniçeri Askerî Ocağı arasında, Şah Hataî'den şiirler okunaduruyordu...

II. Beyazıt döneminde rüşvet, iltimas adam kayırma, makam ve mevkilerin para karşılığında satılması; hak, hukuk ve adaletsizlikte gelinen nokta, halkı tedirgin ediyordu...

Asıl ahali Türkmenler, ağır bir vergi yükü altına sokulmuştu!.. Konar göçer Türkmenler her gittiği yaylada bir miktar hayvanını vergi olarak bırakarak geriye dönüyorlardı...

Tımar sahibi Beyler de durumdan hiç hoşnut değillerdi. Şikayetlerini gelip İstanbul ve Erdebil'deki Dergâha iletiyorlardı...

O devrin ulularından Şair Fuzûlî de Osmanlının hizmetine girmiş, Sarayda okuduğu kasidelerle, Padişah'ın gönlünü kazanmıştı. Bu sebeple Fuzûlî'ye dokuz (9) Akçelik maaş bağlanmıştı.

Fuzûlî, Evkaftaki Dokuz (9) Akçelik Maaşını almaya gidince, devlet çarkının rüşvetsiz, işlemediğini görmüştü... Böyle bir durum karşısında, maaşını alamamış olmanın hüznü ile evine, eli boş olarak dönerek, köşesine çekilmişti...

Fuzûlî, durumu anlatan, Padişah'a yazdığı bir mektup "Şikayetnâmesinde":

“Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar.

Hükmü (belgeyi) gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler.

Gerçi görünürde, itaat eder gibi davrandılar; ama

Bütün sorduklarıma isteksiz karşılık verdiler.

Gördüm ki sualime asık suratla, zebani görünümleriyle,

Cevaptan başka nesne vermezler...  

Çaresiz mücadeleyi terk ettim, köşeme çekildim.” Der.

Başka bir tarihçi de Osmanlıda ayyuka çıkmış rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, hak, hukuk ve adaletsizlikte gelinen noktayı anlatırken:

 

"Devlet-i Ali Osmaniye'de:

Terfi i temayüz ilim ile olmaz!

Ya olacak, kuvvetli iltimas;

Ya olacak, madeni has...

Ya da olacak, ten ile temas... " demektedir.

İşte, Bektaşî Tekkesi Türkmen Yeniçeri Askerleri ve Yeniçeri Ağaları böylerüşvetlerle kendilerine verilen Timarların (toprakların) ellerinden alınarak, Devşirmelere rüşvet karşılığında satıldığını, "Enderun Mektebi"nden yetişmiş ve üst makamlarda yüksek maaşla görevlendirilmiş, Devşirme Ağalara, Devşirme Paşalara ve Devşirme Vezirlere rüşvet karşılığında satılması, verilmesi sebebiyle, şikâyetçi olup isyandaydılar...

Her vesile ile Saraya yürüyorlar ve Padişaha:

«Bizim Tımarlarımız (Toprak) alınıp Devşirmelere veriliyor. 

Üst makamlara hep Devşirmeler atanıyor?..

Biz fakirleşiyoruz, onlar zenginleşiyorlar.

Biz Türkmeniz! Türküz!..

Bu topraklar bizim. 

Sarayı, niçin Devşirmeler yönetiyor? 

Sarayı ve Devleti yönetmek bizim hakkımız!" diyorlardı...

Padişah, Devşirme Vezirine sorduğunda: 

"Bunlar ne isterler, niçin bağrışırlar böyle Paşa?" dediğinde:

Devşirme Veziri:

"Padişahım, bunlar Dağlı olduklarını bilmeden, Sarayı yönetmek isterler...

Padişah

-Başkaca?...

Vezir:  

Tımarları (toprakları) ellerinden alınıyormuş?...

Padişah:

Kendileri niçin satın almıyorlar?

Vezir:

Onlarda para ne gezer Padişahım?..

Parası olan, Gayrimüslümler toprağı satın alıyor!..." diyordu.

 

Padişah II. Beyazıt:  (Ayaklanmalardan için)

"Bunun bir çaresine bakmak lazım!.." deyince...

Vezir:

“Yeniçeri Ocağının Bektaşi Türkmen Ağaların tamamını görevden alalım Hünkârım." dedi...

Bir müddet sonra, İstanbul'da Ordu içinde bulunan, Yeniçeri Bektaşi Türkmen Ağalarının (Komutan) tamamına yakını değiştirildi...

Görevlerinden alınan Bektaşî Türkmenleri, Enderun Mektebi'nden yetiştirilme ve her biri 14-16 yıl eğitim görmüş Yeniçeri Ocağı Ağalığı, Paşalık ve Vezirlik Makamlarına atandılar...

Osmanlının, Yeniçeri Askerî Ocağının tamamına yakını Alevî veya Sunnî Bektaşî Tarikatı Mensubu, Türkmenlerdi. Bunlar komutanlarının değişmesini ve Devşirmeler tarafından yönetilmeyi kendilerine zül saydılar.

Bu aşağılanmayı bir türlü hazmedemiyorlardı…

Bundan sonraki zamanda da Yeniçeriler içinde homurtular, sesler ve isyanlar ayyuka çıkmış dinmek bilmiyordu...

II. Beyazit, tahtını, ordudaki ve halktaki isyancılara karşı korumak isterken, bir de oğulları arasında taht mücadelesine şahit oluyordu...

Şehzadeler atandıkları vilayetleri, Sancakları beğenmiyor, İstanbul'a (Payitah) daha yakın yerleri istiyorlardı...

İstanbul’a bir Korkut yaklaşıyor, bir Ahmet veya onun oğulları Vali Olarak atanıyorlardı… Bu durum zaten büyüklük sırasına razı olmayan Şehzade Selim'i kızdıryordu.

Oğlu Süleyman dahi tahta çok uzak yer olan Kırım Kıyılarında bir yer olan Küfe’ye tayin edilmişti.

Şehzade Selim, öfkesini yenemeyerek önce Küfe’ye geçti. Oğlu Süleyman’dan kendisine katılacak bir ordu birliği istedi. Oğlu önce tereddüt etti. “Dedemi düşürmeyi mi düşünüyorsunuz?” Dedi.

Selim de:

“Evet!” dedi. Durumu uzun uzun izah etti. Oğlu Süleyman’dan iyi yetişmiş savaşçı bir ordu birliği sözü aldı…

Sonra kayınbabası Kırım Hanı’nın yanına geçti. Niyetini açıkladı. Kırım Hanı tereddüt etti. Ya sıkıntı çıkarsa kellemden olurum dedi; fakat Selim’in kararlı tutumu Kırım Han’ını tedirgin etti. Sonra: “Beni bu işlere bulaştırma kellem gövdemde dursun!.." Dedi. Dedi; fakat ya yarın ya Selim Padişah olursa, bunun hesabını benden sormaz mı?.." diye düşünerek, Kırım Hanı da Selim’in emrine, güçlü ve donanımlı bir ordu vermeye razı oldu…

Kırım Hanın’dan aldığı askeri birlikler ve oğlu Süleyman’dan aldığı akerî birliklerle Karadeniz yoluyla Tekirdağ’a gelerek karargâh kurdu!..

Babası Beyazıt’a da: “Elini öpmek istediğini” bildirdi. II. Beyazıt bu durumdan şüphelenerek: Ben çağırmadan nasıl gelmiş?” dedi.

Vezirleriyle haber göndererek Selim’e: "Vali olarak atandığı yere dönmesini" emretti…

Şehzade Selim, gelen elçilere yerine dönme sözü verdi. 15 gün geçmesine rağmen Tekirdağ’daki karargâhtan ayrılmadı.

Şehzade Selim üzerine bir Ordu hazırlanarak Veziriyle, Şehzade Selim’e elçi olarak gönderildi. Elçiler Şehzade Selim'e:

"Siz yerinize dönmeden, askerlerimiz buradan ayrılmayacak!.." denildi.

“Yerinize dönün, Şehzadem!..” denildi.

Şehzade Selim'in, bulunduğu yerden ayrılarak, ordusuyla yarım günlük yol aldığını görünce, Osmanlı Veziri ve askerleri de bulundukları yerden ayrılarak Topkapı Sarayı'nın yolunu tuttular... İş tatlılıkla halledilmiş gözüküyordu...

 

Şehzade Selim gittiği bölgeden tamamen ayrıldığı Beyazıt'a bildirilmişti; fakat Şehzade Selim, Saray'a bir günlük mesafede Karargâh kurmuş ve ertesi sabah da Ordularıyla İstanbul’daki Topkapı Sarayı’na yürüyerek, Saray'ı kuşattı...

