22 Kasım 2023 Çarşamba

İSLÂMDA YOK! Abdullah Çağrı ELGÜN

İSLÂMDA YOK!                                 Abdullah Çağrı ELGÜN

Osmanlı Hakanı 3. Selim

Bunların insanlıkla, dinle bir alâkası olmaz, olamaz! İslâm Dini: Akıl, mantık ve ilim dinidir. Okuyan, sorgulayan, akleden, düşünen, anlaşılan bir dindir… Aşağıda söylenen veya uygulananların İslâm Dini ve Kuran ile ilgisi ve alâkası yoktur!...

Medyaya yansımış haberlere göre Cübbeli Ahmet: "Tecavüz, için Erkek çocuklarla olan ilişkiye BADEMLEME; kız çocukları ile yapılan ilişkiye de BODOZLAMA denir..." diyor. Bunun İslâm’da yeri vardır" diye fetva veriyor. Halktan gelen tepkiler üzerine sözlerini bir video çekerek yalanlıyor iyi mi?..

Böyle düşünen İslâmcılarca: Erkek ve kız çocukların tecavüze uğraması normal, mübah (Bir kereden bir şey olmaz!...  Karşı tarafın rızası vardı) diyen aklı bozukların yönettiği bir toplumda:

6 yaşındaki bir kızla 80 yaşındakinin nikah yapılması dine uygun; normal; akranı 6 yaşında, 10-15-20 yaşındakiler ile beraber oturması, okuması, aynı yerde bulunması dine uygun değil öyle mi?..

Hiçbir dinde böyle bulanık, bozuk, kokuşmuş sapık bir anlayış yoktur! Kaldı ki İslâm’da olsun…  İslâm, son ve en mükemmel din olarak, çağdaştır, moderndir. Bu ve benzeri ilkel, pagan dönemi alışkanlıklarını ve batıl anlayışları reddeder!...

İslâm Dini Kur'an'ın hiçbir yerinde böyle bir anlayışa raslanamaz. Gayrisi uydurmadır. Uydurma fikirler, Emevî zihniyetinin sapık İslâm öncesi geleneklerinden gelen vazgeçilememiş, balballara tapılan pagan dönemi unutulmamış alışkanlıklarının devamından ibarettir…

Kılık kıyafet düzenlemesi ilk defa Atatürk Döneminde getirildi zannedilir. Bu yanlıştır.

Osmanlıda, 3. Ahmet, Giyinmeyi ilk kez yeniden düzenledi. (1703-1730) Sonrasında: Çarşaf, Peçe, Kalpak, Fes, Ceket, Pantolon, Kılık kıyafet Düzenleme Yasalarıyla, 3. Selim’i görüyoruz (1789- 1808). Halkını yenileştirmekle kalmaz, yeni kurduğu orduda, kılık kıyafet düzenlemesi, Devlet Memurlarına da “Tek Tip Elbise mecburiyeti” getirir. Padişah Abdülaziz bütün Avrupa’yı dolaşır. Bu yenileşmeleri daha ileri taşır.

Osmanlı Hakanı 2.Mahmut

Sonrasında 2. Mahmut, (Nizam ı Cedit Askerlerinin, Devlet memurlarının ve Sarayda Çalışanların, Fes giymesi pantolon ve ceket düzenlemesi, devlette çalışanlara: “Tek Tip Elbise” mecburiyeti getirmesi, “İngiliz Otomobili” kullanması, cebir, geometri, matematik, fizik, kimya derslerinin okullarda okutulması, Tıp, Mühendishane, Maliye, İktisat okullarının açılması, onun "Gavur Padişah" “olarak tarihe geçmesine sebep olmuştur. (1809-1839) Mithat Paşa Padişah Abdülaziz’e “Mebuslar Meclisi, Milletvekilleri ve Meşrutiyet Anayasasının da ilerisinde”, “Cumhuriyete geçme fikrini önerir…Bunun için sürgün edilse de yerine geçecek kendisinden daha iyi Başbakan (Sadrazam) bulunamadığı için tekrar göreve getirilir…

2. Abdülhamit ile devam eden düzenlemelerde Kadınlarda Padişah isteği, Şeyhülislam onayı ile "Çarşaf Giymek, Peçe Takmak " yasaklanmıştır… Sarıcazâde Ragıp Paşa tarafından Cumhuriyetten yirmi iki yıl önce (22) önce ilk kez “Tekirdağ Rakı, Şarap, Bira, Şampanya Fabrikası” kuruldu. İlk birahane o dönemde İzmir’de açıldı… Abdülhamit de Sigara ve Rom içerdi… İlk Genelevi açan da oydu…

Dindeki hurafeler de 4. Murat ve sonrası padişahlar ile üzerine gidildi, Kölelik ve Cariyelik Abdülaziz tarafından kaldırılmak istenmişse de Şeyhülislam:  “Padişahım, Kuran’da yeri var!. Halk ne der?..” diyerek kaldırılamamıştır. Atatürk Döneminde ise, Tekke ve Zaviyeler kapatılmış, Erkek Köle ve Cariye Pazarı (1924) tamamen kapatılmıştır!.. Hurafeler yok edildi.

Atatürk Kuran'ı, Mehmet Âkif'e Türkçeye çevirttirdi. Mehmet Âkif, onu nüsha nüsha, Damadı Elmalılı Hamdi'ye gönderdi. Kullandığımız “Türkçe Kuran” odur...

Kuran'a göre ve İslâm'da olmayanların çoğu Emevî Dönemi Halifeleri ve Meshep Önderleri tarafından İslâm'a sonradan sokuşturulmuş olup, bunların İslâm Dini ile hiçbir alakası yoktur!..

Osmanlı Hakanı Abdülaziz

KURAN'DA BUNLAR YOK?

Denilmiştir ki; "Türkler, Dinini, Kendi Diliyle Yaşayamayan Tek Millettir" Bu sebeple İslâmcılık, muhafazakarlık ve dindarlık çoğu dindarlar için çok fazla düşünmeden, sorgulamadan her şeyi olduğu gibi kul eden, bir bakıma mitolojik bir yaşam biçimidir.

“Erkek Çocukların Sünnet Edilmesi” veya “Kızların Sünnet Edilmesi” İslâm’da yoktur! Bu dahi bir Yahudi Geleneğidir. Bütün Yahudiler sünnetlidir. Aynı şekilde baş örtüsü, peçe ve çarşaf dahi yoktur!.. Bunlar da Yahudilere aittir. Osmanlıda Padişahlık Döneminde de II.Abdülhamit bu acaip kılık ve kıyafeti, insan onuruna kadın haklarına saygısızlık olduğu için yasaklanmış, bir çok padişahlar da devlette çalışanlara “Tek Tip” giyinmeyi mecbur tutmuştur… (III. Selim, II. Mahmut, Abdülaziz, II. Abdülhamit…vb.).

 Emeviler, İslâm diye uydurduklarını Kuran olarak okutup, küçük çocukları dahi HAFIZ ilan edip, bu unvan ile aldatıp, beyinlerini yıkayıp manyaklaştırdılar. Halbuki İslâm, akla, matığa, bilme dayalı, hoşgörü ile sorgulanan ve yorumlanabilip anlaşılan, bir görüşe dayalıdır. Akıl baliğ olmayan çocuğa din aktarmak, meczupa akıl vermek gibidir.

Allah ve Din ile korkutup, Cehenneme gönderenler insanları dinden çıkarmışlar, dinden soğutmuşlardır. Kuran içindeki: "Hak, Adalet, Eşitlik, Hürriyet” ile bağdaşmayan eklentileri üç yüz yıl sonra dine, Emevi Halife ve önderleri sokmuşlardır… İslâm insanları din ile buluşturup müjdeleyen, sevdiren, hoş gören bir dindir. Dinin hoşgörüsü ile kucaklaştırıp Allah’ı sevdirenler, barışı, mutluluğu, huzuru, adaleti, eşitliği ön planda tutan görüş, uygular ve davranışlar bütünüdür.  Allah ile aldatma, Cehennem ile korkutma yoktur!..

“Müjdeleyin nefret ettirmeyin!”, “Kolaylaştırın zorlaştırmayın!..”, “Yumuşak davranın hiddet göstermeyin!”, İnsanlara gülen bir yüzle bakın; insanlara gülümsemek, verilmiş bin sadakadır!..” diyor. Böyle bir din de şiddetten eser yoktur; çünkü:

“Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek, bir insanı kurtarmak da bütün insanlığı kurtarmaktır!..diyen bir dinimiz var!

Çocukları severken; erkek çocuksa: Paşam, Aslanım, yiğitim,…vb. övünç vesilesi tanımlar; kullanılırken, eğer su kız ise: Prensesim, Sultanım, Gülüm, Bir tanem…vb. tanım ve söylemler kullanılır. İnsanlara lakap takılmaz, aşağılanmaz. Küçültülmez.

İslâm’da akla, mantığa, bilime, adalete, barışa, kardeşliğe kadın ve erkek eşitliğine ve birliktelikteki mutluluğa dayanmayan her söz yalandan ibarettir!..

Bugün dayatılan bazı uygulamalar Arapların Pagan dönemi uygulamalarının terkedilememesi sonucu, alışkanlıkların devamı uygulamalardır.