Babası Beyazıt'a:

“Tahtı kendisine bırakarak, çekilmesini ve İstanbul’dan ayrılmasını!” söyledi!..  Babası bu durumu kabul etmeyerek direndi. Direndi; fakat Saray’da kendisinden başka sadece veziri ve tek kişi kendisi kalmıştı...

Yeniçeriler dahil, Şehzade Selim’in tarafına geçmişlerdi. Tek başına kalan Padişah Beyazıt bütün yolların kapandığını ve başkaca çaresinin olmadığını anladı!.. Mecburen tahtı, Şehzade Selim’e teslim etti...

II. Beyazıt yanına hanımları, cariyeleri ve mahiyetine de bir miktar güvenlik için asker verilerek, Saray’dan ayrıldı.

Saraydan ayrılmadan Şehzade Selim onun yanına bir de doktor görevlendirdi. Her şey iyi giderken ikinci gün Eski Beyazıt yolda kıvranmaya ve karnında oluşan sancılarından bağırmaya başladı...

Şehzade Sultan Selim, babasının yanına kattığı doktor ile onu zehirletmişti!..

Mahiyetindekiler doktora bağırıp çağırdılar. "Bunu sen yaptın!.." dediler; fakat nafile! Giden geri gelmiyordu.

Selim, taht için babasını zehirletmişti!..

 

Hemen acele ederek iki ağabeyi Ahmet, Ahmet'in çocukları, vefat eden ağabey Şahinşah'ın oğlu ve diğer torunlarından da kurtuldu…

Vezirlerin yanıltıcı tuzak, yem ve sözlerine kanarak, vezirlerin Sultan Selim'in bilgisi dahilinde yazdırdığı, mektuplara "Tahta Oturmak İçin" karşılık veren Korkut'tu da feci şekilde öldürterek bertaraf ediyordu...

Bektaşî Tarikatına mensup, İstanbul ve Doğu vilâyetlerindeki Türkmenler ’den de tamamen kurtulduğundan Kürt İdris i Bitlis’inin getirdiği haberlerle emin oldu...

Oğlu Şehzade Süleyman'a:

"Süleyman, burada, Sarayda doğacak problemleri ne olursa olsun, kesin olarak ve kökünden çözeceksin!..  Arkanda hiçbir engel, asla bırakma!.." diye sıkı sıkıya tembihledi.

Arkasında problemsiz bir yurt bıraktığından emin olarak İstanbul'dan ayrılarak, Azerbaycan'a doğru yola koyulmuştu...

Yavuz Selim, Maku Şehri’ne yaklaştığında Yeniçeri Askerleri iyice yorulmuş ve isyan bayrağı çekmişlerdi...

"Asker, nereye gittiğini kimle savaşacağını bilmiyordu... Daha önce Kayseri- Sivas arasında verilen beş (5) günlük molada iyi enerji toplamışlardı; fakat bu uzun ve menzilli bilinmez yolculukta, yine yorgun düşmüşlerdi...

Onların bu yorgunluğunu gidermek için   Yeniçeri Ocağından yetişen bir şair ve 1578-1590 arasındaki Osmanlı-İran Savaşlarına da katılan Ordu Şairi Köroğlu meydana çıkarak, yiğitçe, koçaklamalar söylerdi:

Yiğitler silkinip ata binende

Derelerde bozkurtlara ün olur

Yiğit olan, döne döne döğüşür,

Kanlı gömlek, koç yiğide şan olur!..


Bir yiğit cidasın almış eline,

Serini koymuştur, yiğit yoluna...

Kalkan paralana, zırhlar deline.

Kanlı gömlek, koç yiğide don olur!

 
Bir yiğit cidasın almış atıyor.

Ağ elleri, kızıl kana batıyor.

Bir kötü, kavgadan dönmüş kaçıyor.

Kaçma kötü kaçma, şimdi dön olur!.. diyerek kahramanlıklar övünüyorlardı...

***

Bir başkası çıkar, Pir Sultan Abdâll'dan, Hataî''den şiirler okur eğlenirlerdi:
Kul olayım kalem tutan ellere,

Katip, ahvalimi yaz yare böyle.

Şekerler ezeyim, şirin dillere,

Katip, ahvalimi yaz yare böyle...


Allahı seversen katip böyle yaz!

Dün ü gün, ol Şah’a eylerim niyaz.

Umarım yıkılır, şu kanlı Sivas.

Katip, ahvalimi yaz yâre böyle...

 
Sivas ellerinde, sazım çalınır.

Çamlı beller, bölük bölük bölünür.

Ben, dosttan ayrıldım, bağrım delinir…

Katip, ahvalimi yaz yâre böyle...


Bana medet, senden olur efendim.

Dosta kadar gider, benim katarım.

Baykuş gibi viranede öterim.

Gel gör ne perişan, hallerde kaldım...


Pir Sultan Abdal'ım ben de gülmedim.

Aradım derdime, derman bulmadım.

Yol nereden, gelir gider bilmedim.

Kesildi kervanım, bellerde kaldım...

 
         ***
         Bir başkası yekinip, Hatayî'den sesleniyordu:

...
Muhammed, Ali’dir, Kırkların Başı!

Uralım Yezid’e: Laneti, Taşı.

Hünkâr, Hacı Bektaş Veli’dir Eşi.

Biz Muhammed, Ali, Diyenlerdeniz!..

 

Baharda Açılır, Gonca Gülümüz.

Ol Dergâha Doğru, Gider Yolumuz.

On İki İmam İsmin, Okur Dilimiz.

Biz Muhammed Ali, Diyenlerdeniz!..

 

Şah Hatayi’m, Eydür Muhammed, Ali!

Onlardan Öğrendik: Erkanı, Yolu.

Ali, Muhammed’dir; Muhammed, Ali!

Biz Muhammed, Ali, Diyenlerdeniz. Diye sözlerini bitirirken:

 

Akşam vakti konaklama yerlerinde okunan şiirler, askeri coşturuyor, moral veriyordu...

Yörelerin başına görevlendirilen Kürt Beyler, ellerindeki Padişah Beratlarıyla görevlerini,

amansız bir sertlik ve gayretle, yürütürler...

Doğu vilayetleri de Yavuz Sultan Selim'in emriyle ve Kürt İdris-i Bitlisi'nin gayretleriyle, Bektaşî Türkmenleri'nden tamamen temizlenmişti...

Yavuz Sultan Selim'in imzaladığı Fermanlar, Kürtler'den seçilen Beylere dağıtıldı.

Kürt İdris'i Bitlisî'nin tayin ettiği Beyler, Kürtler ‘den topladığı askerlerle kendi ordularını kurdular. Bu ordular aynı zamanda Yavuz, sefere çıkarken hazır olacak ve Yavuz'un, Şah’a yapacağı seferine de katılacaktı...

Kürt İdris i Bitlisî, yöredeki Kürt Beylerine kurdurduğu tamamen Kürtlerden oluşan Askerî Birlikleri ile bu bölge topraklarının sahibi Alevî Bektaşî Türkmenleri'nin topraklarına sahip oldular...Yöre Türkmenleri tekraren Horasan'a veya Azerbaycan'a sürülerek gönderildiler. Zorluk çıkaranlar öldürüldü...

Bu işin tez vakitte gerçekleşmesi için de ellerinden geleni geri bırakmıyorlardı…

Bu emirlere direnenlere:

(Ya göç ya öl !..) diyorlardı...

Beratlarını, Kürt İdris'ten alan Kürt Beyleri, görevlerini çok kısa bir zamanda tamamladılar.

Yavuz Sultan Selim Alevi Bektaşî Türkmenlerine bir isim de takmıştı."  

"Kızılbaş!.." bunlar “Kızılbaş!” diyordu…

Kürt İdris i Bitlisi ve Türkmen Beylerini görevlerinden alarak, tayin ettiği Kürt Beyleri, kırk bin (40.000) Türkmen’i katletmişlerdi. Bu sayı, bazı kaynaklara göre de yetmiş bin (70.000), Alevî Bektaşi Türkmenler’in katledildiğini söylüyordu...

Kürt İdris i Bitlisî, Padişaha öldürülen Türker’in sayısını rapor olarak sunup verdiğinde yetmiş bin (70.000) demişti...

Yavuz Selim: Bu doğru mu diye sorduğunda ise:

"Padişahın, fazlası var, eksiği yok!     Mezralarda, tarlalarda ve yaylalarda öldürülen konar göçer Türkmenleri de saymadık!.." diyordu...

 

Sıra İran, Azerbaycan’da hüküm süren “Kızılbaşlar”a gelmişti…

Safevi Alevi Bektaşî Türkmen Devleti Hükümdarı, Şah İsmail idi; ve halkının tamamı Oğuz Boyuna Mensup Avşar, Türkmenlerinden Oluşuyordu!..

Öncelikte babası Beyazıt Döneminde sık sık ayaklanan Bektaşi Tarikatına Mensup Türkmen Yeniçeri Ocağı Askerleri, meselesini halletmeliydi...

Şehzade Selim, babası Beyazıt'ın sarayını kuşattığında, Alevî Bektaşî Tarikatına bağlı, Türkmen, Yeniçeri Ocağı Askerleri’nin İstanbul'da bulunan evlerini, bir yangın çıkartarak yaktırmayı da ihmal etmemişti...

Bunların İstanbul'da bulunan, evleri tek tek tespit edildi. Zaten deprem sebebiyle evler, ahşaptan yapılmıştı. Bu ahşap evler, ateşe verilecek, içindekilerle birlikte, hiçbir canlı kalmamacasına yaktırıldı!..

 

Şehzade Selim, babasının tahtını ele geçirmek için Sarayı kuşatırken, bu evleri yakmak için adamlar görevlendirilmişti. Görevliler de gidip Alevî Bektaşî Türkmenlerin Evlerini tek tek yaktılar.

Yanma işi bitip, ortalık durulduktan sonra, tulumbacılar o evlere gönderildi... Yangın, daha önceden kararlaştırıldığı gibi, maksatlı olarak, durdurulmadı.  

İstanbul'da yaklaşık üç bin (3.000 ila 7.000) arasında, Alevî Bektaşî Tarikatına bağlı Türkmen, Yeniçeri Ocağı Askerleri ve Aileleri bu evler ile birlikte yanarak kül oldu… 

Türkmen Yeniçeri, Bektaşi Tarikatına mensup, Askerlerin evleri ve aileleri, Şehzade Selim'in iki dudağı arasından çıkan sözle cayır cayır yakılmıştı!..

II. Beyazıt, fazlaca direnmeyip oğlu Şehzade Selim’e teslim olduğunda, sıra Doğu Vilayetlerindeki Türkmenler'e gelmişti...

 

 Diyarbakır, Bitlis, Siirt, Hızan, Adilcevaz, Erciş, Hasankeyf, Sason, Cizre, Mardin, Meks, Tunceli, Capakçur Bölgesinin Türkmen Âlevî Bektaşiler’den tasfiyesi için ise Kürt İdris-i Bitlisi bulunmuştu.

Kürt İdris, Padişahın huzuruna getirildi. Selim ona gereken talimatı verdi...
Kürt İdris-i Bitlisi eline Padişah Selim tarafından mühürlü, boş beratlar verildi.

Bu Türkmen yerleşim yerlerine, Kürt Beyleri tayin edilecek, Türkmen

Ahalinin Yönetimi, Kürtlerin eline bırakılacaktı. 

Buradaki halk ise Azerbaycan ve Horasan'a göçe zorlanacak, zorluk çıkaranlar, derhal orada bertaraf edilecek ve aşırı direnenler de öldürülecekti...

Padişah emriydi. Konuyla ilgili de Kürt Beylerin ellerinde beratlar vardı... Türkmenler için çare yoktu!.. Bölge boşatılacaktı... Göçmek istemeyen Türkmenler Erdebil’deki Safevi Tekkesi’ne gidip durumu Şah İsmail’e şikâyet edip dert yanıyor ve kendilerine yardım edilmesini istiyorlardı.

Şah İsmail buna dayanarak Tokat’ı ele geçirmiş, burada adına Hutbe okutmuştu!.. Ankara içlerine dayanmıştı!..

***

Yeniçeri Askerleri geceleri dinlenme sırasında Hataî’den şiirler okuyup “Nefes” leniyorlardı.

"Hû!.." diyelim gerçeklerin demine

Gerçeklerin demi nurdan sayılır.

On iki İmam katarına uyanlar,

Muhammed Ali'ye yardan sayılır...

 

Üç gün imiş şu dünyanın safası.

Sefasından artık, olur cefâsı.

Gerçek Erenlerin Nutuk, Nefesi

Biri kırktır, kırkı birden sayılır...

 

Türkmenlerin biri kırktı, kırkı birden sayılarak bir bir topraklarından koparılıyorlardı.
Yavuz Sultan Selim, 10. günü Seyit Baddâl Gazi Türbesi'ne ulaştı...  Burada durup dua etti. Askerlerine biner akçe dağıttı. Burada bir müddet istirahat edildi...

Yeniçeriler içinde Bektaşi Tarikatı mensubu Akıncı Birlikleri mevcuttu. Kimi günler gecenin karanlığından yararlanıp Yavuz Sultan Selim'in Otağı’na ok atacak kadar ileri gidebiliyorlardı...

Asker, nereye gittiğini ve kiminle savaşacağını bilmiyordu! Bu bilinmezlik ve yorgunluk, Yeniçeri Askerleri’ne huzursuzluk getiriyordu...

Asker iyiden iyiye baş kaldırıyor; fakat Yavuz Selim'den de korkuyorlardı...

Sultan Selim, Ordudaki bu Türkmenler' in karşı düşman saflarına geçmesinden veya onları görünce, gönülsüz savaşmasından çekiniyordu...

Askerler, Şah İsmail'in; şiirlerini ezberledikleri Bektaşî Ulusu olduğunu ve diğer adının da: "Şah, Hatayî" olduğundan habersizdiler... 

Sabahın ilk ışıkları ile birlikte Yavuz Sultan Selim atına atlayarak ordusunun içine daldı... Askerleri hem aşağılayan hem de coşturan bir konuşma yaptı. Kısa ve öz konuştuktan sonra sözlerini şöyle bağladı:

"Benimle gelmek istemeyenler karılarının yanlarına dönerek etek giyip yanlarına otursunlar... Ben, tek başıma da savaşırım. Benimle gelmek isteyenler, peşimden gelsin!.." diyerek atını sürüyordu...

Şafağın ilk ışıkları ile ordu harekete geçiyor...

Şah İsmail dağların arkasında gizlenerek Sultan Selim’in gelmesini bekliyordu...
Yavuz Selim yola çıkalı beş (5) aya yaklaşmıştı. Şah'ın ordusunu bir türlü bulamıyordu...  Bu hem askerleri iyice yormuştu hem de Selim'i...

Şah'a hakaret dolu iki mektup yazdı...  Şah'tan cevap gecikmedi...

Şah: İki ordunun da Türklüğünden bir insanın gövdelerindeki iki göz gibi olduğundan, Müslümanların birbirini kırmasının doğru olmadığından, Osmanlının Zahiri, Safeviler’in Batinî olduğundan söz ediyordu... Yavuz Selim'in gönderdiği ikinci mektuba da benzer cevaplar geldi...

 Selim: Şah bizimle savaşmayı göre alamıyor galiba diye sinirlendi... Vezirler:

 “Elbette Sultanım! Ordumuzun gücünden korkmuştur!" dediler...

Yavuz Sultan Selim, Şah'a üçüncü ve küçük düşürücü, alçaltıcı ve onur kıran mektubunu yazdı!.. Mektubunda:

"Osmanlı Topraklarına sahiplenmişsin! Toprak, insanın karısı gibidir. Şu an senin topraklarının üzerindeyim!.." diyordu.

Yavuz Sultan Selim, Yeniçeri Ocağı Ağası ve Başı Turna Ali'yi çağırdı ve ona sordu.

Kaç askerimiz var?

140 bin askerimiz var! Padişahım. 60 bini de tedbir olarak Sivas'ta sizin emriniz ile bıraktık! Bizi beklemektedirler.

Sahra topları da dahil 500 Topumuz var!

12 bin adet Ateşli Silahımız.

60.bin deve yiyecek yüklenmiş halde hazır bekliyor.

5 bin zahireci erzaklarının başında, bir işaretinizi bekler Sultanım!.." dedi.

 

Sultan Selim karşı tarafın istihbaratı yapıldı mı? Diye sordu!..

Turna Ali: Yapıldı Sultanım.

Dün bir rapor sunan İdris i Bitlisî:

"Şah İsmail'in hiç topu olmadığını, çakmaklı, ateşli silahlarının da bulunmadığından bahsetti...

Yalnız kırk bin (40.000) civarındaki ordusundan bahsediyor. Bunların sadece on (10) binden fazlasının, zırhlara bürünmüş savaşçılardan oluştuğunu yazmıştı...

"Ala!.." dedi Selim...

"Adamın gizlendiği kadar varmış... Yani bunlar savaşmaktan korkuyorlar!.." dedi.

 

***
Şah İsmail'in can dostu, aynı zamanda sağ kolu olan Ali Mirza içeri girdi.
Başını eğerek selam verdi...

Şah da ona:

"Huuuu, Erenler!" dedi.