Arapça dua etmek ve Arapça Namaz kılma, ezan okuma zorunluluğu yok. Hac’da şeytan taşlama, hacer-ül esved taşına el yüz sürme yok! Kadercilik yok! Erkek-Kadın sünnet olmak yok... Kabir hayatı, kabir azabı yok... Cuma Günü yok!  İki kadının bir erkeğe denk gelebilecek şahitliği yok! Kandil Günleri yok!.. Erkeğin kişisel üstünlüğü, kadının erkeğe itaati, kadın veya erkek Kölelik ve Cariyelik yok! Haremlik-Selamlık yok! Kadının sesi haramdır yok.  Bir insandan Tevbe almak vermek, rabıta yapmak, dönmek, kafa sallamak yok. Mezhepler yok! Bazı ayetleri veya duaları belli sayıda okuyup üflemek ve bundan murad beklemek yok.

“Hülle” yapıp karısını boşadıktan sonra biri ile evlendirip cinsel münasebete girdiğinin gözetleyip, sonra boşandırıp üç ay sonra, tekrar evlenmesi yok!..

Tüm Şefaat sadece Allah'a aittir. Şefaat ya Resullullah, ya Ali ya Geylani, ya Gavs vs. yok. Mehdinin geleceği yok... Miraç yok. Recm cezası yok. Hac ayları 4 aydır, dileyen 2 günde dileyen daha fazla günde işini bitirir ve döner. 10 günlük hac süresi yok. Altın/İpek erkeğe haramdır, yok. Bir Şeyhe veya Tarikata bağlanma yok. Kıyamet alametleri yok. Hayızlı/lohusa kadınlara ibadet yasağı yok.

Kuran’ı anlamadan sevap için okumak yok. Ölüye Kuran okumak, sevap transferi yapmak yok. İnfakta/zekatta kırkta bir yok. Malın biriktikçe ihtiyacından fazlasını imanın/samimiyetin/takvan oranında verirsin.

Sorgusuz, sualsiz itaat, bağlanma, biat yalnız Allah’adır.Evliya (Allah dostu), keramet sahibi yok. Mevlid yok. Salavat yok. Sünnet namaz zorunluluğu yok. Muska/Büyü/Nazar yok. Kadının uğursuzluğu, cenazeden uzak tutulması, sadece erkeğin cenaze namazı (duası) kılması yok. Cenaze namazı cenaze duasıdır. Kaza namazı yok. Kutsal günler/Kandiller yok. Sadece Kadir gecesi özeldir. Sırat Köprüsü yok.

Kuranın saydığı haram yiyecekler dışında kalan yiyecekler, kültürel, tercihler ve alışkanlıklar ile ilgili meselelerdir. Kafaya göre haram koymak yok! Erkeğin kadını dövme yetkisi yok! Çaprazlama el ve ayak kesmek, kadını veya erkeği kırbaçlamak yok! Takva kıyafeti (sakal, cübbe, sarık vs.) yok. Dua ederken el açmak, âmin demek zorunluluğu yok. Teravih namazı yok! Sağ el / Sağ ayak saçmalığı yok. Hem askerde veya savaşta ölenin Şehit olması gibi bir şey yok. Boşanma yetkisinin yalnızca erkeğe ait olması yok.

Ölüye telkin ve ıskat yok. Deve sidiği içmek, ellini yemeğin içine daldırarak, yemek ve içmek yok! Sorgulamadan bir fikre, bir şahsa tabii olmak yok.

Kuranın tüm emir ve yasakları farzdır. Sadece 32 veya 52 farz yok. Kuranda 6236 ayet var, 6666 ayet yok. Çocuk yaşta evlilik yok. Namus, namussuzlukta zinada, kadın erkek farkı yok. 61 gün oruç tutma cezası yok. Din değiştirenin, Namaz kılmayanın, içki içenin, zina yapanın öldürülmesi kırbaçlanması, diye bir şey yok.

Türbede dilek dilemek yok. Tasavvuf, Gavs, Kutup, Şeyh, Şıh, Seyyidlik, Veli, Eren, Ermiş…vb. lerinin İslâm’da yeri yoktur! Kuran anlaşılması zor bir kitaptır, yok. Resul ve Nebi var, Peygamber kelimesi ise kuranda yok. Kuran okumak için abdest şartı yok. Sakala jilet vurmak haramdır diye bir şey yok. Cehennemde yanıp çıkma yok. Sakalı şerif, nalı şerif, hırkayı şerif, Kabak, hurma, zemzem, tesbih, seccade vs. kutsaldır diye bir şey yok. Sevap kazanmak için kertenkele, kara köpek vs. hayvanları öldürmek, etini yemek, sidiğini içmek ve uğursuz hayvan da yok!..

İslami bir isim koymadan ve sünnet olmadan Müslüman olamazsın diye bir şey yok. Hadisler için kesin peygamber sözüdür diye bir şey yok. Hadis, Fıkıh kitaplarında, kuran dışındaki uyulması gereken hükümler yoktur!.. "Kuran'da içki içmenin cezası yoktur, varsa göstersinler. Yine Namaz kılmamanın da cezası yoktur, Örtünmenin, vey örtünmemenin de cezası yoktur... 110 bin Caminin Hocasına, müftüsüne, Kuran Kursu hocasına, Diyanetine, ilahiyatçısına... vs. kim varsa hepsine sorun, nerede böyle bir ayet varsa göstersinler!... Bu saydıklarım için, az veya çok bir ceza varsa çıksınlar göstersinler. Söylediklerimin hiçbiri Kuran'da yoktur!... Gösteremezler çünkü yok, yok!...  Yalan üzerine bir din inşa ettiniz, herkesi ona inandırmaya kalkıştınız...

Atatürk Kuran'ı Türkçeye çevirtirince bütün bu üfürükçülere: "Püf!!.." dedi. Bütün ışıkları söndü karanlığa gömüldüler... Ekmek tekneleri denizin dibine battı… Bunun için Atatürk'e:  "Kafir, Dinsiz, Ayyaş..." dediler, kendi sıfatlarını itiraf edip söylediler..

Kutsal inançları dini, siyasî emellere alet etmek için, Cemaat, Cemiyet, Tarikat, Tekke, Zaviye kurmak, benzeri oluşumlar dine aykırıdır. Atatürk Döneminde yasaklanmıştır. Bugün de yasaklanmalıdır.

 Bu tür uygulamalar, halkın güvenliğini bozar, devletleri ve hükümetleri çalışamaz hale sokar, halk arasında düşmanlık, bozgunculuk ve ikilik yaratır. Dini ve onun ayetlerini kullanarak, halkı kamplara ayıran, toplum düzenini bozan, ahlâkı ve meşru yaşama haklarını tehlikeye soka uygulama ve görüşler dine aykırıdır. Atatürk Döneminde kökü kazınmıştır; fakat sonraki siyasî önderler, oy avcılığı için tekrar uygulamaya sokmuşlardır. Tamamen kaldırılmalıdır.  

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk Dönemi dahil, dini kendi çıkarları için kullanan yobazların  hedefi olmuştur. Kurulduğu günden itibaren, dini siyasete alet eden, Türk, Türklük ve Cumhuriyet düşmanı çıkarcılar bugün de bu arzularını Atatürk'e ve Cumhuriyete açıktan düşmanlık ederek her fırsatta göstermektedirler.  Dede Mirasımız Laiklik kitabında: Prof Dr. İbrahim Kafesoğlu'nun "Selçuklu Tarihi Ders Kitabı 1972" kitabında Laikliğin bir Türk buluşu olduğundan çok geniş bir şekilde bahsetmektedir.  2014 Mete Akyol da makalesinde, Sultan Tuğrul Bey'in Hilafet ve Saltanat Yönetimini tamamen ayırdığını Fransızların ise Selçuklularıı bu Layık yönetimini örnek aldığını belgeleriyle anlatmış ve ispatlamıştır. Fransız yazar Volter dahi Tuğrul Bey'in Layıklık yönetimini ülkesine taşımıştır. Fransız devriminden (1789) tam kırk bir yıl önce (1748), laikliği getirerek, din ve devlet işlerini bir birinden ayıran Layık Yönetim tarzı ilk kez Sultan Alâaddin, sonra da Tuğrul Bey dönemlerinde Hilafet ve Saltanat birbirlerinden ayrı olarak  uyglanmıştır!.. 

Türkiye'deki dinî dayatma ve uygulamalar, Tarikat, Cemaat, Şeyh ve Şıkların Din ve Devlet İşlerini birbirine karıştırması, bunları birbirlerine bağlama çabaları: İngiliz, Amerika, İsrail…vb. arka bahçeleri tarafından finanse ve kontrol edilmektedir. Türkiye'deki bütün Tarikat, Tekke, Cemaat, Topluluk ve Dinci Partilerin yönlendiricileri, Patronları yabancı ajanlar, provakatörler ve Türk Halkını birbirlerine düşman etmek isteyen unsurlardır. Bu Tarikatların Finansının çoğu, bunlar tarafından karşılanır, bunlar yönlendirir, Tarikat ve mensupları bunların kontrolündedirler.