 

Şahım, üç gün boyunca karşı cephede istihbarat yaptırdım... Durum hiç de iç açıcı değil!..

Seni üzmek istemem; ama karşı tarafın askeri gücü, bizi yutar!" dedi...
Şah onu sessizce dinliyordu.

“Yaklaşık 200 bin askerleri var!

10 binden fazla ateşli silah kullanan asker,

  5 binden fazla büyük balyemez top,

70 bin civarında üzeri yiyecek yüklü deve.

Beş (5) bin civarında da zahirecilerden bahsediyorlar.

 

Bizim: 

Askerimiz 38.bin!..

Ateşli silahımız: Hiç yok!

Topumuz: Hiç yok!

Tek ve yegâne farkımız: Zırhlı ve atlı, on bin (10.000) savaşçı askerimizin olması…  

Fark bu!.." dedi.

 

Şah, Mirza Ali'ye:

"Bizim askerlerimiz bunu biliyor mu?.. Diye sordu!..

-Bilmiyor Şahım!..

Mirza Ali, Şah’a:

-Keşke yerinizden çıkmasaydık diyorum. Bekler bekler giderlerdi... Karşımızda kim var?..  Bu kadar şeyi, kiminle savaştığını bil diye söylüyorum…

-Şah:

“Bunu askerlerimize söyleme. Bilip de moralleri bozulmasın..." dedi.

-Şah:

"Yalın kılıç dalıp, savaşacağız!..

Artık meydana çıkma vakti geldi! dedi.  Arkasında şu şiiri okumağa başladı:

Ezel bahar olmayınca,

Kırmızı gül bitmez imiş.

Kırmızı gül bitmeyince,

Dertli bülbül ötmezimiş.


Bülbüller gelir ötmeye,

Güle sarılıp yatmaya,

Bağıban gülü satmaya

Gül kadrini bilmezimiş…


Yılda bir gün ziyan olur,

Dost yoluna talan olur.

Bazı insan hayvan olur.

Hayvan Adem olmazımış.


Şah Hatayîm ölmeyince,

Tenim turap olmayınca,

Dost dosttan ayrılmayınca

Dost kadrini bilmezimiş…

  

***

Sultan Selim sinirliydi. Ordunun durumu karışabilirdi... Kimi zaman, gecenin zifirî karanlığından cesaret alan Bektaşî Tarikatı mensubu Türkmen Yeniçeri Birliklerinin, düşman askerleri ile ilişki kurarak, karşı tarafa geçmesi veya gönülsüz savaşması mümkündü!..

Tam da bu sırada:

Şah İsmail'in ordusu gözüktü.

Selim, hemen bir Kurultay toplayarak savaşın ne zaman yapılması gerektiğinin, kararı konuştu.

 

Herkesi dinledikten sonra Pîr Mehmet denilen bir şahıs:

"Orduda bir karışıklığa meydan vermeden, şafak ile birlikte saldırının yerinde olacağını..." söyledi.

 

Yavuz Sultan Selin bu görüşü beğendi.

 

"İşte yegâne doğru fikir!.."

"Ne yazık ki Verir olmamış!.." dedi.

 

Yavuz Sultan Selim: 23 Ağustos 1514 günü, Çaldıran Ovası'nda Safevi Devleti Şahı, Şah İsmail ile karşı karşıya geldi.

Her iki ordu da yalın kılıç şavaşa başladı:

"Allah! Allah!..  Muhammed Ya Ali!..' naraları yeri göğü inletiyordu... Her iki devlet de:

“Allah! Alah!..” diyordu ve Müslümandı…

Cihat Fetvası veren ülemâ da çok şaşırmışlardı...

Çarpışma müthişti; fakat her iki asker de Türkçe konuşuyor ve Müslümandı.

Safevi Şah'ı İsmail'in Ordusu, Osmanlı Ordusunun, sağ cenahını yararak ilerliyordu… Osmanlı ordusu Yenilir gibi oldu!.. Büyük kayıplar veriyordu.

En önde Şah İsmail vardı! Yalın kılıç savaşıyorlardı…

Sultan Selim’in Ordusu birdenbire, bir kartalın kanatları gibi açıldı. Meydanda

Şah İsmail’in askerleri, yaralılar ve öldürdükleri, Osmanlı Ordusu Çerisinden başka kimse kalmamıştı!..

Tam bu esnada Osmanlının çakmaklı tüfekleri ateşlendi. Şah'ın, binlerce askerleri, ya yaralı; veya ölü olarak yere düştü...

Bir anda yalın kılıç şavaşan askerler, ne olduklarını, neye uğradıklarını tam olarak anlayamadan ve daha ne oluyor demeye fırsat kalmadan:

Osmanlının balyemez toplarının, güllelerinin, kulakları yırtan gümbürtüsü duyuldu!..

Ayakları yerden kesilen Şah İsmail'in Alevî Bektaşî Türkmen Askerleri, havalanıp avcıların saçmalarla parçalayıp dağıttığı, av kuşlarının kanlı bedenleri gibi parça parça olarak, havaya uçuştu. Tanınmaz bedenlerinin her bir uzvu, toz ve toprağa belenerek, kanlar içinde gökyüzünden yerlere düşmeğe başladılar.

Şah’ın Ordusu şaşkındı!.. Ne yapacağını bilememeye ve dağılmaya başladı...
En önde yalın kılıç savaşan Şah İsmail, bacağından yaralanarak atından yere düştü!..
Osmanlı Süvarisi Malkoçoğlu attan düşmüş, yaralı Şah'ın üzerine doğru yürüyordu...
Bu arada Şah’ın can yoldaşı Mirza Ali ortaya ve Malkoçoğlu'nun önüne atılarak:

"Şah benim!  Şah benim!.." diye bağırmaya, başlayınca Mirza Ali'yi kıskıvrak yakalayıp esir aldılar...

Bu sırada Hızır adında biri, kendi canını tehlikeye atarak Şah İsmail'e atını verdi. Savaşın kesin olarak bittiğini anlayan Şah İsmail, atını son sürat sürerek savaş meydanından uzaklaştı...


Şah İsmail'in eşi Taçlı Begüm Sultan, Bihruze Hatun esir olarak alındı. Bunun üzerinde, birçok itibarsızlaştırma siyasetinden bulunuldu.

Şah İsmail, sonraki günlerde birçok kez Hatununu kurtarmak için Yavuz'a elçiler ve hediyeler göndermiş olsa da Yavuz Selim, elçileri ya öldürttürdü veya sürgüne gönderdi.

Bu savaş sonrasında Osmanlı ile İran sınırı bugünkü şekliyle çizilmiş oldu ve bir daha hiçbir şekilde savaş olmadı...

Şah İsmail, 23 Mayıs 1524'te Tebriz'de vefat etti...

Öldüğünde henüz otuz yedi (37) yaşında bulunuyordu.

 

ESERLERİ:

Nasihatnâme (Dinî Görüşlerini Anlatır)

Dehannâme (Mektuplar)

Divan: En önemli eseridir.

(Dini Düşünceleri )

 

1. Aleviliği Anlatan şiirleri

2-Tasavvufi Şiirleri

3- Hurufiliği Anlatan Şiireri

4- Âşıkâne olanlar


Son bir şiiri ile bitirelim:

Muhabbet bağında, bir gül açıldı

Bir derdim var, bin dermana değişmem

Yüküm lal-i gevher, mercan saçarım

Bir derdim var, bin dermana değişmem


Cemi kuşlar, dile gelir yazım der.

Gövel turnam, Şam'dan gelir güzüm der

Benim yarelerim, tuzum tuzum der.

Bir derdim var, bin dermana değişmem


Garip bülbül, gönlüm eğler, ses ile

Nicelerin, ömrü gitmiş, yas ile

Aratıp bulduğum, birr heves ile

Bir derdim var, bin dermana değişmem


Mende eyder, niyazım var, özüne

Güzel Pîr, ayıbım, vurma yüzüme

Yarelerim, hoş görünür, gözüme

Bir derdim var, bin dermana, değişmem.


Şah Hatayi'm, muhabbete bakarım

Men doluyum, men, dolana akarım

Güzel Pîrim, bir dert vermiş, çekerim

Bir derdim var, bin dermana değişmem

  

SONUÇ OLARAK:

Şah İsmâil, "Şah" Unvanından başka Sahip Kıran, Afrasiyap, Cihan Arayı Şah İsmail Safevi, Ebul Muzaffer Şah İsmail Bahadır Han" unvanlarını aldı.

24 Nisan 1512'de 9. Osmanlı Hükümdarı olarak tahta geçen Yavuz Sultan Selim: HADİM ÜL HARAMEYİN (İslâm'ın Koruyucusu) sıfatıını aldı...

Sunnî Bektaşiliği Devlet Politikası haline getirdi. İlim adamlarını ve sanatçıları yanına aldı.

Memlüklülerin elinden Abbasi Halifeliğininin (1517) alınmasıyla, Araplar Türk Halifeye biat etmek istemezler.

Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.  Bu yol Mısır’dan ve Arap ülkelerinden seçilen iki (2) bin civarında ulema Molla, Ebu Suud Efendiler İstanbul’a davet edilip, getirilir. Para, mal, mülk, araziye boğularak, İstanbul'da kalıcı olarak yerleşmelerini sağlanır...

 Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Türkiyesi ve Türk İslâmı'nı terk ederek, Arap'ın, İslâm Anlayışına ve yaşayış biçimine dönüştürmek için anlaşırlar.
Araplar tarafından da destek bulan bu düşünce hemen hayata geçer...

Günümüz Türkiye'sin'de de az da olsa kabul gördüğü gibi "Türk ve Türklük" düşman ilan edilerek, Arap kültürü ve Ebusud Mollalarının Din Anlayışı uygulamaya geçirilir...

“Türk” kelimesi yasaklanır,

“Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyen "Kızılbaş" ilan edilir.  Aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir...

Yavuz'un İstanbul başta olmak üzere yedi (7) bin, Sivas'ta kırk (40) bin, 

Diyarbakır, Muş, Bingöl, Tunceli, ... vb. yerlerde kimi kaynaklarda 70 bin Alevî Bektaşî Türk'ü, Kürt İdris i Bitlisi'ye katlettirmiştir.

(Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı yüz elli sekiz bindir (158.000).

Türkler'in ilk 250 yılı geride bırakıldıktan sonra, Osmanlının. 350 yılı Türkler'e, zulüm ile geçer. Osmanlının: Arap Kültür ve Arap din anlayışına dayalı, sıkı bir Mezhepçilik Anlayışı kurulur...

Mısır ve çeşitli Arap ülkelerinden getirilen Mollalar, Ebu Suutlar ve Enderun'dan yetişen Devşirme Sırp, Hırvat, Boşnak, Rum, Ermeni çocukları Sarayı ve Osmanlı Devleti’nin en üst makamlarda görev alarak yönetmeğe başlarlar...

1603 yılına gelindiğinde artık Ehli Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır kapatılır. Yerine, Halid-i Nakşi Kürdî Tekkeleri kurulur. Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,

1839 Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten dahi muaf tutulurlar... Türkler, Saray, Ordu ve Devletteki her tür makam ve memuriyetten temizlenip uzaklaştırılırlar. Artık Sarayı ve Devleti Sırp, Hırvat, Boşnak, Rum, Ermeni Devşirmeleri; Acemin ve Arap Mollaları yönetirler. Asıl teba Türk Halkı bu duruma isyan eder...

O dönemi tam olarak anlatan ve halk arasında yaygın olarak kullanılan şu dörtlük, Osmanlı Devlet Yönetimini, kısa ve öz olarak anlatmaktadır!..

 

Şalvarı şaltak Osmanlı. (Yaygaracı, gürültücü, çığırtkan, kavgacı.)

Eğeri kaltak Osmanlı.(At, Katır ve eşek sırtına giydirilen ağaç veya metal aksamlı eyer, kürtün)

Ekende yok, biçende yok! (Ekerken yoksun, biçerken, hasat toplarken yoksun!..)

Yiyende ortak Osmanlı!..  (Yemeye gelince, malıma ortaksın Osmanlı)

 

Türklerin askerî ve siyasî gücünü kırmak için Arap Mollaların Fetvalarıyla, sadece Türkler’den oluşan "Serdengeçti Birlikleri" oluşturulur. Bunların, ölümüne acınmayacak ve en ön safta savaştırılacak, rütbesiz Askeri Birliklerdir. Böylece Türkler, her savaşta kırılır, kırdırılır. Türkler'e ganimet bile toplatılmaz…

Ganimeti: Saraylardaki Arap Mollalar, Boşnak, Sırp, Yahudi, Rum, Ermeni ve Devşirme Yeniçeri Ağaları paylaşırlar.

Canından bıkan Türkler, çareyi Kürtleşmekte ararlar. Kendi isimlerini kullanarak çarşıda pazarda gezemez olurlar.

 

İsimler, konuşmalar, Boy, Oymamak adları bile değiştirilir. 

“Hasso, Hamo, Hamido, Selo, Memo, Alo, Gasso” adlarını alırlar…

Kürtleşen bu Boy ve Oymaklar:

Avşar,

Bayat,

Beğdili,

Yıva,

Mukri

Halaçlar'dır…

Bu Türkmenler'e “Ekrad Türkmenler” adı verilmiştir.

İmparatorluğu kuran asli unsur Türkler dışlanmış, ülke Mezhepçiliğe kurban edilmiştır. Ordu ise sürekli savaş kaybetmektedir.

Kanuni ile Eylül, 1683 Viyana Kuşatması ve Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı bütün savaşları kazanan ‘’Türk Orduları’’; sonrasında 250 yılda girdiği bütün savaşları kaybedmiştir.  Üstelik ülkesini ve istiklâlini kurtarmak için, bir de Kurtuluş Savaşı yapmak zorunda kalmıştır...

1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar,

Osmanlı girdiği bütün savaşlarda yenilmiştir.

Fatih, döneminde Molla Fahreddin î Acemî’nin, Türk Fazıl Çelebi ve Öğrencileri Hurifileri Edirne’de II. Murat Döneminde inşa ettirilen Üç Şerefeli Cami 841-851 (1437-1447)) önüne kalabalıkları yığarak, odun ateşinde yakması ve kalan Hurifîler’in bu zor şartlarda ölmemek için Balkanlara göç ederek kaçmaları…

Oğlu II. Beyazıt'ın Yeniçeri Ocağı Türkmenlerine olan tutumu,

Oğlu Yavuz Sultan Selim'in İstanbul'da öldürdüğü yedi (7) bin Türkmen

Yeniçeri Ocağı Türkmenleri...

Yavuz'un Doğu vilayetlerini boşaltmak için Kürt İdris i' Bitlisi ‘ye öldürttüğü

70 bin Alevî Bektaşi Türkmen’i, 

"Enderun Mektebin" kurulması ile Türker’in okutulmayarak cahil bırakılması.

Sarayı ve Devleti Enderunlu Devşirme, Gayrimüslimlerin Müslümanlaştırılmış, çocuklarının yönetmesi...

Türk düşmanlığı ve Arapların duyuş, düşünüş ve İslâm Anlayışı ile Osmanlının katı Mezhepçi politikaları

Osmanlıyı kuran Şeyh Edebalilerin, Ak Şemseddin, Mevlânâ, Yunus Emre,

Hacı Bektaşî Velî,,. Hacı Bayram Velî, Seyit Gazi, Hoca Ahmet Yesevîler'in ...

İslâm Anlayış ve Felsefesi terk edilerek:

Ebu Suudlar, Arap ve Fars Mollaların İslâm anlayışına teslim olan Osmanlı İmparatorluk Türkiye’si, parça parça bölünerek batırılmıştır.

Şimdi sıra Atatürk Türkiyesi’ndedir. Atatürk’ün düşünce ve çizgisinden uzaklaşan Türkiye, 2023 Şeyhülislâmlık, Halifelik hedefine Ebusuud Mollalarının hizmetine koşmaya zorlanıyor...


"Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,

Hiç ibret alınsaydı tarih, tekerrür mü ederdi?.. M.Âkif"

Yüz yıl önce, tamamen bitmiş ve çürümüş bir sistemden kurtulmak için verilmiş, 300 yıla yakın mücadele, sanki hiç yaşanmamış gibi yeniden eskiye dönüş özleniyor.

Hıristiyanlığın ve yabancı ajanların cirit attığı "Şeyh, Şıh, Tarikat, Cemaat" ...vb. Hıristiyanlığın ileri karakolları, MOSSAD, CİA, KGB, …vb. içine sızmış ve iş başında, faaliyette geçmiştir.

Pîr Türkistan, Hoca Ahmet Yesevi'ye sorulan bir soru üzerine der ki:


 “Din bir seçimdir; ama Türklük kaderdir!”

İşte Türk'ün kaderi, Mustafa Kemal Atatürk ile değişmiştir... Onun ilke ve inkılâplarından ayrılmayarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini ilelebet ve payidar olarak yaşatmak her Türk vatandaşının boynunun borcudur!...