Cumhuriyeti için en büyük tehdit: Arap Milliyetçiliği, Arap kültürü, Arap ırkçılığı olup, Allah ve din korkusu adı altında biat ettirilip, boyun eğdirilmiş cahil topluluklar en tehlikeli olanlardır. Bu sebeple İslâm ülkeleri geri kalmış, insanları açlık, sefalet ve hastalıkla boğuşmakta, refah ve çağdaş uygarlık seviyesini yakalayamamaktadır; çünkü bağnazlığa, ceberut uygulama ve eylemlere, hurafeye dayalı, sorgusuz sualsiz, düşünmeden, yorumlamadan, soru sormadan boyun eğen, eğdirilen anlayışın, hakim olduğu toplumlar, çağa uyamaz, ayak uyduramaz, ilerleme gösteremezler. 

Dini bunlar üzerine kurmadan, Emevi-Kapitalist Arap, Pağan Dönemi geleneklerini din diye tanıtıp, İslâm, üzerine bina eder, bunları dinin kuralları diye yutturup dayatırsan, işte o zaman, bu din insan hayatından çıkar. İnsanlar Deist, Ateist, Şaman olurlar.  Kapitalist Narsist, Egolu Emevi Pagan Dönemlerinde Puta tapanların yaptığı uygulamaları "Din" diye yutturmağa kalkarsanız, din kalmaz. Din de yıkılır, insanların inançları da...

Asıl yıkılması gereken bu Arap Emevi Pagan Dönemi uygulamalarını devam ettiren zihniyetin uygulamalarıdır.

Her şey yerli yerine oturmadığı takdirde, Allah'ın dini Peygamberin uygulamaları ortaya çıkmayacak, İslâm inancını, bütün sadeliği ile benimsemiş inançlı insanlar, gerçek Müslümanlar da dinden çıkacak...

KAYNAKLAR:

https://www.halkhaber.org/ilk-raki-bira-ve-sampanya-fabrikalari-ile-kerhane-2-abdulhamid-doneminde-acilmis/

http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/yilmaz-ozdil/abdulhamid-1404040/ 

İlahiyatçı-Prof. Dr. GÜNER AKÇA.

İlahiyatçı yazar, İhsan Eliaçık,

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk,

Prof. Dr. Harun Güngör

5 Kasım 2023 Pazar

CUMHURİYETİMİZİN 100.YILI KUTLU OLSUN! Abdullah Çağrı ELGÜN

CUMHURİYETİMİZİN 100.YILI KUTLU OLSUN!

Abdullah Çağrı ELGÜN

Mustafa Kemal ATATÜRK ve Atı: "Sakarya"

Osmanlı Padişahları, III. Mustafa (1754-1757), III.Selim (1789-1807), II.Mahmut (1808-1839)  dönemleri ve sonrasında, Avrupa’dan geri kalmış olduğunun tam olarak farkına vardı.

26 Ocak 1699 Karlofça’da Kutsal Roma Cermen İmparatorluk Devletleri: Avusturya, Venedik, Lehistan ile yapılmıştı. Bu anlaşma, gerileme döneminin başlangıcı sayılsa da Osmanlının ilk toprak kaybettiği savaş çok daha öncedir... 1578’de Fas Sultanlığı, 1589 yılında Kenya’nın Mombasa Sultanlığını Portekizlilere kaptırmıştı...

Bundan sonraki dönemde ise Osmanlı İmparatorluğu hemen hemen girdiği çoğu savaşları yenilgilerle bitirmiş ve savaş sonrası anlaşmalar bir felaket olmuştur!..

17.18.19.yy. gelişen ve benimsenen Osmanlının, yüzünü Batıya çevirmesi "Gelişmişlik", "Teknoloji" ve "İlerleme"yi en kısa zamanda yakalamaktı... İttihat ve Terakki, Jön Türkler gelinceye kadarki hedef buydu...

Bir taraf, bu hedefe koşup teknolojiyi yakalamak için hemen hemen her vilayette açılan ilkokul (Sıbyan), ortaokul (rüştiye), İdadi (Lise) de kız ve erkek çocukların birlikte okumasına izin veriliyordu; fakat bunun yanında Rum, Ermeni, Latin, Slav kökenli yurttaşların çoğunun okulları neredeyse 250-300 yüz yıl önce açılmış ve Osmanlı topraklarında harıl harıl ırkçılık, dincilik, milliyetçilik ve etnik köken konusunda aşırı şekilde bileniyorlardı...

Kendi dillerinde (Fransızca, İngilizce, Rumca, Ermenice) çıkarılan gazete ve dergileri okuyabiliyorken, Türklerde gazete henüz yoktu!.. Kitaplar, matbaada basılmıyordu. Elbise dahi Gavur İcadı denilerek dışlanıyor, giyenler kınanıyor veya Camiden çıkanlar tarafından taşlanıyor, çarşıda pazarda rahat rahat dolaşılamıyordu!...

Mustafa Kemal At Üzerinde 

Türklerde okuma yazma oranı % 2-3 idi ki tam anlamı ile kara cahil bırakılmıştı...

Osmanlı bürokratları okuma yazma, okul açma, matbaayı getirme, ülkede Türkçe dilinde bir gazete, gazeteler çıkarma, teknoloji, üretim, endüstri, makine, otomobil, motorlu tiren…vb. yurda henüz girmemişti… Her konuda da çok geç kalmışlardı. On altı (16) yıldızı keşfederek bunlara Türkçe isimler koymuş (Büyük Ayı, Küçük Ayı, Çoban Yıldızı, Kutup Yıldızı, Demir Kazık, Büyük Cezve, Küçük Cezve, Saman Yolu, vb....), Hücreyi bulmuş, mikrobu keşfetmiş, uzaya çıkmak için roket yapmış (Lagari Hasan Çelebi), Uçmak için kanat takıp Galata Kulesinden denize uçmuş (Hazerfen Ahmet Çelibi, matematik, fizik (BirunÎ), astronomi (Uluğbek),  tıptaki (İbni Sina) yenilikleri ilk keşfeden âlimlerin torunları Rasathanede: "Yıldızlardaki, çıplak melekler seyrediliyor!" safsatası ile yıktırıyordu…

II. Mahmut’a İngiliz Kralı tarafından hediye edilen motorlu binek arabasını bir halk gezintisi sırasında taşlıyor ve Şeyhülislam tarafından Sarayın burçlarından denize attırıyordu!.. Bu derece bağnaz, yobaz bir topluma yenilik getirmek, müthiş bir mücadeleyi gerektiriyordu…

Matbaa, Avrupa’dan tam tamına 272 yıl yani yaklaşık, üç yüz (300) yıl sonra, Osmanlı Türkiye’sine girebiliyordu...

Avrupa’daki Rönesans ve Reformu yakalamakta çok çok geç kalmış olan Osmanlı, Padişah III. Mustafa ile “İlk Yenilikçi” hareketi başlatıyordu. (1754-1757)

Siyasal, Kültürel ve Kurumsal düzenlemeleri olduğu gibi Avrupa’dan nakleden, açık pazara izin vererek Türk mallarının Avrupa’dan getirilen yeni ve kaliteli malaları karşısında alıcı bulamayarak sermayenin sıfırlanmasına ekonominin çökmesine sebep oldular. Türk mallarının üretiminin durmasına sebep oldular.  Osmanlı aydınları ile bürokratları bu Penisilin İğnesinin Osmanlı Türkiye’sinin vücuduna yaramayacağını çok geç anladılar. Hatta Mustafa Kemal gibi bir lider çıkıncaya kadar hiç anlayamadılar…

Osmanlının Son Dönemlerinde:

Mustafa Kemal At Üzerinde Kışladan Ayrılırken

Osmanlıcılık (Eskiden olduğu gibi Latin, Slav, Rum, Ermeni, Arap, Fars kökenlilerin bir arada yaşaması arzusuydu.). 

Panslavizm (İslâm Birliği) Osmanlı topraklarına dahil olmuş bütün Müslüman, İslâm ülkelerinin bir arada tutulması ve yaşatılması arzusuydu.)

Pantürkizm (Türkçülük ve Milliyetçilik Fikri) Bütün Türk ve milliyetçi unsurların bir arada yaşaması, yaşatılmasını arzulayan bir düşünceydi.) Osmanlının çöküşünün hızlandığı işgallerin hat safhaya ulaştığı, vatan topraklarının tek tek elden çıkarak bağımsız devletçiklerin oluştuğu bir devrede, Osmanlı aydın ve bürokratları tarafından bu üç fikir taraftarları mensup olduğu fikirler doğrultusunda mücadeleye başlamışlardı… Baştan iki fikrin halkça rağbet bulamayıp fiyaskoyla sonuçlanması ve her halkın birer bağımsız devlet olup Osmanlıdan ayrılması Türkleri çok üzmüş ve yeni bir çıkış aramaya zorlamıştı. Bunlardan sonuncusunu tam olmazsa da Pantürkizm (Türkçülük ve Milliyetçilik) fikrini Mustafa Kemal gerçekleştirecekti!..