Bu vesileyle Türk’ün İslâm anlayışı: Örfü, adetleri, gelenekleri, giyim tarzı, zevkleri ve hayata bakış tarzı da değişerek Araplaşmıştır…

İlk Halifeler: Emevi Kabilesinden, Ebubekir, Ömer, Osman Zamanlarında da Arapların Puta taptığı dönem âdetleri bırakılamamış, batıl olan inanış, adetler ve geleneklerden vazgeçilememiştir. Bu adet, gelenek ve inanışlar Şeyheynşeyh(Halifeler) tarafından İslâm'ın içine  sonradan sokulan inanışlardır. Örneğin:

1)İslâmiyet’te Köle Yoktur, Cariye Sistemi yoktur! Osmanlı Padişahlık dönemlerinde ise bunun devam ettirildiğini görebiliriz.  1924 yılında, bu sistem, Atatürk Cumhuriyet ile birlikte kaldırılmıştır.

2)İslâmiyet’te “Kadercilik”, “Kadere İnanmak” maddesi yoktur! Bu inanç insanları pısırıklaştırmakta ve atıl duruma getirmektedir. İnsanlara olumsuz bitmiş bir olay karşısında, sabır ve şükür ile bakılmasını sağlamak için uydurulmuş akla, mantığa ve bilime, aykırı inanışlardır!..

3)İslâm’da “Cuma” toplantısı da yoktur. Bu, pagan dönemi inancından kalma adetlerdir. İslâm’a sonradan sokulmuştur!..  

4) İslâm’da “Kurban” etme, kurban kesme inancı da yoktur!.. Bunların hepsi Peygamberden sonra uydurulmuş Emevîlerin putperestlik dönemi Arap yerleşik adetleridir.

Kurban: Hac Mevsiminde, Hacca gelen misafirlerin aç kalmamaları için kesilip ikram edilen hayvanlar iken, sonradan bu bir ibadet gibi İslâm’a dahil edilmiştir. Misafirlerin çorak bölgelerde, aç kalıp perişan olmaması için yapıla gelen çok eski bir Arap geleneğidir.

Atatürk Döneminde Cumhuriyet ile birlikte bu geleneklerin itibardan düştüğü, akla, mantığa, bilime aykırı olan her görüş ve düşünceler reddedilmiştir!..

Menderes, Fahri Korutürk: 

Üretim, Kapalı Pazar, sanayi ve ekonomide ilerleme, her ile, ilçeye fabrika ve işletmeler kurma fikri tamamen yok edilmiş…  Her geçen gün değeri düşen Türk Lirasıyla, yerli ve millî mallar ve ürünlerin yerine Avrupa’nın hazır mallarını rüşvet iltimas ve komisyonla daha ucuza mal etme devri başlamıştır… Uçak, Silah, Demirçelik, Tank Palet, Şeker Fabrikaları, Tekstil ve Fabrikaları birer birer kapanarak Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Türkiye Osmanlı Kapitilasyonlar dönemine geriletilmiştir. ABD'nin Üstlerine, NATO'ya, Marşal Yardımına boyun eğilmiş ve ABD'den emir alınmıştır. Milî Eğitim Bakanlığı tamamen ABD'ye teslim edilmiştir..

Günümüz Türkiyesi’nde İslâm Dinini kullanan siyasetçiler, Dinî Siyaset ile İlmî siyaseti kullanarak; Atatürk sonrasında: “Özgür bir Kürdistan tohumu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün!..” diyen Türk düşmanı Atatürk Döneminde yargılanıp Türkiye’den kovulmuş (Kürt Said i Nursi’yi) arkasına alan Menderes ile birlikte başlatılan bu uygulama, yavaş yavaş hayata geçirilir. Şeyh Sait’in Nur Risalesi ile ve benzeri öğretileri ezberletilen “Nurcular” Cemaati, “Işık Evleri” oluşur… Tarikat ve Cemaatlerin serbestleşmesi...

Demirel'in İmam Hatip Liselerini gereğinden fazla çoğaltması:

Özal’ın Tarikat ve Cemaat ve Aşiret Liderlerine mecliste iftar vermesi ile başlayan "Siyasî İslâmlaşma"; sonrasındaki Hükümet ile devam etti...

Siyasî İslâm, Fetthullah Gülen, Recep Tayyip Erdoğan birlikteliğinde yirmi yıl boyunca TÜRK ve Türklüğü silme Arap'a dönüştürme çabası en üst seviyeye ulaşır…

“And” ımız kaldırılır!

“Türk ve Türklük”, düşman ilan edilerek, kısmen de olsa yasaklanır.

TC. ve Atatürk Resmi yazışmalardan, Devlet dairelerinden, kaldırılarak

Türk’ün Atası “Atatürk” düşmanlığı başlar. 

Bundan cesaret alan şer odakları: Atatürk Posterleri bayrakların yanında, Resmî daire binalarının önünden baş aşağı sarkıtılır.

Kimi yerlerde Atatürk heykelleri kırılır… Üzerleri uygunsuz olarak boyanır…vb. Araplaştırma projesi tam olarak uygulanmaya konulur.

Türk Kelimesi yasaklı durumuna getirilerek Sendika İsimleri, Okul İsimleri, Stadyum isimleri, Hava Alanı isimlerinin başından silinir. 

Silinemez ise o bina yıkılır. Yerine yepyeni bir adla, başka bir bina dikilir veya başka mekân haline getirilir.

Özellikle de Yavuz Sultan Selim döneminden başlayarak “Kızılbaş” ilan edilen Türkler, bugün de Devletteki makam ve mevkilerden arındırılıp, Devlet yönetimi Türksüzleştirilir...

Türkler’in, ilk 250 yılı geride bırakıldıktan sonra, Osmanlının 350 yılı Türkler’e yaptığı zulüm ile geçer...

Osmanlıda: Arap Kültürü ve Araplar’ın dini anlayışı kültürüne dayalı sıkı bir Meshepçilik kurulur. Başkaca Meshepler düşman ilan edilir.

1603 yılına gelindiğinde, Ehlibeyt Türk Tekkeleri, yasaklanır!.. Bunların yerine Halidî Nakşî Kürdî Tekkeler kurulur.

1797-1802 yılları arasında Paris’te daimi elçiliğimizi yapan Moralı Seyyid Ali Efendi uygunsuz hareketlerde bulunan Çuhadır Ahmet’e:

“Türk-ü sutür!..” yani  “Hayvan Türk!..” yakıştırması yapıyor.

Tokatlı Aşık Nuri, Türk’ü hayvana benzeterek, şöyle diyor: 

 

“Türk’ün dilberidir gayetle inat.

Şehir dili bilmez, lisanı kubat.

Kelâmında eder, Türklüğün isbat. 

Hayvan gibi gözün diker samana!..”

1912’de Sebilürreşat Dergisinde çıkan bir yazıda “Türk” kelimesinin kullanılması, "dinsizlik, kafirlik" ile eş değer sayıldığını yazıyordu…

1913 tarihli “Mecmua-i Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında:

 

“Bizim Türklüğümüz Sembolizm'den başka bir şey değildir...  Türk falan değil, sadece Müslümanız!..” deniliyor.

Dindar; fakat "Millî Şuur Yoksunu" nesiller yetiştirmeye girişenler gibi Prof. Ahmed Naim 1913 yılında yazdığı, “İslâm'da Dava-i Kavmiye” adlı kitabında:

 

"Türk’e karşı savaş açıp, Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine hiç lüzum ve ihtiyaç yoktur!.. Gerekli olan Şeriatı öğrenmektir!” diyor...

1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık yapan ve adına vakıf kurulan Mustafa Sabri Efendi, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere: “Soysuzlar!..” yakıştırmasında bulunuyor.  Dahası, tiksintiyle söz ettiği Türklüğünden istifa ediyor:

 “Yalnız Müslüman ve insan olarak kalmak üzere, Türklükten, Şeref ve izzetimle istifa, ediyorum… Allah’ın huzurunda.  (...) Tövbe Yarabbi tövbe Türklüğüme... Beni Türk Milletinden addetme!..” diyordu.

Halk: "Biz Türk değil miyiz?.." deyince de hemen, ‘Estağfurullah!..' diye karşılık verdiler.

Türklüğü kabul etmiyorlardı...

Halbuki biz Türk'tük.  Bu ordu Türk Ordusu'ydu. Türklük için savaşıyorduk...

Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız; ancak bu Türklük olabilirdi; fakat ne çare ki bu:

“Biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah!..” diye cevap verenlerin, görünüşe göre “Türk!” demek: "Kızılbaş" demekti. "Kızılbaşlık" yakıştırması da Yavuz Sultan Selim tarafından Alevî Bektaşî Türkmenler'e ve Yeniçeri Ocağı Askerleri için uydurulmuş, yakıştırılmış bir kavramdı…  

 Falih Rıfkı Atay “Vatan” ve “Millet”siz büyümenin ne demek olduğunu, "Dr.Ahsen Dr. Ahsen BATUR" kitabına da aldığı: “Batış Yılları” nda şöyle anlatıyor: 

“Kendime ilk defa ne zaman 'Türk!' dediğimi pek hatırlamıyorum.  Bizim çocukluğumuzda "Türk: Kaba ve yabani" demekti. 

İslâm Ümmetinden ve Osmanlı Milletinden idik. İlmihallerde baş dersimiz “Din ile Milliyetin” bir olduğunu öğrenmekti. 

“Vatan” sözü yasaktı!..  Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde, kitapta gördüm.  Kulağımla; ancak Meşrutiyet’te duydum.  Bizler:

Padişah’ın kulları idik.

(Allah varken İnsana kul olmuştuk!..   Kula kulluk ediyorduk!..) 

Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer:

 “Padişahım çok yaşa!..” diye bağırırdık.

Okullarda da: Arab’a (Kavm i necip), Arap; Arnavut’a, Arnavut; Rum’a,

Rum (Romalı); …vb. denir; fakat kendimize gelince Türk’e, Türk; "Türküz" diyemeyip "Osmanlıyız" dedirtilirdik…”

Dr. Ahsen DR. AHSEN BATUR, Mehmet Âkif Ersoy’u da “Din ile milliyetin bir olduğunu savunanlar” arasında sayıyor: 

“İstiklal Marşı gibi muazzam bir şiiri yazan Âkif’e elbette şükran borçluyuz; ama onun da gerek o zamanki ve gerek günümüzdeki bazı doğmatik fikirli Müslümanlar gibi etnik mensubiyetle ırkçılığı aynı şey kabul etmeleri, insanın milliyetine vurgu yapmakla İslâm’a aykırı bir şey yaptığını düşünmeleridir.  Bu düşünce iledir ki Âkif, aynen şu beytleri yazmıştır:

"Hani milliyetin İslâm idi?...  Kavmiyyet ne?

Sarılıp sımsıkı dursaydın a, milliyetine,

Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?

Küfrolur başka değil... Kavmini sürmek ileri...”

 

Âkif’in:

“En büyük düşmanıdır ruh-u nebi tefrikanın;

Adı batsın, onu İslâm’a sokan kaltabanın!..” diyerek hedef aldığı Ziya Gökalp ise Türk’ün:

“Vallahi Türk değilim!..” demeye itildiği günleri şöyle tarif ediyor:

“Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı yoktu!  Tanzimatçılar ona:

Sen yalnız Osmanlısın.  Sakın başka milletlere bakarak, sen de millî bir adı isteme!.. Millî bir ad istediğin dakikada, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasına sebep olursun!..” demişlerdi.

Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile:

Vallahi Türk değilim!..  Osmanlılıktan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim!..” demeye mecbur edilmişti.

 

***

Mehmet Âkif'in savunduğu: "İslâm Birliği" fikri “Kurtuluş Savaşı” ile başlayan ihaneti görünce, değişti!..

İstiklâl Marşı'nın mısralarımı yazarak da fikirlerinin değiştiğini ispatlayıp belgelendirerek gösterdi:

“Kahraman Ordumuza!..” diyordu…

2.Kıta:

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...

Hakkıdır, Hak'ka tapan, milletimin istiklâl!

 

…10. Kıta:

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklâl!

 

Diye haykırıyordu; çünkü "Ümmet" diyenlerin hepsi Türk'e, Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi'ne düşman oldular. Düşmanlarla iş birliği yaptılar.

Osmanlıya baş kaldırıp isyan ederek, bağımsız devletler haline geldiler...

Âkif’in zaten İstanbul Hükümetinden gizlice kaçarak "Kuvayı Milliye" ye katılması bu sebeptendi...


Türk’e bütün bu hakaretleri sıralayanlar Selçuklu ve Osmanlı Sarayları’nda el üstünde tutulur, en itibarlı mevkilere onlar getirilirdi. Türk devletine yön tayin edecek mevkilere yükseltilirken, bu milletin evlatlarının “Konumu"nu da şöyle özetliyor Piriştineli (Pirizren) Şair Mesihî (1470-1512):

 

“Mesihi gökten insen, sana yer yok!..

Yürü, var gel ya Arap'tan ya Acem'den!”

Babinger’den yaptığı alıntıda, II. Mehmed’in, Acem sanarak Yedikule’de Tekke olarak kullanması için bir Rum Kilisesi armağan ettiği, Tokatlı,

Le’ali’nin, Acem olmayıp Türk olduğunu öğrendiğinde, Manastır'ı geri alıp maaşını da kestiğini anlatır…  2. Selim (Sarı Selim, Sarhoş Selim) ’in de Şehzade 3. Murat’ın yanına verdiği iki gencin, Türk olduklarını öğrenince, işten çıkarttığını aktarır.

Dr. Ahsen Dr. Ahsen BATUR kitabında:

Kanunî Sultan Süleyman’ın son dönemlerine kadar, Türk olanlara, “Devlet Kademelerinde” görev verilmediğini de hatırlatıyor...

22 Mayıs 1487, II. Beyazıt ile başlayıp, oğlu Yavuz Sultan Selim ve onun oğlu Kanunî Sultan Süleyman ile devam eden:

Devlet ve Saray Yönetimini Türksüzleştirme... Mustafa Kemal ATATÜRK dönemiyle son bulmuştur!..

Dr. Ahsen DR. AHSEN BATUR’un kitabında altını çizdiği önemli ayrıntılardan biri de Osmanlıya Diplomat, Yönetici ve Bürokrat yetiştirmek için kurulan Enderun Mektebi’ne:

Rum, Ermeni, Bulgar, Hırvat, Boşnak vs. alınırken bu “Enderun Akademisi” nin kapısı, Türkler’e kapatılmıştır.

Devletin asli sahipleri bir anlamda “cehalete” mahkûm edilmiştir...

Türkler’e sadece:

“Savaşta ölmeye yarar!.. Korkusuz çeri; gözüpek asker”, gözüyle bakılmasıdır...

Osmanlı münevverlerinin Babıali'de “Türk” sözünü Arap aksanıyla ifade ederek “Terk” diye yazdıklarını unutulmamalıdır. (“Terk” sözcüğünün çoğulu Arapçada “Etrâk” demekti ve Türkler'e, “İdrâkıi biidrak”; anlayışsız Türkler diyorlardı!)

“Paşa da olurmuş ha!..”

 Dr. Ahsen DR. AHSEN BATUR’un Ahmet Vefik Paşa’dan aktardığı şu anekdot bile tek başına yetiyor “Kimliği” sürgün edilen bir milletin acıklı halini anlamaya, anlatmaya:
Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor.  Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor: Aldığı cevaplar konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü, … vb. olduklarını gösteriyor.  Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek isteyen bir ihtiyara:

“Hangi milletten” olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle: “Ben Türk’üm efendim!” diyor.

Bunun üzerine Paşa:

“Niçin sıkılıyor, saklanıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak, ben de Türküm!..” diyor. 

O titrek ihtiyar birden canlanarak:

“Sahi sen de Türk müsün? Demek Türk’ten Paşa da olurmuş ha?..” diye sevinç ve hayretle karşılık veriyor!

Dr. Ahsen BATUR’un: “Türk Sözünün Hazin Serüveni”ni yazdığı kitabı “1200 Yıllık Sürgün”, Göktürk Devleti’nin yıkılmasından Jön Türkler’in ortaya çıkışına kadar geçen sürede yaşanan: “Etnik hafıza kaybı” nı anlatıyor?

Dr. Ahsen DR. AHSEN BATUR’un: “Türk’ün öcü gibi telakki edilmesini sağladılar!.." dediği tarihçiler, şairler, gazeteciler ve “öz yurdunda” Türk’e reva görülen hakaretler:

İbni Bibi, Türkler’den: 

 

“Cahil Türkler”, “Müfsid -Türkmenler”, “Çarıklı Türkmenler” diye bahsediyor.

Kerimüddin Mahmud Aksaraylı Türkleri: 

“Gözün karalığından daha kara olan Türk...”, “Türkler'in, Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi, parça parça bölünerek batırılmıştır. O dinsiz zümrenin...”, “Mel’un Türkler” ifadeleriyle anıyor…

Amasyalı Hüseyin b. Ali Fatih: “Tariku’l Edep” adlı çalışmasında:

“Türk” ve “Türkmen” i iki ayrı etnik grup gibi gösterip, bölüyor.