SON 500 YÜZ YILIN OSMANLI PADİŞAHLARI:

Bu padişahlar döneminde Türk, Türlük en aşağı duruma düşürüldü. Türk’üm demek adeta suç sayıldı. Padişaha yakın vezirler Sadrazamlar dahi Türk’üm diyemiyorlardı. Hatta Türklüğünden istifa edenler dahi oldu!.. Halbuki Osmanlı Türk’tü!.. İmparatorluk da Türklerindi. Devşirme bürokratlar dahi Müslüman olarak bir Türk gibi eğitiliyor, yetiştiriliyor, İslâm ahlâkı, Türk töresi ve geleneklerine göre davranış sergiliyor ve mensup olduğu millet Osmanlı Türklüğüne hizmet ediyorlardı…

Marşları, çalgıları, Kahramanlık türküleri Türkçe çalıyor, Türkçe sesleniyordu.


“Tarihi çevir, nal sesi, kısrak sesi bunlar,

Delmiş Roma’nın kalbini mızrak gibi Hunlar.

Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler

Türkün yüce tarihine, bin bir zafer ekler!.. 

Enderun Akademisinden yetişen (Sırp, Hırvat, Rum, Ermeni, Yahudi Devşirme Çocukları) yedi (7) ila on dört (14) yıl arasında en mükemmel şekilde okutulup yetiştirilerek Saray, Ordu ve Devlet Yönetimini getirilince, Osmanlı bürokrasisinde ve halkta ikilik çıktı. Türk bürokratlar, Yeniçeri Ağaları, Yeniçeri Ocaklarında bulunan rütbeli rütbesiz askerler, sadece eğitimsiz değil, makam ve mevkisiz, işsiz, parasız pulsuz, hatta aç kaldılar!..

Devletin ve topraklarının asıl sahibi Türkler, Saray ve Devlet Yönetiminden tek tek el çektirilerek temizlendi. Yerlerine on dört (14) yıl boyunca en iyi bir şekilde eğitimden geçirilen Enderun Mezunu Devşirmeler, her mezun olduğunda, Sarayda ve Devlet kapısında Türk bürokrat vezir, Sadrazam ve Yeniçeri Ağalarının yerlerini aldılar.  Geriye itilen ve görevlerindeki yerlerinden alınan asker, bürokrasi atılmışları ve halk, birleşerek isyan etti. Saray ve Yönetimin üzerine yürüdüler. Haklı oldukları halde, haksız duruma düşürülen Türkler büyük zarar gördü!..

Bugün aynı durum ile karşılaşıldı. Devlet bürokrasisinden alınan deneyimli bürokrat, “Müşavir, Araştırmacı, Uzman” olarak boşta ve işsiz güçsüz bırakıldılar. Eli silah tutan Emniyet bürokratları, Subaylar ve ordu mensupları ise ya emekli edildiler ya da hapse atıldılar…  Büyük Osmanlının eski dönemlerini aynen yaşadık.

İsmet İnönü Atını Talim Ederken 

Türker’in çeşitli yerlerde patlak veren isyanları en ağır şekilde bastırıldı. Yavuz 80 bin, Kuyucu Murat 145 bin Türk’ün kellesini almaktan imtina etmedi… Savaşlarda en önde yalın kılıç savaşanlar ise yine korkusuz, şansız rütbesiz ölümüne acınmayacak askerleri birliklerden kurulmuş Türklerdi… Buna rağmen yine da Padişahın “Kulu”, “Kölesi” idiler. Gençler her akşam okul çıkışında ve her sabah: “Padişahım çok yaşa!..” diye haykırır dualarda bulunurlardı… Allah’a kulluk yerine Padişahın kullarıydılar… Kula kulluk ediyorlardı!..

Diğer milletlerin evlatları Kavmi Necip Evladı (Arap), Romalı (Rum), Yahudi, Ermeni, Fars’tı; fakat “Türk” Osmanlıydı… Enderun Akademisi, bütün azınlıklara açıkken, Türker’e tamamen kapatılmıştı… Türk, Osmanlıyım demeye mecbur edilmişti. Devlet bölünür diye korkutulmuştu. Bu sebeple de Türk, ne milliyetini ne dinini ne de mensup olduğu milliyetini öğrenemedi, biliyordu.

Osmanlı münevverlerinin, Babıali'de “Türk” sözünü aşağılamak, hor göstermek için Arap aksanıyla “Terk” diye yazmaktaydılar. Bu söz, “İdraksiz, anlayışsız” anlamında kullanıyorlardı.

“Paşa da olurmuş ha?..”

 Dr. Ahsen Batur’un Ahmet Vefik Paşa’dan aktardığı şu anekdot bile tek başına yetiyor “Kimliği”  sürgün edilen bir milletin acıklı halini anlamaya, anlatmaya: 

Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor.  Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor: Aldığı cevaplar konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü, … vb. olduklarını gösteriyor.  Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek isteyen bir ihtiyara:

“Hangi milletten“olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle: ”Ben Türk’üm efendim!” diyor. Bunun üzerine, Paşa:

“Niçin sıkılıyor, saklanıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak, ben de Türküm!..” diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak:

“Sahi sen de Türk müsün? Demek Türk’ten Paşa da olurmuş ha?..” diye sevinç ve hayretle karşılık veriyor!

     Dr. Ahsen Batur’un: “Türk Sözünün Hazin Serüveni”ni yazdığı kitabı “1200 Yıllık Sürgün”, Göktürk Devleti’nin yıkılmasından Jön Türkler’in ortaya çıkışına kadar, geçen sürede yaşanan: “Etnik hafıza kaybı” nı anlatıyor?

Devrin bürokratları, sanatçı ve devlet adamları da her devre uyarak iktidara yaranmak maksatlı “Türk” ü kötülüyor. Onunla ilgili anlamsız hakarete varan sözler ediyor!..

İbni Bibi, Türkler’den: 

“Cahil Türkler”, “Müfsid-Türkmenler”, “Çarıklı Türkmenler” diye bahsediyor.

Kerimüddin Mahmud Aksaraylı Türkleri:

“Gözün karalığından daha kara olan Türk...”,“Türkler'in, Osmanlı İmparatorluğu, parça parça bölünerek batırılmıştır. O dinsiz zümrenin...”, “Mel’un Türkler” ifadeleriyle anıyor.

Amasyalı Hüseyin b. Ali Fatih:

“Tariku’l Edep” adlı çalışmasında:

 “Türk” ve “Türkmen” i iki ayrı etnik grup gibi gösterip, bölüyor.

Şair Baki:

“Türk ehlinin ey, hace; biraz başı kabadır!” diye hakaret ediyor.

Nef’i:
        “Türk’e Hak, çeşmi irfanı haram etmiştir!..” diye aşağılıyor.

Türkleri “Çoban köpeği” ne benzeten tarihçi Mustafa Naima Efendi de:

“Nadan Türk, idraksiz Türk, çirkin suratlı Türk, mel’un Türk” olarak niteliyor.

Gelibolululu Mustafa Ali, Mevaidü’n Nefais’te:

“Anadolu, Karaman ve Rum ülkesi adlarını alan Pasaklılar halkı elbette kır adamıdırlar. Bunlar, aralarında güzel ve sevimli olanı, az görünen, çeşit biçimde çirkin kimselerdir.!.” diyor.

“Etrak-ı Bîidrak” lafının mucidi Hoca Sadettin:

“Hilebaz Türk”, “Akılsız Türk”, “Aptal Türk”, “Kudurmuş Kurt”, “Aşağılık Türediler”, “Sırtlan”, “Anlayışsız Kaltaban”, "Soyu kuruyasıca..." diye nefret kusuyor.

  “Baban da olsa Türk’ü öldür!..” diyen Kadimî mahlaslı, Hafız Hamdi Çelebi, Hz. Muhammed’in:

“Türk’ü öldürün kanı helaldir!..” dediği iftirasını yayıyor.

1912’de Sebilürreşat Dergisinde çıkan bir yazıda: 

“Türk” kelimesinin kullanılması, “Dinsizlik, Kafirlik” sayılıyor.

1913 tarihli “Mecmua-i Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında:

“Bizim Türklüğümüz Sembolizm'den başka bir şey değildir...  Türk falan değil sadece Müslümanız!..” deniliyor.

Dindar; fakat “Milli şuur yoksunu!” nesiller yetiştirmeye girişenler gibi Prof. Ahmed Naim 1913 yılında yazdığı “İslâm'da Dava-i Kavmiye” adlı kitabında Türk’e karşı savaş açıp:

“Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok!... Gerekli olan Şeriatı öğrenmektir!” diyordu...

Türk devletine yön tayin edecek mevkilere yükseltilirken, bu milletin evlatlarının “konumu"nu şöyle özetliyor Şair Mesihi:

“Mesihi gökten insen, sana yer yok!..

Yürü, var gel ya Arap’tan ya Acem’den!”

 Babinger’den yaptığı alıntıda, II. Mehmed’in Acem sanarak Yedikule’de Tekke olarak kullanması için bir Rum Kilisesi armağan ettiği, Le’ali’nin Acem olmadığını öğrenince, Manastır'ı geri alıp maaşını da kestiğini anlatır. 

2. Selim’in de Şehzade 3. Murat’ın yanına verdiği iki gencin, Türk olduklarını öğrenince, işten çıkarttığını aktarır.

Fatih Sultan Mehmet dahil, Ümmet ve Din Kandırmasının arkasına taktırılan Türk Milleti:Yaklaşık 450-500 yıl, kendi mensup olduğu millet “Türk’üm!..” dedirtilmemiş, Osmanlı parçalanır zannı ile milliyeti ve mensubiyeti utturulmuş, hatta yerden yere vurularak en alçak duruma düşürülüp aşağılanmıştır…

İHVANCI, ÜMMETÇİ PADİŞAHLAR:

II. Murat Han (1421-1447) 23 yıl

II. Mehmet (Fatih) (1444-1446); (1451-1481) 32 yıl Türkmen katliamları bu dönemde başladı. Uzun boylu ve iri cüsseli Fars Mevlâna Fahrettin Acemî Katı bir Sunniydi.  (1430’da Fatih tarafından Müftü olarak atanmıştı.)

Edirne’de üç şerefeli Camiden biraz önce çıkarak Saray’a doğru koşarak Fatih’e yetişmek isteyen, kısa boylu tıknaz ve zayıf yapılı Hurûfî Tarikatına bağlı Türk Fazıl Tebrizî Saray’a kadar kovalayarak yakalar. Fatih’in şaşkın bakışları, biraz da çekingen ve ürkek tavrı sebebiyle, cesaretlenen Mevlâna Fahrettin Acemî, Fatih Sultan Mehmet’in müdahalesine fırsat dahi vermeden, öfkeden gözleri dönmüş bir şekilde:

“Kafir, Allahsız, kitapsız sapık, katli vaciptir!..” diyerek, ensesinden yakaladığı gibi Hurûfî Tarikatına bağlı Türk Fazıl Tebrizî Fatih’in Sarayının önünden sürükleye sürükleye götürür. Sadece kendisinden farklı düşündüğü ve Saray imamına rakip olduğu için tamamı Türk ve Müslüman olan Fazıl Tebrizî ve yanındaki Hurufî Tarikatı Mensupları ile birlikte, direğe bağlar… Büyük bir topluluk önünde, Türk Fazıl Tebrizi ve Tarikat mensuplarını yığdığı odun ateşinde, kendi sakalı da tutuşmuş olduğu halde, vahşice yakar… Bu Tarikata bağlı olanların da nerede varsa bulunup yakılmasına fetva verir. Hurûfîler’in tamamı Türk ve Müslümandılar ve Fatih döneminde bir kıskanç İmamın fetvasıyla memleketlerinden sürüldüler…

Lozan Barış Andlaşması Sonrası

II.Beyazıt (1481-1512) 31 Yıl, Türkler özellikle bu baba oğulları döneminde Beylikler olarak: Halaçlar, Akkoyunlular, Bayatlar, Avşarlar, Beğdili, Yıva, Mukrî, Oymakları kırıldı ve sürüldüler. Doğudaki Türkmenler ise Kürtleşmesi için çok zorlandılar… Kaçanlar, İran’da Avşar Beyi Şah Hatayi’e sığındı. Kimisi de Horasan’a, Maveraünnehir’e kaçarak kurtuldular.

Tarihçiler bu Türkmenlere, “Ekrad Türkmenleri” adını vermiştir

I. Selim (Yavuz Sultan Selim, 1512-1520) 8 Yıl (Halifeliği Osmanlıya getiren ve 80 bin Türk'ü katleden Halife ve Padişah olarak ünlendi. Osmanlı topraklarını sekiz yılda.2,5 kat genişleterek 2.375.000 kilometrekare olan Osmanlı toprağını. 6.557.000 kilometrekareye çıkarmıştır,

I. Süleyman (Kanûnî Sultan Süleyman) (1520-1566) 46 Yıl. Tahta geçtiğinde Osmanlı İmparatorluğu toprakları: 6.557.000 kilometrekarelik bir alana yayılıyordu. Kanûnî bu toprakları 14.983.000 kilometrekareye çıkarmıştır.

II. Selim (Sarı). (1566-1574) 8 Yıl, II. Selim döneminde, Osmanlı toprakları 15.612.000 kilometrekareye kadar genişledi.

III.Murat (1574-1595) 21 Yıl, III. Murat döneminde Osmanlının en geniş toprak bütünlüğüne sahip olduğu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı toprakları 19.902.000 kilometrekareye kadar genişlemiştir. Osmanlının kontrolündeki topraklarla bu bölge 24 milyon kilometre kareyi bulmaktaydı…

III. Mehmet (1595-1603) 8 Yıl

I. Ahmet (1603-1617) 14 Yıl

I. Mustafa (Deli), (1617-1618) 96 Gün kaldı

II. Osman (Genç) (Türkçü ve Turancı), (1618-1622) 4 Yıl kalabildi. Tecrübesizliğin kurbanı olarak, muhataplarınca feci şekilde öldürüldü.

I. Mustafa (1622-1623) 1 Yıl

IV. Murat, (1623-1640) 17 Yıl

İbrahim, (1640-1648) 8 Yıl

IV. Mehmet (Avcı), (1648- 1687) 39 Yıl

II. Süleyman (1687-1691) 4 Yıl

II. Ahmet (1691- 1695) 4 Yıl

II. Mustafa (1695-1703) 8 Yıl

III. Ahmet (Lâle Devri), (1703-1730) 27 Yıl

I. Mahmut (1730-1754) 24 Yıl

III. Osman (1754-1757) 3 Yıl

Avrupa Yanlısı Yenilikçi ve Muhaliflerince İstenmeyerek Halkı da Arkasına Alan Bu Grup Tarafından Çoğuna “Gavur” Dedirtilen Padişahlar:

III. Mustafa (İlk Yenilikçi), (30 10.1754-1757) 3 Yıl

I. Abdülhamit (Islahatçı) (21.01.1774-1789) 15 yıl

III. Selim (Yenilikçi) (1789-1807) 18 Yıl

Yaptığı reformlar, yenilikler sebebiyle Kabakçı Mustafa Paşa önderliğinde çıkarılan Yeniçeriler ‘in isyanında, tahttan indirilerek, zindana atıldı. Tekrar Padişahlığa getirilmemesi için yerini işgal etmiş olan IV. Mustafa'nın emriyle sarayın bahçesinde kılıç darbeleriyle parça parça edilerek şehit edildi.

IV. Mustafa (1807-1808) 1 yıl dahi kalamadı.

II. Mahmut (Islahatçı) (1808-1839) 31 yıl 1826 yılında, sık sık isyan ederek Devrin Şeyhülislamını da arkasına alarak isyan ile saraya yürümeleri sebebiyle Yeniçeri Ocağı’nı topa tutarak tamamen ortadan kaldıran, III. Selimden sonra çok büyük yenilikler yaparak adı “Gavur” a çıkan padişahtır.

Abdülmecit (Tanzimatçı) (1839-1861) 22 yıl, Avrupa'ya iki kez seyahate çıktı... Demokrasinin ilk adımı sayılan Tanzimat Fermanı'nı ilan etti. Bu ferman Padişah’ın bir kısım yetkilerini elinden alarak, Padişah yetkisini sınırlandırıyordu.

1856'da ise yabancı baskılara dayanamayarak, yabancılara büyük imkanlar ve özgürlükler tanıyan Tanzimat’tan sonra da “Islahat Fermanı”’nı yayınlamak zorunda kaldı.

Şeyhülislamlığı kaldırıp Cumhuriyeti getirmek istiyordu. “Cariyelik ve Köleliğe” son vermek istedi. Şeyhülislam’ı çağırıp durumun İslâm’a uyup uymadığını sordu; fakat Şeyhülislâmın: “Kuran’da yeri var Padişahım!..  Halk buna ne der?” diyerek Padişahı bu fikirden caydırtmıştır…Şeyhülislam’ın bu baskısı uzun yıllar devam etti…  Bu baskı sebebiyle Padişahlar bu işi (Cariye ve Kölelik Sistemi) bir daha konu dahi edemediler.

Bu teşebbüs Abdülmecit’in kendisinden sonra gelen Padişahlar tarafından da düşünülmüş hatta devrin Sadrazamı (Başbakan) Mithat Paşa tarafından Padişah Abdülaziz’e Cumhuriyeti kurma fikri bizzat açılmışsa da sadece söylemekte kalınmış, Meşrutiyet Yönetimi ve Mebuslar (Millet Vekilleri) Meclisinden öte gidilememiştir. Bu söylem sebebiyle Mithat Paşa görevden alınarak İstanbul dışına sürülmüş; fakat yerini dolduracak daha iyi birileri olmadığı görülünce, bir yıl sonra tekrar çağırılarak Sadrazamlığa yeniden oturtulmuştur…

Kapitülasyonları kaldırma sözü Türk Kurtuluş Savaşı'ndan önce 1856'da alınmıştır; ancak, Osmanlıya verilen bu söz, hiçbir zaman yerine getirilmemiştir. İttihat ve Terakki'nin 1911 yılında kaldırdığı kapitülasyonlar, Sevr Anlaşması (10 Ağustos 1920; Osmanlı, İngiltere, Fransa) ile daha da güçlü bir şekilde Osmanlı Devleti'nin sırtına bindirilmiştir.

Kapitülasyonlar, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği ile yapılan 28 Mart 1921 Moskova Anlaşması’nın 7. Maddesiyle "Geçersiz ve Kaldırılmış" sayıldı. Kapitülasyonların gerçek anlamda kaldırılması ise Lozan Antlaşması'yla  (24 Temmuz 1923 tarihinde, İsviçre'nin, Lozan şehrinde) gerçekleşti. 

Abdülaziz (1884-1876) 15 yıl, Bakanları tarafından tahttan indirildi. Beş gün sonra da intihar etti veya muhalifleri tarafından düzenlenen suikasta kurban gitti.

V. Murat (Deli) 93 gün “Akıl Hastalığı” sebebiyle tahttan alındı. Fatih Sultan Mehmet Han’dan sonraki gelenekte Osmanlı da Şehzadeler için “Kafes Sistemi” uygulandığından her gün, her an öldürülme korkusu ve Psikolojik baskısı, altında yetişen Padişahlar ya tam olarak Psikolojik hastaydı veya biraz da olsa deliydiler…

Tarihi Kaynakların verdiği bilgilere göre IV. Murat’ın ölümü üzerine tahta çıkarılacak olan Şehzade İbrahim, kendisine padişah olduğunu bildirmeye gelen devlet erkanını görünce, öldürüleceğini sanıp odasından çıkmak istememiş ve ancak annesi tarafından ikna edilerek dışarı çıkarılabilmişti…

II. Abdülhamit (1876-1909) 33 yıl,

II. Abdülhamit Han
Abdülhamid, 33 yıllık saltanat döneminde Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometre kare toprak kaybetti. II. Abdülhamit döneminde kaybedilen diğer topraklar da şöyledir:

 1878 Berlin Antlaşması'yla: Batum, Ardahan, Kars, Oltu, Kağızman Ruslara, Kotur Kazası ve civarı İran'a, Bosna Hersek Avusturya'ya bırakıldı. Bulgaristan önce özerk, sonra bağımsız oldu. Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsız oldu. Osmanlı bu dönemde mevcut topraklarının yarıdan fazlasını II. Abdülhamit Döneminde kaybedilmiştir... Almanya’nın Berlin Şehrinde “Berlin Anlaşması” bu dönemde yapılmıştır. Bundan sonra da İngiltere, Fransa, Rusya tarafından kıskaca alınan Osmanlı bundan sonra hiç rahat yüzü görmemiş, yabancıların açtığı okullarda beyni bilenerek yetiştirilen öğrenciler eliyle azınlıklar Osmanlının I. Dünya Savaşında yenik düşmesiyle işgale uğrayarak bağımsızlıklarını ilan ederek Osmanlı dan ayrılacaklardır…

II. Abdülhamit: İlk Rakı, İlk Bira, İlk Tütün, İlk Şampanya Fabrikasını Kuran, İlk Genelev açan ve buraları devlet adına vergiye bağlayan ve yine ilk Kara Çarşaf ve Peçeyi yasaklayan, Rakı Fabrikası kuran, ülkede Genelevler açarak bunların gelirlerinden vergi alan Halife ve Padişah olarak tarihe geçmiştir.

V. Mehmet Reşat (1909-1918) “Akıl Hastalığı” sebebiyle tahtan indirildi.

VI. Mehmet Vahdettin (04.7.1918- 01.11. 1922) 4 yıl iktidarda kalabildi.

Birinci Dünya Savaşı’nda bir mektup yazarak İngilizler’e sığındı.

                          Padişah VI. Mehmet Reşat (Vahdettin), İngiliz Savaş Gemisi “HMS Malaya Zırhlısı” ile yanında oğlu 
                                            Şehzade Ertuğrul olmak üzere on kişilik kafilesiyle Malta'ya gelir. 9 Aralık 1922

Vahdettin mektubunda şöyle sesleniyordu:

“İstanbul İşgâl Orduları Başkomutanı General Harrington Cenaplarına;

İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere Devletine sığınır ve bir an önce, İstanbul’dan başka bir yere götürülmemi talep ederim efendim…”

Yine öğrendiğimize göre Vahdettin, Damat Ferit Paşa’ya: “Allah’tan ve İngiliz’den başka kimseye güvenmem!..” demişti…

 17 Kasım 1922’de bir Cuma sabahı saat 00.4’te yanında dokuz (9) yaşındaki Şehzadesi Ertuğrul olmak üzere, on (10) kişilik kafilesiyle Merasim Köşkü’nün arka kapısından çıkıp silahhaneye yöneldi. Orada kendini iki Kızılhaç Ambülansı ile başka bir ambülans bekliyordu… Onlara bindiler. Kendilerine kaçış güvencesi sağlayan İngiliz Taburu’nun selâm duruşu altında, Dolmabahçe Saat Kulesi’nin önüne geldiler. Orada kendisini İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Harrington bekliyordu. İngiliz Bayrağının altından geçip orada bekleyen “HMS Malaya” adındaki İngiliz Zırhlısına bindiler…

Gemide kendilerini İngiliz Amiral Sir De Brock karşıladı. “HMS Malaya” adındaki gemi, biraz sonra demir aldı ve son Osmanlı Padişahı Vahdettin’i, San Remo’ya götürmek üzere yola çıktı.

“HMS Malaya Zırhlısı”, “Queen Elizabeth Sınıfı” bir zırhlı gemi olup, 1453’te Fatih Sultan Mehmet Han’ın fethettiği İstanbul’u, İngilizlerin işgaline terk eden, Osmanlının bu son Hakanı VI. Mehmet Vahdettin, bu gemi ile ecdadının bıraktığı bu topraklara bir daha asla dönmemek üzere, San Remo’ya yolculuk yapıyordu.

II.Abdülmecit kızı Dürrüşehvar Sultan ile
O günden tam iki ay önce, 9 Eylül sabahı, Mustafa Kemal’in Kuvayı Milliye Orduları ile İzmir’de düşmanı denize dökmüş ve vatanı düşman işgalinden kurtararak, Anadolu’yu yeniden vatan yapmıştı…Anadolu’nun işgali sırasında, sarayında oturmaya devam eden son Padişah VI. Mehmet Vahdettin, bir daha dönmemek üzere Sarayından ayrılıyordu.

II. Abdülmecit (18.11.1922-3 Mart 1924)'Cumhuriyet Türkiye’sine kadar 2 Yıl (Son Türkiye Halifesi) olarak kaldı.

1 Kasım 1922'de Saltanat lâğvedildi;

17 Kasım 1922’de son Halife Abdülmecid de mevcut hükümete muhalif, hareket etmek suretiyle anlaşmazlığa düştü ve İstanbul’dan ayrıldı. 16 Mayıs 1926’da, İtalya San Remo ’da sürgünde iken öldü!..

 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi.

  II.Abdülmecit kızı Dürrüşehvar Sultan ile

OSMANLI. YENİLEŞME ÇABASI ve CUMHURİYETİN FİKİRLERİ

Osmanlı Padişahlarının karşısında Türk aydınları: (Ahmet Mithat Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ali Paşa, Talat, Enver, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa Cemal Paşalar, …vb.) ilerlemeyi şekilcilik ve teknikte aradı. “Islahat, Yenilik ve Tanzimat” fikirleri bu devrede gelişti. Yenilikçilerin fark edemediği gerçek şu idi ki her şey Avrupa’dan olduğu gibi getirilmekle “Gelişme ve İlerleme” sahip olunamıyordu…

Osmanlı bir takım örfî, idari, sosyal alanlarda düzenlemeler, yenilikler getirdi. (Kılık Kıyafette yenilik Askerî Sistemde Yenilik: Mühendislikte, Tıpta, Hukukta, Maliyede birçok yenilikler toplum hayatına sokulup gerçekleştirilmişti.

II.Abdülmecit kızı Dürrüşehvar,
 Hanımı Mehisti Kadınefedi ile

III. Selim; II. Mahmut, Abdülmecit, Abdülhamit (Kavuk, Fes, Şalvar, Dolama; Çarşaf, Peçe atılarak yerine daha kolay giyilen ve ağılık yapmayan Türk ve Avrupai tarz Pantolon, Ceket, kasket, Seçme ve seçilme hakkı, Devlet Memurlarında “Tek Tip Kıyafet” zorunluluğu (II. Mahmut Dönemi) …vb. getirilmişti; ancak bunlar tek başına yetmiyordu…

Eğitim birlikteliği, din ve vicdan özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, ticaret, kültür ve anlayışta da birliktelik ve serbestiyet kişiler ve halkın da tam özgür olması gerekliydi.

Mustafa Kemal, bunu çok çabuk fark etti. Ayırımsız, İmtiyazsız, halkça da benimsenmiş sınıfsız bir düzen kurmak gerekliydi. Osmanlıda halk ve bürokratlar Mutafa Kemal dahil bu durumdan çok çekmiş, horlanmış aşağılanmış ve rahatsız olmuşlardı. Hatta orduya katıldığı ilk günlerde bir Arap binbaşı Mustafa Kemal’in yanında, “Kavmi Necip evlâdına, sen nasıl kötü muamele yaparsın?” diye azarlayıp tokatladığı, bir Türk ve Anadolu çocuğunun, iki damla göz yaşında, Türklük şuuruna erdiğini söylemişti. Dövülen, horlanan bu Türk çocuğunun acısını yüreğinde hissetmiş ve yaşamıştı… Ne olursa olsun hiçbir şekilde aşağılanmaya yer verilemezdi. Özgürlüğü, her alanda hissetmek, duymak, yaşamak ve yaşatmak gerekiyordu. Tam anlamıyla bağımsızlık; ülkenin Avrupa’nın siyasî, ekonomik, teknolojik, kültürel baskısı ve hegemonyasına karşı durabilecek tam bağımsız bir ülke olmakla mümkündü. Her konuda bağımsız ve güçlü olmadan kişiler de ülkeler de hür ve bağımsız olamıyorlardı!..

Bunun için yerli malları üretmek, yerli ve millî ekonomiyi geliştirmek, sanayi ve teknolojiyi ülkede kurmak elzemdi… Her türdeki istilâ ve sömürüye ancak böyle karşı durulabilinirdi.

Demir Yolları, Uçak Fabrikaları, Tekstil (Sümer Tekstil ve Bez Fabrikası), Şeker, Zeytin Yağı, Fındık, Tütün, Sigara, Rakı, Demir Çelik, Çinko, Gümüş, Altın işleyen fabrikalar zinciri demir yolu ağları olmadan, bağımsız olunamayacağını ortaya koydu. Yerli ve Millî olmak, sözde değil özdeydi. Hastaneler, Sağlık Ocakları, Fakülteler ve okullar da millî olmalıydı…

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN YÜZÜNCÜ YILI

22 Mayıs 1487, II. Beyazıt ile başlayıp, oğlu Yavuz Sultan Selim ve onun oğlu Kanunî Sultan Süleyman ile devam eden: Devleti, Sarayı ve Yönetimini Türksüzleştirme... Mustafa Kemal ATATÜRK dönemiyle son bulmuştur!..

“Büyük Türk Milleti!” Diye başlayan hitabıyla, millet birdenbire şaşırdı, heyecanlandı, silkindi, kendine geldi. Yüz yıllardır böyle bir ses duymamıştı!..

“Demek benim bir milletim var, adı da Türk!..” Milletin şaşkınlığı geçmeden “Beni bir Türk anası doğurmadı mı? Türk anaları daha Mustafa Kemaller doğurmayacak mı?”  Millet kim olduğun anlamıştı… Bu millet, Türk yüreğine su serpen konuşmaları dinlerken, yüzyıllardır horlanmış, aşağılanmış olmanın ezikliğini omuzlarından attı! Bu millet Türk’tü! Ordusu Türk’tü, Askeri Türk’tü… Millet, heyecanlanarak galeyana geldi!.. Demek ben Türk’üm, Paşa da Türk’tü… Liderini bulmuştu.

“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!..”, “Ne mutlu Türküm diyene!” diye biten konuşmaları Türk Milletinin öğünç ve iftihar kaynağı oldu!..

    Bu sözler kulaktan kuluğa gönülden gönüle yayılarak, bütün bir milletin dudaklarında tekrarlanıp durdu. 700 yıldır bu sesi hiçbir yetkiliden duymayan halkın gönlü şenlendi. Yüreği bir başka çarpmağa, başka atmağa başladı… 

“Büyük Türk Milleti!” diye hitap eden Mustafa Kemal: “Ne mutlu Türk’üm diyene!..” diyordu. Bu ses Tük Milletinin hafızasına altın harflerle kazındı. Türk Milleti, asil bir millet olmanın övüncünü yüreklerinde hissetti. Aşağılık kompleksinin küllerini üzerinden attı. Pasını yüreklerden siliverdi… Silkelenip doğruldu! “Bu sahne, en az yedi (7) bin yıllık Türk Beşiğidir. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir!..” diyordu.

Atatürk: "Beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacak mı?” Derken, bütün Türk analarının kendi annesi olduğunu da belirtmiş oluyordu.  O, nice Mustafa Kemaller doğuracak anneleri işaret ederek, milletin yalnız ve çaresiz kaymayacağını, milletine bir kez daha gösteriyordu.

“Benim en büyük övünç kaynağım, Türk olarak doğmuş olmamdır!..” dedi. Türk olmanın bir övünç ve gurur kaynağı olduğunu da belirterek milletine ümit verdi, onu, onurlandırdı.

“Benim naçiz vücudum, elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!..” derken liderlerin ve bütün insanların ölümlü olduğunu ve yalnız vatanın ve kurduğu bu Cumhuriyetin ölümsüz olacağını da belirterek Türk milletine, ufku göstermiş ve bu yolda yapılması gerekenleri işaret ediyordu.

Mustafa Kemal: Osmanlı toplumunda ilerlemeye karşı duran, geriye götüren, gerici, yobaz, Allah ile aldatan, korkutan, istismar eden dinî sömürüyü kökünden söktü… Tarikat, Cemaat, Tekke ve Zaviyelerin tamamı kapatıldı. Köy Ağaları, Aşiret ve toprak Ağalığına da son verilmek için harekete geçti.

Allah ile korkutan değil, Allah ile sevdiren, hoşgörü ve sevgiyi esas alan özgür düşünmeye değer veren Sevgi, Hoşgörü ve Mutluluğu esas alan, Allah ve Peygamberine samimiyetle bağlı, samimi bir dindarlık Müslümanlık olmalıydı… Bunun için Kuran’ı tercüme ettirdi. Maksat, dinin anlaşılması idi… İslâm anlayış ve hoş görüşü ile insanlar, dinde de serbest, özgür ve mutlu olabilecekti. Bunun için Allah’ın emirlerini bilmek gerekiyordu. Kuran’ı Türkçeye çevirttirdi… Körü körüne inanmayı ve başkalarına tabi olmadan dini öğrenmeyi sağladı… Zor ve karmaşık olan Arap hegomanyası ve kültürü aşılayan Alfabeyi değiştirdi. En eski Türk Alfabesine (Latin) geçerek okuma yazma seferberliği başlattı. Devlet memurluğunda dinî istismara yol açabilecek Osmanlı Hakanlarının dönemlerinde de var olan, “tek tip elbise” kılık ve kıyafet yönetmeliği koydu.

Din ve devlet işleri de birbirinden ayrı olmalıydı. Ülke dindar bir topluluktu; fakat Türk milleti bütün sadeliği ile dindar, tek eşle ve aynı zamanda “Laik” olmalıydı. “Bizim dinimiz, hiçbir vakit, kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve katın Müslümanların ilim ve irfan edinmeleridir. Kadın ve erkek bu ilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak mecburiyetindedir.”, 
“Kadınlarımız, erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha fazla bilgili olmak zorundadırlar.”, “Ey, kahraman Türk kadını, sen yerlerde sürünmeğe değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeğe layıksın!..”, “Şuna inanmak lazımdır ki yeryüzünde gördüğünüz her şey kadının eseridir!”, diyordu.” Cumhuriyetin farkı buydu!.. Atatürk bunu başarmıştı…

Atatürk ilk Millî Pazarı kurarken Osmanlı Millî pazarı yıkıyor Avrupa’ya tabi oluyordu. Avrupa’nın Türk mallarından ve teknolojinin üstün vasıfları karşısında Türk malları pazarda alıcı bulamıyordu. Böylece Yabancı hegemonya ve sömürüyü başlatmıştı. Osmanlı yöneticileri ve bürokratları yıkılma dönemlerinde de Islahat, Yenileşme, Açılımlar ve Kapitülasyonlarla bu pazarın bütün yollarını dışarıya açık hale getirmişti. Cumhuriyet ise kendi toprağında kendin üreteceksin. İlkesiyle hareket ile Yerli ve Millî üretimle sanayide, endüstride, tarımda, ekonomide, eğitim ve sosyal alanda şaha kalkmıştı… İşte Osmanlı yönetimi ile Cumhuriyetin yönetim farkı buradaydı. Bu sebeple ülke genelini fabrika açtı.

Mustafa Kemal Atatürk Döneminde Kurulan Fabrikalar

1.     Ankara Fişek Fabrikası (1924)

2.     Gölcük Tersanesi (1924)

3.     Şakir Zümre Fabrikası (1925)

4.     Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925)

5.     Alpullu Şeker Fabrikası (1926)

6.     Uşak Şeker Fabrikası(1926)

7.     Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926)

8.     Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)

9.     Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927)

10. Kırıkkale Elektrik Santrali Ve Çelik Fabrikası (1928)

11. Ankara Çimento Fabrikası (1928)

12. Ankara Havagazı Fabrikası (1929)

13. İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929)

14. Kayaş Kapsül Fabrikası (1930)

15. Nuri Killigil Tabanca, Havan Ve Mühimmat Fabrikası (1930)

16. Kırıkkale Elektrik Santrali Ve Çelik Fabrikası (1931- Genişletildi)

17. Eskişehir Şeker Fabrikası (1934)

18. Turhal Şeker Fabrikaları (1934)

19. Konya Ereğli Bez Fabrikası(1934)

20. Bakırköy Bez Fabrikası (1934)

21. Bursa Süt Fabrikası (1934)

22. İzmit Paşabahçe Şişe Ve Cam Fabrikası (1934 Temel Atma)

23. Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 Temel Atma)

24. Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934)

25. Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934)

26. Isparta Gülyağı Fabrikası (1934)

27. Ankara, Konya, Eskişehir Ve Sivas Buğday Siloları (1934)

28. Paşabahçe Şişe Ve Cam Fabrikası (1935 – Tamamlandı)

29. Kayseri Bez Fabrikası (1934 Temel Atma)

30. Nazilli Basma Fabrikası (1935- Temel Atma)

31. Bursa Merinos Fabrikası (1935 Temel Atma)

32. Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 Temel Atma)

33. Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935)

34. Ankara Çubuk Barajı (1936)

35. Zonguldak Taş Kömür Fabrikası (1935)

36. Barut, Tüfek Ve Top Fabrikası (1936)

37. Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936- İlk Türk Uçağı Nud-36 Üretildi)

38. Malatya Sigara Fabrikası (1936)

39. Bitlis Sigara Fabrikası (1936)

40. Malatya Bez Fabrikası (1937 Temel Atma- Bu Fabrika Hariç Bütün Bez ve Dokuma Fabrikaları Atatürk‘ün Sağlığında Açılmıştır.)

41. İzmit Kağıt Ve Karton Fabrikası (1934- Temel Atma)

42. Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937- Temel Atma)

43. Divriği Demir Ocakları (1938)

44. İzmir Klor Fabrikası (1938- Temel Atma)

45. Sivas Çimento Fabrikası (1938-Temel Atma)

Açtığı fabrikalar, ölümünden hemen sonra açık pazara yönelen, yerli ve millî düşünüşü rafa kaldıran iktidarlar tarafından, yavaş yavaş kapatıldı, kapattırıldı... Yabancılara satılanlar ise çürümeye terk edildi… İnönü, Korutürk, Menderes, Demirel, Özal ve son olarak da Erdoğan Döneminde özelleştirme adı altında bütün çalışan kurum ve işletmeler satılarak, halk, eriyen Türk Lirasının alım gücünün zayıflaması sonucu fakir düştü… Toprakları, arazileri, sahilleri, emlakları satışa çıkarılıp haraç mezat satıldı… Enflasyon yukarı çıktı. Ekonomi felç oldu. İlim değersizleşti. Okumamışlar rağbet görmeğe, Şeyh, Şıh, Tarikat Cemaat İhvani grupların sözü ve tavsiyesi rağbet buldu.  Böylece akıl ve mantık rafa kaldırıldı. Akla, mantığa, bilime dayanmayan hurafe, sapkınlık, Allah ile, din ile halkın korkutulup aldatılması, 

Örneklerin: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz Ali'den alıntılar ve hikâler anlatılırken, idare edenlerin basına yansıyan gerçek yaşantılarının lüks, şatafat, gösteriş ve milyarlık servetler içinde olması haklı olarak halkta güven kaybına sebep oldu. Mevcut idareciler döneminde "Allah ile Aldatma", Ümmetçiler tarafından kandırılma, rüşvet, iltimas, adam kayırma tavan yaptı… Osmanlının son Dönem Politikasına geri dönüldü.

"Devlet i Ali Osmaniye'de;

Terfi i temayüz, ilim irfan ile olmaz!

Ya olacak kuvvetli iltimas...

Ya olacak madeni has...

Ya da olacak, ten ile temas..." denilecek duruma gelindi. Başka türlü terfi etmek, makam ve mevki sahibi olmak mümkün gözükmemekteydi...  

Şair Fuzûlî de kendisine Padişah tarafından bağlanmış maaşını almak için gittiği Evkafta bir çok olumsuzlukla karşılaşır. Zamanın memurları için Padişah'a yazdığı "Şikâyetnâme"sinde:

"Selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar, Hükmü (Fermanı) gösterdim faydasızdır, diye iltifat etmediler..." diyerek Osmanlının en parlak (Kanûnî Sultan Süleyman Dönemini)  padişaha şikâyet ediyordu.  

 Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete düşman olanlar, televizyon ve basında boy göstermeğe başladılar… "Türkiye" adı, "Millî Marş", "Bayrak" tartışmaya açıldı. Halbuki Atatürk: "Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz!” diyordu!.. Onuncu Yıl Marşı’nda:

“Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan;
On yılda, on beş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın, saydığı başkumandan,
Demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan.

Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi;
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!”

Atatürk sonrasında iktidara sahip olan Devlet Bürokrasisi ve Aydınları dahil, el birliği ile Atatürk’ün izlediği yolu, tersine döndürdüler. Memleketi Osmanlı Döneminin "Kapitülasyonlar Dönemi", Açık Pazar Sömürüsüne, yabancı hegemonyasına açık hale getirdiler. İlk defa Fatih Sultan Mehmet Döneminde Venediklilere tanınan bu ayrıcalık, Osmanlının son dönemlerinde Kapitülasyonlarla çığırından çıktı. Dün İnönü, Menderes, Demirel, Özal bugün de Recep Tayyip ERDOĞAN döneminde dizginden boşanmış çılgın atlar gibi Osmanlının son dönemine dolu dizgin gelinmiştir...  

Atatürk’ün: “Yurtta barış, dünyada barış”, barış ve kardeşlik yolunda ilerlemenin yolunu açan; millî, yerli, çağdaş, gelişmeci ve bağımsızlıkçı politikası, rafa kaldırıldı… Ülke Islahatçı Padişahların çaresiz dönemlerine geri götürüldü. Türkiye, Osmanlının “Duyun u Umumiye, Kapitülasyonlar ve Islâhat”a mecbur edilen, açık pazar, sömürü düzenine geriledi... Üretim durdu, tarım bitti, fabrikalar, işleyen ve çalışan kurumların tamamına yakın satıldı.

Atatürk’ün Ekonomi, Sanayi, Tarım, Sosyal alanlardaki inkılapçı, ilerlemeci, yenilikçi atılım ve fikirleri Batıyı aynen almaya ve taklide dönüştürüldü…

Atatürk’ün fikirlerinden, eylemlerinden, ilerici hamle ve girişimleri değil yüzeysel heykelleri, büstleri ön plana çıkarıldı. Atatürk tabu haline getirildi. Türk Halkı, yerlilikten ve millîlikten tamamen koparıldı. Büstlerine suikastlar yapıldı. Posterleri baş aşağı çevrildi, bayramları gönülsüz kutlanır hale geldi!..

Bugünün İhvancı ve Ümmetçiler ülkeyi, topraklarını, sahillerini ve insanlarını yalnızlaştırdılar. Yerli ve Millîlikten arındırmak için Türk Vatanını “Göçmen İstilasına” açık hale getirdiler. 

Ne ülkücüler ne de solcular, bu duruma dur deme cesaretini gösterip başarılı olamadılar. Arada birkaç sert sesler çıkmış olsa da bunlar da yavan ve cılız kaldı. Atatürk İnkılaplarının içi boşaltıldı. Cumhuriyetin kazanımları alt üst edildi. İktidara destek çıkan yandaşlar da: İran, Afganistan Taliban Yönetimine özenerek “Halifelik Gelsin!”, “Şeriat İsterik” çığlıklarına sessiz kaldı. Dönek sağcı ve solcular da bu çığlıklara, “globalleşme, küreselleşme, tek dünya düzeni” girdabına kapılarak millîlikten uzaklaşıldı. Atatürk’e ve inkılâplarına düşman olundu. Algı operasyonları yapıldı. Muhafazakâr öfkesi ve şiddeti körüklendi.

İnkılapçı ilerlemeci, Atatürkçü, Çağdaş Üniversitelerin kadroları Süleymancı, Nakşibendici, Menzilci, Işık, Nur, İsmail Ağa, Cübbeli Ahmet Hoca, Tarikat, Cemaat, Şeyh, Şıh ve benzeri önderlerinin tavsiye ve yönlendirmeleriyle değiştirildi. Yönetim ve Devlet Kadrolarını Cemaat üyelerinin ele geçirmesine, muhalefetçe de ciddî bir yaptırım yapılmayarak bu makam ve mevkileri ihvancı ve tarikatçıların ele geçirilmesine fırsat verildi.

Atatürk: “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyor ve hissediyorsanız bu kafidir.”  Demişti; fakat Atatürk hiçbir zaman ne sağ ne de sol aydınlarca da tam olarak anlaşılamamıştır.  Bu durumun, ülkenin istikametin değiştirilmek istenmesindeki rolü çok büyük olmuştur!.. Bu sebeple Atatürk’e yapılan hakaretlere tepkiler sert ve caydırıcı olmamış, Bilakis sessiz ve korkak, tavır sergilenmiştir!..

Böylece, muhalifler yüreklenmiş, kuvvetlenmiş, daha fazlasını söylemek ve yapmak için kendilerinde cesaret bulmuşlardır!.. 

Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlarken, “Atatürk’ü bir defa daha iyi anlamak, anlatmak ve fikirlerine ve Cumhuriyetine sahip çıkmak için Cumhuriyeti emanet ettiklerine, büyük görevler düşmektedir!..”  Bu vesileyle Cumhuriyeti kuran, Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarını, sevgi ve minnet ile anıyor, huzurlarında saygıyla eğiliyorum.

KAYNAKLAR:

https://www.milligazete.com.tr/makale/7602113/adnan-oksuz/harac-mezat-satilan-fabrikalar

https://www.altayli.net/osmanli-devetinin-askeri-yapisi.html

https://tarihnotum.com/osmanli/osmanli-devleti-ne-ile-yonetiliyordu-osmanlinin-yonetim-sekli/

https://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu%27nda_Tanzimat_%C3%B6ncesi_%C4%B1slahat_hareketleri

https://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_padi%C5%9Fahlar%C4%B1_listesi