 

Şair Baki:

“Türk ehlinin ey, hace; biraz başı kabadır!” diye hakaret ediyor.

 

Nef’i:

“Türk’e Hak, çeşmi irfanı haram etmiştir!..” diye aşağılıyor.

Türkleri “Çoban köpeği” ne benzeten tarihçi Mustafa Naima Efendi ayrıca:

 “Nadan Türk, idraksiz Türk, çirkin suratlı Türk, mel’un Türk” olarak niteliyor.

Gelibolululu Mustafa Ali, Mevaidü’n Nefais’te:

“Anadolu, Karaman ve Rum Ülkesi adlarını alan Pasaklılar halkı elbette kır adamıdırlar.  "Bunlar: Aralarında güzel ve sevimli olanı, az görünen, çeşit biçimde çirkin kimselerdir.!.” diyor.

“Etrak-ı Bîidrak” lafının mucidi Hoca Sadettin:

“Hilebaz Türk”, “Akılsız Türk”, “Aptal Türk”, “Kudurmuş Kurt”, “Aşağılık Türediler”, “Sırtlan”, “Anlayışsız Kaltaban”, "Soyu kuruyasıca..." diye nefret kusuyor.

“Baban da olsa Türk’ü öldür!..” diyen Kadimî mahlaslı, Hafız Hamdi Çelebi, Hz. Muhammed’in:

“Türk’ü öldürün kanı helaldir!..” dediği iftirasını yayıyor.

1912’de Sebilürreşat Dergisinde çıkan bir yazıda “Türk” kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyor.

1913 tarihli “Mecmua-i Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında:

“Bizim Türklüğümüz Sembolizm'den başka bir şey değildir...  Türk falan

değil sadece Müslümanız!..” deniliyor.

Dindar; fakat “Milli şuur yoksunu!” nesiller yetiştirmeye girişenler gibi Prof. Ahmed Naim 1913 yılında yazdığı “İslâm'da Dava-i Kavmiye” adlı kitabında Türk’e karşı savaş açıp:

 

“Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok!... Gerekli olan Şeriatı öğrenmektir!” diyor!..

Babinger’den yaptığı alıntıda, II. Mehmed’in Acem sanarak Yedikule’de Tekke olarak kullanması için bir Rum Kilisesi armağan ettiği, Le’ali’nin Acem olmadığını öğrenince, Manastır'ı geri alıp maaşını da kestiğini anlatır.

Dr. Ahsen DR. AHSEN BATUR, Sultan Süleyman’ın son dönemlerine kadar, Türk olanlara “Devlet”te kademelerinde görev verilmediğini de hatırlatıyor...

Osmanlı; Arap’a: Kavm i Necip (Asil Kavim); Rum’a (Millet i Sadıka) derken kendini kuran milleti, asıl tebasını aşağılatmıştır!...

 

22 Mayıs 1487, II. Beyazıt ile başlayıp, Yavuz Sultan Selim, oğlu Kanunî Sultan Süleyman ile devam eden: Devleti, Sarayı ve Yönetimi Türksüzleştirme... Mustafa Kemal Atatürk Dönemiyle son bulmuştur!..

 

Dr. Ahsen BATUR’un kitabında altını çizdiği önemli ayrıntılardan biri de Osmanlıya diplomat, yönetici ve bürokrat yetiştirmek için kurulan Enderun Akademisi’ne Rum, Ermeni, Bulgar, Hırvat, Sırp, Boşnak, ...vs. alınırken bu “Akademi” nin kapısı Türkler’e kapatılmış ve devletin asıl sahipleri “cehalete” mahkûm edilmiştir...

 

***

Türk Tarihi Boyunca Türklüğünü Söylemekten Korkmayan Hükümdarlardan Bazıları:

“Ben Türk’üm!” diyebilen üç devlet ve yedi hükümdar belgeleyebilmiş

Dr. Ahsen BATURO üç devletten biri:

1) Göktürkler,

2) Devlet-i Türkî (Mısır-Kölemenleri)

3) Mustafa Kemal’in kurduğu: Türkiye Cumhuriyeti.

Göktürklerin yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen 1200 yıllık “Sürgün” sırasında Türklüğünü inkâr etmemiş o “Hükümdar”lara gelince; “Bi’dat tanımadıkları için Tanrı bugün Türkleri yüceltmiştir.

Selçuklu Sultanı Alparslan:

“Türklerin idarecileri, katipleri ve memurları hep Horasanlı olmalıdır ki, Türklerin işleri bozulmasın...” diyor.

Harezmşah Muhammed:

Kendisine elçi olarak gelen Şeyhin okuduğu hadisi dinledikten sonra: 

“Ben Türk’üm ve Arapçayı az bilirim!..” diyor.

"Ben ki Turan Kavminin Hükümdarı Türk oğlu Türk Timur Han:

Gökyüzü üstümüze çökse, biz onu kargılarımızın ucunda mavi atlastan bir çadır gibi kaldırırız. Yer yarılsa biz onu baltalarımızla kaldırırız!..”

Babür:

Bir Türk Alfabesi hazırlayınca: (Dil elden gidiyor diyen Nakşibendilerin gazabına uğruyor.)

Padişah Genç Osman: 

Türk âlimlerinin yetiştirdiği idealist bir “Türkçü” olduğu için öldürülüyor.

 

II.Abdülhamid:

Türkçe bilmeyen Tunuslu Hayreddin Paşa’ya:

“Paşa paşa ben Türküm ve Türk kalacağım!..” diyor.

Türkistan topraklarında yaşayan Özbek, Nogay, Tuva, Başkurt, Altay, Tatar, Kazak, Kırgız, Tacik, Kaşgar, Gürcü, Uygur, ..vb. hepsi bir gövdenin dallarıdır. Aynı soydan aynı kandan ve aynı atadandır. İçimizde fitne barındırmadan kucaklaşıp bir ve beraber olmalıyız. 

Buhara Emiri Said Halim Han: Özbeklerin Mangıt boyundanım ve gerçek Türküm...” diyor.

Mustafa Kemal de, Osmanlının son kuşağındandı. Türk'ün, Osmanlı iktidarı tarafından nasıl aşağılandığını yaşadı.

Mustafa Kemâl Atatürk'e göre: Türk: Yıldırımdır, kasırgadır ve dünyayı aydınlatan güneştir... Bu sebeple:

Tarih: 23 Mayıs 1928. TBMM, 1312 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu'nu kabul etti.  Böylece asırlardır hor görülen Türk, Türklük ve yurttaşlık payesiyle onurlandırıldı... Osmanlı ile Cumhuriyet farkı buydu…

“Türk”, Osmanlıda olduğu gibi aşağılanan, horlanan değildi. Zamanın ruhu değişmişti: Türk; uluydu, yüceydi…

Atatürk başarmıştı!..

Ey, Türk!  Adına ve itibarına sahip çık!.

Peygamberimiz'in de bildirdiğine göre:

"Türk dilini öğreniniz; çünkü onların, kıyamete yakın zamanda, iktidara sahip olarak, uzun bir egemenlikleri olacak ve bunu, onların elinden kimse alamayacak!

Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın!" (Ebu Davud, Melahim, 8 (4302). 

"Tanrı Tealâ buyuruyor ki:

Benim,Türk adını verdiğim ve maşrıkta iskan ettiğim, birtakım askerlerim vardır ki, hangi kavme karşı gazaba gelecek olursam, Türkleri o kavmin üzerine gönderirim."

"Atilâ: Tanrının kırbacı!.. Kim ki adalet yolundan ayrılırsa, Tanrı onu cezalandırmak için Türkler'i gönderirdi!.. Ceza Gadron"

(Peygamber), kıyamet belgelerine, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz

Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada:

"Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır!.." buyurmuştu. Bu söz doğru ise sorguları kendilerinin üzerine olsun... Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iş olur. Bu söz, doğru değil ise de akıl ve mantık bunu emreder...

Tanrı, Türk burçlarını yükseltmiş ve gökyüzünü, Türkler'in mülkleri üzerinde döndürmüştür.  Tanrı onlara Türk adını vermiş ve yeryüzüne hakim kılmış ve yer yüzünün hakanlarını onlardan çıkartmıştır. Dünya uluslarının dizginlerini Türkler'in eline vermiş ve herkese üstün kılmıştır. Onlarla birlikte çalışanları aziz kılmış ve Türkler onları her dileklerine ulaştırmış, kötülerin şerrinden korumuştur.


Türkler'e hedef olmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, onların yolunu tutmak, derdini dinletebilmek, gönüllerini alabilmek için de Türk'ün dilli Türkçe ile konuşmaktır…

TANRI TÜRK'Ü KORUSUN ve YÜCELTSİN!..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder