CUMHURİYETİMİZİN 100.YILI KUTLU OLSUN!
Abdullah Çağrı ELGÜN |
Mustafa Kemal ATATÜRK ve Atı: "Sakarya" |
Osmanlı Padişahları, III. Mustafa (1754-1757),
III.Selim (1789-1807), II.Mahmut (1808-1839) dönemleri ve sonrasında, Avrupa’dan geri
kalmış olduğunun tam olarak farkına vardı.
26 Ocak 1699 Karlofça’da Kutsal Roma
Cermen İmparatorluk Devletleri: Avusturya, Venedik, Lehistan ile yapılmıştı.
Bu anlaşma, gerileme döneminin başlangıcı sayılsa da Osmanlının ilk toprak
kaybettiği savaş çok daha öncedir... 1578’de Fas Sultanlığı, 1589 yılında
Kenya’nın Mombasa Sultanlığını Portekizlilere kaptırmıştı...
Bundan sonraki dönemde ise Osmanlı
İmparatorluğu hemen hemen girdiği çoğu savaşları yenilgilerle bitirmiş ve savaş
sonrası anlaşmalar bir felaket olmuştur!..
17.18.19.yy. gelişen ve benimsenen
Osmanlının, yüzünü Batıya çevirmesi "Gelişmişlik",
"Teknoloji" ve "İlerleme"yi en kısa zamanda
yakalamaktı... İttihat ve Terakki, Jön Türkler gelinceye kadarki hedef buydu...
Bir taraf, bu hedefe koşup teknolojiyi yakalamak
için hemen hemen her vilayette açılan ilkokul (Sıbyan), ortaokul (rüştiye),
İdadi (Lise) de kız ve erkek çocukların birlikte okumasına izin veriliyordu;
fakat bunun yanında Rum, Ermeni, Latin, Slav kökenli yurttaşların
çoğunun okulları neredeyse 250-300 yüz yıl önce açılmış ve Osmanlı
topraklarında harıl harıl ırkçılık, dincilik, milliyetçilik ve etnik köken
konusunda aşırı şekilde bileniyorlardı...
Kendi dillerinde (Fransızca, İngilizce,
Rumca, Ermenice) çıkarılan gazete ve dergileri okuyabiliyorken, Türklerde
gazete henüz yoktu!.. Kitaplar, matbaada basılmıyordu. Elbise
dahi Gavur İcadı denilerek dışlanıyor, giyenler kınanıyor veya Camiden çıkanlar
tarafından taşlanıyor, çarşıda pazarda rahat rahat dolaşılamıyordu!... |
Mustafa Kemal At Üzerinde |
Türklerde okuma yazma oranı % 2-3 idi ki
tam anlamı ile kara cahil bırakılmıştı...
Osmanlı bürokratları okuma yazma, okul
açma, matbaayı getirme, ülkede Türkçe dilinde bir gazete, gazeteler çıkarma, teknoloji,
üretim, endüstri, makine, otomobil, motorlu tiren…vb. yurda henüz girmemişti…
Her konuda da çok geç kalmışlardı. On altı (16) yıldızı keşfederek bunlara
Türkçe isimler koymuş (Büyük Ayı, Küçük Ayı, Çoban Yıldızı, Kutup Yıldızı,
Demir Kazık, Büyük Cezve, Küçük Cezve, Saman Yolu, vb....), Hücreyi bulmuş,
mikrobu keşfetmiş, uzaya çıkmak için roket yapmış (Lagari Hasan Çelebi), Uçmak
için kanat takıp Galata Kulesinden denize uçmuş (Hazerfen Ahmet Çelibi,
matematik, fizik (BirunÎ), astronomi (Uluğbek),
tıptaki (İbni Sina) yenilikleri ilk keşfeden âlimlerin torunları Rasathanede:
"Yıldızlardaki, çıplak melekler seyrediliyor!" safsatası ile
yıktırıyordu…
II. Mahmut’a İngiliz Kralı tarafından hediye
edilen motorlu binek arabasını bir halk gezintisi
sırasında taşlıyor ve Şeyhülislam tarafından Sarayın burçlarından denize
attırıyordu!.. Bu derece bağnaz, yobaz bir topluma yenilik getirmek, müthiş bir
mücadeleyi gerektiriyordu…
Matbaa, Avrupa’dan tam
tamına 272 yıl yani yaklaşık, üç yüz (300) yıl sonra, Osmanlı Türkiye’sine
girebiliyordu...
Avrupa’daki Rönesans ve Reformu
yakalamakta çok çok geç kalmış olan Osmanlı, Padişah III. Mustafa ile “İlk
Yenilikçi” hareketi başlatıyordu. (1754-1757)
Siyasal, Kültürel ve Kurumsal düzenlemeleri
olduğu gibi Avrupa’dan nakleden, açık pazara izin vererek Türk mallarının
Avrupa’dan getirilen yeni ve kaliteli malaları karşısında alıcı bulamayarak
sermayenin sıfırlanmasına ekonominin çökmesine sebep oldular. Türk mallarının
üretiminin durmasına sebep oldular. Osmanlı aydınları ile bürokratları bu Penisilin
İğnesinin Osmanlı Türkiye’sinin vücuduna yaramayacağını çok geç anladılar.
Hatta Mustafa Kemal gibi bir lider çıkıncaya kadar hiç anlayamadılar…
Osmanlının Son Dönemlerinde: |
Mustafa Kemal At Üzerinde Kışladan Ayrılırken |
Osmanlıcılık
(Eskiden olduğu gibi Latin, Slav, Rum, Ermeni, Arap, Fars kökenlilerin
bir arada yaşaması arzusuydu.).
Panslavizm
(İslâm Birliği) Osmanlı topraklarına dahil olmuş bütün Müslüman, İslâm
ülkelerinin bir arada tutulması ve yaşatılması arzusuydu.)
Pantürkizm (Türkçülük ve Milliyetçilik Fikri)
Bütün Türk ve milliyetçi unsurların bir arada yaşaması, yaşatılmasını arzulayan
bir düşünceydi.) Osmanlının çöküşünün hızlandığı işgallerin hat safhaya
ulaştığı, vatan topraklarının tek tek elden çıkarak bağımsız devletçiklerin
oluştuğu bir devrede, Osmanlı aydın ve bürokratları tarafından bu üç fikir
taraftarları mensup olduğu fikirler doğrultusunda mücadeleye başlamışlardı… Baştan
iki fikrin halkça rağbet bulamayıp fiyaskoyla sonuçlanması ve her halkın birer
bağımsız devlet olup Osmanlıdan ayrılması Türkleri çok üzmüş ve yeni bir çıkış
aramaya zorlamıştı. Bunlardan sonuncusunu tam olmazsa da Pantürkizm (Türkçülük
ve Milliyetçilik) fikrini Mustafa Kemal gerçekleştirecekti!..
SON 500 YÜZ YILIN OSMANLI PADİŞAHLARI:
Bu padişahlar döneminde Türk, Türlük en
aşağı duruma düşürüldü. Türk’üm demek adeta suç sayıldı. Padişaha yakın
vezirler Sadrazamlar dahi Türk’üm diyemiyorlardı. Hatta Türklüğünden istifa
edenler dahi oldu!.. Halbuki Osmanlı Türk’tü!.. İmparatorluk da Türklerindi.
Devşirme bürokratlar dahi Müslüman olarak bir Türk gibi eğitiliyor, yetiştiriliyor,
İslâm ahlâkı, Türk töresi ve geleneklerine göre davranış sergiliyor ve mensup
olduğu millet Osmanlı Türklüğüne hizmet ediyorlardı…
Marşları,
çalgıları, Kahramanlık türküleri Türkçe çalıyor, Türkçe sesleniyordu.
“Tarihi
çevir, nal sesi, kısrak sesi bunlar,
Delmiş Roma’nın kalbini mızrak gibi Hunlar.
Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler
Türkün yüce tarihine, bin bir zafer ekler!..
Enderun Akademisinden yetişen (Sırp, Hırvat,
Rum, Ermeni, Yahudi Devşirme Çocukları) yedi (7) ila on dört (14) yıl arasında
en mükemmel şekilde okutulup yetiştirilerek Saray, Ordu ve Devlet Yönetimini
getirilince, Osmanlı bürokrasisinde ve halkta ikilik çıktı. Türk bürokratlar, Yeniçeri
Ağaları, Yeniçeri Ocaklarında bulunan rütbeli rütbesiz askerler, sadece
eğitimsiz değil, makam ve mevkisiz, işsiz, parasız pulsuz, hatta aç kaldılar!..
Devletin ve topraklarının asıl sahibi
Türkler, Saray ve Devlet Yönetiminden tek tek el çektirilerek temizlendi.
Yerlerine on dört (14) yıl boyunca en iyi bir şekilde eğitimden geçirilen
Enderun Mezunu Devşirmeler, her mezun olduğunda, Sarayda ve Devlet kapısında
Türk bürokrat vezir, Sadrazam ve Yeniçeri Ağalarının yerlerini aldılar. Geriye itilen ve görevlerindeki yerlerinden
alınan asker, bürokrasi atılmışları ve halk, birleşerek isyan etti. Saray ve
Yönetimin üzerine yürüdüler. Haklı oldukları halde, haksız duruma düşürülen
Türkler büyük zarar gördü!..
Bugün aynı durum ile karşılaşıldı. Devlet
bürokrasisinden alınan deneyimli bürokrat, “Müşavir, Araştırmacı, Uzman” olarak
boşta ve işsiz güçsüz bırakıldılar. Eli silah tutan Emniyet bürokratları,
Subaylar ve ordu mensupları ise ya emekli edildiler ya da hapse atıldılar… Büyük Osmanlının eski dönemlerini aynen
yaşadık. |
İsmet İnönü Atını Talim Ederken |
Türker’in çeşitli yerlerde patlak veren
isyanları en ağır şekilde bastırıldı. Yavuz 80 bin, Kuyucu Murat 145 bin
Türk’ün kellesini almaktan imtina etmedi… Savaşlarda en önde yalın kılıç savaşanlar
ise yine korkusuz, şansız rütbesiz ölümüne acınmayacak askerleri birliklerden
kurulmuş Türklerdi… Buna rağmen yine da Padişahın “Kulu”, “Kölesi” idiler. Gençler
her akşam okul çıkışında ve her sabah: “Padişahım çok yaşa!..” diye haykırır dualarda
bulunurlardı… Allah’a kulluk yerine Padişahın kullarıydılar… Kula kulluk
ediyorlardı!..
Diğer milletlerin evlatları Kavmi Necip
Evladı (Arap), Romalı (Rum), Yahudi, Ermeni, Fars’tı; fakat “Türk” Osmanlıydı… Enderun
Akademisi, bütün azınlıklara açıkken, Türker’e tamamen kapatılmıştı… Türk, Osmanlıyım
demeye mecbur edilmişti. Devlet bölünür diye korkutulmuştu. Bu sebeple de Türk,
ne milliyetini ne dinini ne de mensup olduğu milliyetini öğrenemedi, biliyordu.
Osmanlı
münevverlerinin, Babıali'de “Türk” sözünü aşağılamak, hor göstermek için
Arap aksanıyla “Terk” diye yazmaktaydılar. Bu söz, “İdraksiz, anlayışsız”
anlamında kullanıyorlardı.
“Paşa
da olurmuş ha?..”
Dr. Ahsen Batur’un Ahmet Vefik Paşa’dan
aktardığı şu anekdot bile tek başına yetiyor “Kimliği” sürgün
edilen bir milletin acıklı halini anlamaya, anlatmaya:
“Ahmet
Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor. Paşa,
uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor: Aldığı
cevaplar konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü, … vb. olduklarını
gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek isteyen bir ihtiyara:
“Hangi
milletten“olduğunu
ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek
bir sesle: ”Ben Türk’üm efendim!” diyor. Bunun üzerine, Paşa:
“Niçin
sıkılıyor, saklanıyorsun?
Türk olmak kabahat mi? Bak, ben de Türküm!..” diyor. O titrek ihtiyar
birden canlanarak:
“Sahi
sen de Türk müsün?
Demek Türk’ten Paşa da olurmuş ha?..” diye sevinç ve hayretle karşılık
veriyor!
Dr. Ahsen Batur’un: “Türk Sözünün Hazin Serüveni”ni yazdığı kitabı
“1200 Yıllık Sürgün”, Göktürk Devleti’nin yıkılmasından Jön Türkler’in
ortaya çıkışına kadar, geçen sürede yaşanan: “Etnik hafıza kaybı”
nı anlatıyor?
Devrin
bürokratları, sanatçı ve devlet adamları da her devre uyarak iktidara yaranmak
maksatlı “Türk” ü kötülüyor. Onunla ilgili anlamsız hakarete varan
sözler ediyor!..
İbni
Bibi, Türkler’den:
“Cahil
Türkler”, “Müfsid-Türkmenler”, “Çarıklı Türkmenler” diye bahsediyor.
Kerimüddin
Mahmud Aksaraylı Türkleri:
“Gözün
karalığından daha kara olan Türk...”,“Türkler'in, Osmanlı İmparatorluğu, parça
parça bölünerek batırılmıştır. O dinsiz zümrenin...”, “Mel’un Türkler” ifadeleriyle anıyor.
Amasyalı
Hüseyin b. Ali Fatih:
“Tariku’l
Edep” adlı
çalışmasında:
“Türk” ve “Türkmen” i iki
ayrı etnik grup gibi gösterip, bölüyor.
Şair
Baki:
“Türk
ehlinin ey, hace; biraz başı kabadır!” diye hakaret ediyor.
Nef’i:
“Türk’e
Hak, çeşmi irfanı haram etmiştir!..” diye aşağılıyor.
Türkleri “Çoban
köpeği” ne benzeten tarihçi Mustafa Naima Efendi de:
“Nadan
Türk, idraksiz Türk, çirkin suratlı Türk, mel’un Türk” olarak niteliyor.
Gelibolululu
Mustafa Ali, Mevaidü’n Nefais’te:
“Anadolu,
Karaman ve Rum ülkesi adlarını alan Pasaklılar halkı elbette kır
adamıdırlar. Bunlar, aralarında güzel ve sevimli olanı, az görünen, çeşit
biçimde çirkin kimselerdir.!.” diyor.
“Etrak-ı
Bîidrak” lafının
mucidi Hoca Sadettin:
“Hilebaz
Türk”, “Akılsız Türk”, “Aptal Türk”, “Kudurmuş Kurt”, “Aşağılık
Türediler”, “Sırtlan”, “Anlayışsız Kaltaban”, "Soyu
kuruyasıca..." diye
nefret kusuyor.
“Baban
da olsa Türk’ü öldür!..” diyen Kadimî mahlaslı, Hafız Hamdi
Çelebi, Hz. Muhammed’in:
“Türk’ü
öldürün kanı helaldir!..” dediği
iftirasını yayıyor.
1912’de
Sebilürreşat Dergisinde çıkan bir yazıda:
“Türk” kelimesinin
kullanılması, “Dinsizlik, Kafirlik” sayılıyor.
1913
tarihli “Mecmua-i Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında:
“Bizim
Türklüğümüz Sembolizm'den başka bir şey değildir... Türk falan değil
sadece Müslümanız!..”
deniliyor.
Dindar;
fakat “Milli şuur yoksunu!” nesiller yetiştirmeye girişenler gibi Prof.
Ahmed Naim 1913 yılında yazdığı “İslâm'da Dava-i Kavmiye” adlı
kitabında Türk’e karşı savaş açıp:
“Türk’ün
geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok!... Gerekli olan Şeriatı
öğrenmektir!” diyordu...
Türk devletine yön tayin edecek
mevkilere yükseltilirken, bu milletin evlatlarının “konumu"nu şöyle
özetliyor Şair Mesihi:
“Mesihi
gökten insen, sana yer yok!..
Yürü,
var gel ya Arap’tan ya Acem’den!”
Babinger’den
yaptığı alıntıda, II. Mehmed’in Acem sanarak Yedikule’de
Tekke olarak kullanması için bir Rum Kilisesi armağan ettiği, Le’ali’nin
Acem olmadığını öğrenince, Manastır'ı geri alıp maaşını da
kestiğini anlatır.
2.
Selim’in de Şehzade
3. Murat’ın yanına verdiği iki gencin, Türk olduklarını
öğrenince, işten çıkarttığını aktarır.
Fatih Sultan Mehmet dahil, Ümmet
ve Din Kandırmasının arkasına taktırılan Türk Milleti:Yaklaşık 450-500 yıl,
kendi mensup olduğu millet “Türk’üm!..” dedirtilmemiş, Osmanlı
parçalanır zannı ile milliyeti ve mensubiyeti utturulmuş, hatta yerden yere
vurularak en alçak duruma düşürülüp aşağılanmıştır…
İHVANCI, ÜMMETÇİ PADİŞAHLAR:
II. Murat Han (1421-1447) 23 yıl
II. Mehmet (Fatih) (1444-1446);
(1451-1481) 32 yıl Türkmen katliamları bu dönemde başladı. Uzun boylu ve iri
cüsseli Fars Mevlâna Fahrettin Acemî Katı bir Sunniydi. (1430’da Fatih tarafından Müftü olarak
atanmıştı.)
Edirne’de üç şerefeli Camiden biraz önce çıkarak Saray’a
doğru koşarak Fatih’e yetişmek isteyen, kısa boylu tıknaz ve zayıf yapılı Hurûfî
Tarikatına bağlı Türk Fazıl Tebrizî Saray’a kadar kovalayarak yakalar. Fatih’in
şaşkın bakışları, biraz da çekingen ve ürkek tavrı sebebiyle, cesaretlenen Mevlâna
Fahrettin Acemî, Fatih Sultan Mehmet’in müdahalesine fırsat dahi vermeden,
öfkeden gözleri dönmüş bir şekilde:
“Kafir, Allahsız, kitapsız sapık, katli vaciptir!..” diyerek, ensesinden
yakaladığı gibi Hurûfî Tarikatına bağlı Türk Fazıl Tebrizî Fatih’in Sarayının
önünden sürükleye sürükleye götürür. Sadece kendisinden farklı düşündüğü ve
Saray imamına rakip olduğu için tamamı Türk ve Müslüman olan Fazıl
Tebrizî ve yanındaki Hurufî Tarikatı Mensupları ile birlikte, direğe
bağlar… Büyük bir topluluk önünde, Türk Fazıl Tebrizi ve Tarikat
mensuplarını yığdığı odun ateşinde, kendi sakalı da tutuşmuş olduğu halde,
vahşice yakar… Bu Tarikata bağlı olanların da nerede varsa bulunup
yakılmasına fetva verir. Hurûfîler’in tamamı Türk ve Müslümandılar ve Fatih
döneminde bir kıskanç İmamın fetvasıyla memleketlerinden sürüldüler…
|
Lozan Barış Andlaşması Sonrası |
II.Beyazıt (1481-1512)
31 Yıl, Türkler özellikle bu baba oğulları döneminde Beylikler olarak: Halaçlar,
Akkoyunlular, Bayatlar, Avşarlar, Beğdili, Yıva, Mukrî, Oymakları kırıldı
ve sürüldüler. Doğudaki Türkmenler ise Kürtleşmesi için çok zorlandılar… Kaçanlar,
İran’da Avşar Beyi Şah Hatayi’e sığındı. Kimisi de Horasan’a, Maveraünnehir’e
kaçarak kurtuldular.
Tarihçiler
bu Türkmenlere, “Ekrad Türkmenleri” adını vermiştir
I. Selim (Yavuz Sultan Selim,
1512-1520) 8 Yıl (Halifeliği Osmanlıya getiren ve 80 bin Türk'ü katleden Halife
ve Padişah olarak ünlendi. Osmanlı topraklarını sekiz yılda.2,5 kat
genişleterek 2.375.000
kilometrekare olan Osmanlı toprağını. 6.557.000 kilometrekareye çıkarmıştır,
I. Süleyman
(Kanûnî Sultan Süleyman) (1520-1566) 46 Yıl. Tahta geçtiğinde Osmanlı
İmparatorluğu toprakları: 6.557.000 kilometrekarelik bir alana yayılıyordu. Kanûnî bu toprakları
14.983.000 kilometrekareye çıkarmıştır.
II. Selim
(Sarı). (1566-1574) 8 Yıl, II. Selim döneminde,
Osmanlı toprakları 15.612.000 kilometrekareye kadar genişledi.
III.Murat
(1574-1595) 21 Yıl, III. Murat döneminde Osmanlının
en geniş toprak bütünlüğüne sahip olduğu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı
toprakları 19.902.000 kilometrekareye kadar genişlemiştir. Osmanlının
kontrolündeki topraklarla bu bölge 24 milyon kilometre kareyi bulmaktaydı…
III. Mehmet (1595-1603) 8 Yıl
I. Ahmet (1603-1617) 14 Yıl
I. Mustafa
(Deli), (1617-1618) 96 Gün kaldı
II. Osman (Genç)
(Türkçü ve Turancı), (1618-1622) 4 Yıl kalabildi. Tecrübesizliğin kurbanı
olarak, muhataplarınca feci şekilde öldürüldü.
I. Mustafa (1622-1623)
1 Yıl
IV. Murat,
(1623-1640) 17 Yıl
İbrahim, (1640-1648) 8 Yıl
IV. Mehmet (Avcı),
(1648- 1687) 39 Yıl
II. Süleyman (1687-1691) 4 Yıl
II. Ahmet (1691- 1695) 4 Yıl
II. Mustafa
(1695-1703) 8 Yıl
III. Ahmet
(Lâle Devri), (1703-1730) 27 Yıl
I. Mahmut (1730-1754) 24 Yıl
III. Osman
(1754-1757) 3 Yıl
Avrupa Yanlısı Yenilikçi ve Muhaliflerince
İstenmeyerek Halkı da Arkasına Alan Bu Grup Tarafından Çoğuna “Gavur” Dedirtilen
Padişahlar:
III. Mustafa
(İlk Yenilikçi), (30 10.1754-1757) 3 Yıl
I. Abdülhamit (Islahatçı)
(21.01.1774-1789) 15 yıl
III. Selim
(Yenilikçi) (1789-1807) 18 Yıl
Yaptığı reformlar, yenilikler sebebiyle Kabakçı
Mustafa Paşa önderliğinde çıkarılan Yeniçeriler ‘in isyanında,
tahttan indirilerek, zindana atıldı. Tekrar Padişahlığa getirilmemesi için yerini
işgal etmiş olan IV. Mustafa'nın emriyle sarayın bahçesinde kılıç
darbeleriyle parça parça edilerek şehit edildi.
IV. Mustafa
(1807-1808) 1 yıl dahi kalamadı.
II. Mahmut (Islahatçı) (1808-1839)
31 yıl 1826 yılında, sık sık isyan ederek Devrin Şeyhülislamını da arkasına
alarak isyan ile saraya yürümeleri sebebiyle Yeniçeri Ocağı’nı topa
tutarak tamamen ortadan kaldıran, III. Selimden sonra çok büyük yenilikler
yaparak adı “Gavur” a çıkan padişahtır.
Abdülmecit (Tanzimatçı) (1839-1861)
22 yıl, Avrupa'ya iki kez seyahate çıktı... Demokrasinin ilk adımı sayılan Tanzimat
Fermanı'nı ilan etti. Bu ferman Padişah’ın bir kısım yetkilerini elinden
alarak, Padişah yetkisini sınırlandırıyordu.
1856'da ise yabancı
baskılara dayanamayarak, yabancılara büyük imkanlar ve özgürlükler tanıyan Tanzimat’tan
sonra da “Islahat Fermanı”’nı yayınlamak zorunda kaldı.
Şeyhülislamlığı kaldırıp Cumhuriyeti
getirmek istiyordu. “Cariyelik ve Köleliğe” son vermek
istedi. Şeyhülislam’ı çağırıp durumun İslâm’a uyup uymadığını sordu; fakat Şeyhülislâmın:
“Kuran’da yeri var Padişahım!.. Halk
buna ne der?” diyerek Padişahı bu fikirden caydırtmıştır…Şeyhülislam’ın bu
baskısı uzun yıllar devam etti… Bu baskı
sebebiyle Padişahlar bu işi (Cariye ve Kölelik Sistemi) bir daha konu dahi
edemediler.
Bu teşebbüs Abdülmecit’in kendisinden
sonra gelen Padişahlar tarafından da düşünülmüş hatta devrin Sadrazamı
(Başbakan) Mithat Paşa tarafından Padişah Abdülaziz’e Cumhuriyeti
kurma fikri bizzat açılmışsa da sadece söylemekte kalınmış, Meşrutiyet
Yönetimi ve Mebuslar (Millet Vekilleri) Meclisinden öte gidilememiştir. Bu
söylem sebebiyle Mithat Paşa görevden alınarak İstanbul dışına sürülmüş; fakat yerini
dolduracak daha iyi birileri olmadığı görülünce, bir yıl sonra tekrar
çağırılarak Sadrazamlığa yeniden oturtulmuştur…
Kapitülasyonları kaldırma
sözü Türk Kurtuluş Savaşı'ndan önce 1856'da alınmıştır; ancak,
Osmanlıya verilen bu söz, hiçbir zaman yerine getirilmemiştir. İttihat ve Terakki'nin 1911 yılında kaldırdığı
kapitülasyonlar, Sevr Anlaşması (10
Ağustos 1920; Osmanlı, İngiltere, Fransa) ile daha da güçlü bir şekilde
Osmanlı Devleti'nin sırtına bindirilmiştir.
Kapitülasyonlar, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği ile yapılan 28 Mart 1921 Moskova Anlaşması’nın
7. Maddesiyle "Geçersiz ve Kaldırılmış" sayıldı. Kapitülasyonların
gerçek anlamda kaldırılması ise Lozan Antlaşması'yla (24 Temmuz 1923 tarihinde, İsviçre'nin, Lozan şehrinde)
gerçekleşti.
Abdülaziz (1884-1876)
15 yıl, Bakanları tarafından tahttan indirildi. Beş gün sonra da intihar etti
veya muhalifleri tarafından düzenlenen suikasta kurban gitti.
V. Murat (Deli)
93 gün “Akıl Hastalığı” sebebiyle tahttan alındı. Fatih Sultan Mehmet
Han’dan sonraki gelenekte Osmanlı da Şehzadeler için “Kafes Sistemi”
uygulandığından her gün, her an öldürülme korkusu ve Psikolojik baskısı,
altında yetişen Padişahlar ya tam olarak Psikolojik hastaydı veya biraz da
olsa deliydiler…
Tarihi Kaynakların verdiği bilgilere göre
IV. Murat’ın ölümü üzerine tahta çıkarılacak olan Şehzade İbrahim, kendisine
padişah olduğunu bildirmeye gelen devlet erkanını görünce, öldürüleceğini sanıp
odasından çıkmak istememiş ve ancak annesi tarafından ikna edilerek dışarı çıkarılabilmişti…
II. Abdülhamit (1876-1909)
33 yıl, |
II. Abdülhamit Han |
Abdülhamid,
33 yıllık saltanat döneminde Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve
Romanya olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometre kare toprak kaybetti.
II. Abdülhamit döneminde kaybedilen diğer topraklar da
şöyledir:
1878 Berlin
Antlaşması'yla: Batum, Ardahan, Kars, Oltu, Kağızman Ruslara, Kotur Kazası
ve civarı İran'a, Bosna Hersek Avusturya'ya bırakıldı. Bulgaristan önce özerk,
sonra bağımsız oldu. Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsız oldu. Osmanlı bu
dönemde mevcut topraklarının yarıdan fazlasını II.
Abdülhamit Döneminde kaybedilmiştir... Almanya’nın Berlin
Şehrinde “Berlin Anlaşması” bu dönemde yapılmıştır. Bundan sonra da İngiltere,
Fransa, Rusya tarafından kıskaca alınan Osmanlı bundan sonra hiç rahat yüzü
görmemiş, yabancıların açtığı okullarda beyni bilenerek yetiştirilen öğrenciler
eliyle azınlıklar Osmanlının I. Dünya Savaşında yenik düşmesiyle işgale
uğrayarak bağımsızlıklarını ilan ederek Osmanlı dan ayrılacaklardır…
II. Abdülhamit: İlk Rakı, İlk Bira, İlk
Tütün, İlk Şampanya Fabrikasını Kuran, İlk Genelev açan ve buraları devlet
adına vergiye bağlayan ve yine ilk Kara Çarşaf ve Peçeyi yasaklayan, Rakı
Fabrikası kuran, ülkede Genelevler açarak bunların gelirlerinden vergi alan Halife
ve Padişah olarak tarihe geçmiştir.
V. Mehmet Reşat
(1909-1918) “Akıl Hastalığı” sebebiyle tahtan indirildi.
VI. Mehmet Vahdettin (04.7.1918-
01.11. 1922) 4 yıl iktidarda kalabildi.
Birinci Dünya Savaşı’nda
bir mektup yazarak İngilizler’e sığındı.
Padişah VI. Mehmet Reşat (Vahdettin), İngiliz Savaş Gemisi “HMS Malaya Zırhlısı” ile yanında oğlu Şehzade Ertuğrul olmak üzere on kişilik kafilesiyle Malta'ya gelir. 9 Aralık 1922Vahdettin mektubunda şöyle sesleniyordu:
“İstanbul İşgâl Orduları Başkomutanı
General Harrington Cenaplarına;
İstanbul’da hayatımı tehlikede
gördüğümden, İngiltere Devletine sığınır ve bir an önce, İstanbul’dan başka bir
yere götürülmemi talep ederim efendim…”
Yine öğrendiğimize göre Vahdettin, Damat
Ferit Paşa’ya: “Allah’tan ve İngiliz’den başka kimseye güvenmem!..”
demişti…
17 Kasım
1922’de bir Cuma sabahı saat 00.4’te yanında dokuz (9) yaşındaki Şehzadesi
Ertuğrul olmak üzere, on (10) kişilik kafilesiyle Merasim Köşkü’nün
arka kapısından çıkıp silahhaneye yöneldi. Orada kendini iki Kızılhaç
Ambülansı ile başka bir ambülans bekliyordu… Onlara bindiler. Kendilerine
kaçış güvencesi sağlayan İngiliz Taburu’nun selâm duruşu altında, Dolmabahçe
Saat Kulesi’nin önüne geldiler. Orada kendisini İngiliz İşgal Kuvvetleri
Komutanı Harrington bekliyordu. İngiliz Bayrağının altından geçip orada
bekleyen “HMS Malaya” adındaki İngiliz Zırhlısına
bindiler…
Gemide kendilerini İngiliz Amiral
Sir De Brock karşıladı. “HMS Malaya” adındaki gemi, biraz sonra
demir aldı ve son Osmanlı Padişahı Vahdettin’i, San Remo’ya götürmek
üzere yola çıktı.
“HMS Malaya Zırhlısı”, “Queen Elizabeth
Sınıfı” bir zırhlı gemi olup, 1453’te Fatih Sultan Mehmet
Han’ın fethettiği İstanbul’u, İngilizlerin işgaline terk eden, Osmanlının
bu son Hakanı VI. Mehmet Vahdettin, bu gemi ile ecdadının bıraktığı bu
topraklara bir daha asla dönmemek üzere, San Remo’ya yolculuk yapıyordu.
|
II.Abdülmecit kızı Dürrüşehvar Sultan ile |
O günden tam iki ay önce, 9 Eylül sabahı, Mustafa
Kemal’in Kuvayı Milliye Orduları ile İzmir’de düşmanı denize
dökmüş ve vatanı düşman işgalinden kurtararak, Anadolu’yu yeniden vatan
yapmıştı…Anadolu’nun işgali sırasında, sarayında oturmaya devam eden son
Padişah VI. Mehmet Vahdettin, bir daha dönmemek üzere Sarayından
ayrılıyordu.
II. Abdülmecit
(18.11.1922-3 Mart 1924)'Cumhuriyet Türkiye’sine kadar 2 Yıl (Son Türkiye
Halifesi) olarak kaldı.
1 Kasım 1922'de Saltanat lâğvedildi;
17 Kasım 1922’de son Halife Abdülmecid
de mevcut hükümete muhalif, hareket etmek suretiyle anlaşmazlığa düştü ve İstanbul’dan
ayrıldı. 16 Mayıs 1926’da, İtalya San Remo ’da sürgünde iken
öldü!..
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan
edildi.
|
II.Abdülmecit kızı Dürrüşehvar Sultan ile |
OSMANLI. YENİLEŞME ÇABASI ve CUMHURİYETİN FİKİRLERİ
Osmanlı Padişahlarının karşısında Türk
aydınları: (Ahmet Mithat Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ali Paşa, Talat, Enver, Sadrazam
Mustafa Reşit Paşa Cemal Paşalar, …vb.) ilerlemeyi şekilcilik ve teknikte
aradı. “Islahat, Yenilik ve Tanzimat” fikirleri bu devrede gelişti.
Yenilikçilerin fark edemediği gerçek şu idi ki her şey Avrupa’dan olduğu gibi
getirilmekle “Gelişme ve İlerleme” sahip olunamıyordu…
Osmanlı bir takım örfî, idari, sosyal
alanlarda düzenlemeler, yenilikler getirdi. (Kılık Kıyafette yenilik Askerî
Sistemde Yenilik: Mühendislikte, Tıpta, Hukukta, Maliyede birçok yenilikler toplum
hayatına sokulup gerçekleştirilmişti.
|
II.Abdülmecit kızı Dürrüşehvar, Hanımı Mehisti Kadınefedi ile |
III. Selim; II. Mahmut, Abdülmecit,
Abdülhamit (Kavuk, Fes, Şalvar, Dolama; Çarşaf, Peçe atılarak
yerine daha kolay giyilen ve ağılık yapmayan Türk ve Avrupai tarz Pantolon, Ceket,
kasket, Seçme ve seçilme hakkı, Devlet Memurlarında “Tek Tip Kıyafet” zorunluluğu
(II. Mahmut Dönemi) …vb. getirilmişti; ancak bunlar tek başına yetmiyordu…
Eğitim birlikteliği, din ve vicdan özgürlüğü,
seyahat özgürlüğü, ticaret, kültür ve anlayışta da birliktelik ve serbestiyet kişiler
ve halkın da tam özgür olması gerekliydi.
Mustafa Kemal,
bunu çok çabuk fark etti. Ayırımsız, İmtiyazsız, halkça da benimsenmiş sınıfsız
bir düzen kurmak gerekliydi. Osmanlıda halk ve bürokratlar Mutafa Kemal
dahil bu durumdan çok çekmiş, horlanmış aşağılanmış ve rahatsız olmuşlardı. Hatta
orduya katıldığı ilk günlerde bir Arap binbaşı Mustafa Kemal’in yanında,
“Kavmi Necip evlâdına, sen nasıl kötü muamele yaparsın?” diye azarlayıp tokatladığı,
bir Türk ve Anadolu çocuğunun, iki damla göz yaşında, Türklük
şuuruna erdiğini söylemişti. Dövülen, horlanan bu Türk çocuğunun acısını
yüreğinde hissetmiş ve yaşamıştı… Ne olursa olsun hiçbir şekilde aşağılanmaya
yer verilemezdi. Özgürlüğü, her alanda hissetmek, duymak, yaşamak ve yaşatmak
gerekiyordu. Tam anlamıyla bağımsızlık; ülkenin Avrupa’nın siyasî, ekonomik,
teknolojik, kültürel baskısı ve hegemonyasına karşı durabilecek tam bağımsız
bir ülke olmakla mümkündü. Her konuda bağımsız ve güçlü olmadan kişiler de
ülkeler de hür ve bağımsız olamıyorlardı!..
Bunun için yerli malları üretmek, yerli
ve millî ekonomiyi geliştirmek, sanayi ve teknolojiyi ülkede kurmak elzemdi…
Her türdeki istilâ ve sömürüye ancak böyle karşı durulabilinirdi.
Demir Yolları, Uçak Fabrikaları, Tekstil
(Sümer Tekstil ve Bez Fabrikası), Şeker, Zeytin Yağı, Fındık, Tütün, Sigara,
Rakı, Demir Çelik, Çinko, Gümüş, Altın işleyen fabrikalar zinciri demir yolu
ağları olmadan, bağımsız olunamayacağını ortaya koydu. Yerli ve Millî olmak,
sözde değil özdeydi. Hastaneler, Sağlık Ocakları, Fakülteler ve okullar da
millî olmalıydı…
TÜRKİYE
CUMHURİYETİ’NİN YÜZÜNCÜ YILI
22
Mayıs 1487, II. Beyazıt ile başlayıp, oğlu Yavuz Sultan Selim ve onun
oğlu Kanunî Sultan Süleyman ile devam eden: Devleti, Sarayı ve Yönetimini Türksüzleştirme...
Mustafa Kemal ATATÜRK dönemiyle son bulmuştur!..
“Büyük
Türk Milleti!” Diye başlayan hitabıyla, millet birdenbire şaşırdı,
heyecanlandı, silkindi, kendine geldi. Yüz yıllardır böyle bir ses
duymamıştı!..
“Demek
benim bir milletim var, adı da Türk!..” Milletin şaşkınlığı geçmeden “Beni bir
Türk anası doğurmadı mı? Türk anaları daha Mustafa Kemaller doğurmayacak
mı?” Millet kim olduğun anlamıştı… Bu
millet, Türk yüreğine su serpen konuşmaları dinlerken, yüzyıllardır horlanmış, aşağılanmış olmanın ezikliğini omuzlarından attı! Bu millet Türk’tü!
Ordusu Türk’tü, Askeri Türk’tü… Millet, heyecanlanarak galeyana geldi!.. Demek
ben Türk’üm, Paşa da Türk’tü… Liderini bulmuştu.
“Muhtaç
olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!..”, “Ne mutlu Türküm
diyene!” diye biten konuşmaları Türk Milletinin öğünç ve iftihar kaynağı oldu!..
Bu
sözler kulaktan kuluğa gönülden gönüle yayılarak, bütün bir milletin dudaklarında
tekrarlanıp durdu. 700 yıldır bu sesi hiçbir yetkiliden duymayan halkın gönlü
şenlendi. Yüreği bir başka çarpmağa, başka atmağa başladı…
“Büyük Türk Milleti!”
diye hitap eden Mustafa Kemal: “Ne mutlu Türk’üm diyene!..” diyordu. Bu
ses Tük Milletinin hafızasına altın harflerle kazındı. Türk Milleti, asil bir
millet olmanın övüncünü yüreklerinde hissetti. Aşağılık kompleksinin küllerini üzerinden
attı. Pasını yüreklerden siliverdi… Silkelenip doğruldu! “Bu sahne,
en az yedi (7) bin yıllık Türk Beşiğidir. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır,
dünyayı aydınlatan güneştir!..” diyordu.
Atatürk: "Beni
bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller
doğurmayacak mı?” Derken, bütün Türk analarının kendi annesi olduğunu da
belirtmiş oluyordu. O,
nice Mustafa Kemaller doğuracak anneleri işaret ederek, milletin yalnız ve
çaresiz kaymayacağını, milletine bir kez daha gösteriyordu.
“Benim en büyük övünç kaynağım, Türk olarak
doğmuş olmamdır!..” dedi. Türk olmanın bir övünç ve gurur kaynağı olduğunu da belirterek
milletine ümit verdi, onu, onurlandırdı.
“Benim
naçiz vücudum, elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti
ilelebet payidar kalacaktır!..” derken liderlerin ve bütün insanların ölümlü olduğunu ve
yalnız vatanın ve kurduğu bu Cumhuriyetin ölümsüz olacağını da belirterek Türk
milletine, ufku göstermiş ve bu yolda yapılması gerekenleri işaret ediyordu.
Mustafa Kemal: Osmanlı
toplumunda ilerlemeye karşı duran, geriye götüren, gerici, yobaz, Allah ile
aldatan, korkutan, istismar eden dinî sömürüyü kökünden söktü… Tarikat, Cemaat,
Tekke ve Zaviyelerin tamamı kapatıldı. Köy Ağaları, Aşiret ve toprak Ağalığına da
son verilmek için harekete geçti.
Allah ile korkutan değil, Allah ile
sevdiren, hoşgörü ve sevgiyi esas alan özgür düşünmeye değer veren Sevgi, Hoşgörü
ve Mutluluğu esas alan, Allah ve Peygamberine samimiyetle bağlı, samimi bir dindarlık
Müslümanlık olmalıydı… Bunun için Kuran’ı tercüme ettirdi. Maksat, dinin
anlaşılması idi… İslâm anlayış ve hoş görüşü ile insanlar, dinde de serbest, özgür
ve mutlu olabilecekti. Bunun için Allah’ın emirlerini bilmek gerekiyordu.
Kuran’ı Türkçeye çevirttirdi… Körü körüne inanmayı ve başkalarına tabi olmadan
dini öğrenmeyi sağladı… Zor ve karmaşık olan Arap hegomanyası ve kültürü
aşılayan Alfabeyi değiştirdi. En eski Türk Alfabesine (Latin) geçerek okuma
yazma seferberliği başlattı. Devlet memurluğunda dinî istismara yol açabilecek
Osmanlı Hakanlarının dönemlerinde de var olan, “tek tip elbise” kılık ve
kıyafet yönetmeliği koydu.
Din ve devlet işleri de birbirinden ayrı
olmalıydı. Ülke dindar bir topluluktu; fakat Türk milleti bütün sadeliği ile
dindar, tek eşle ve aynı zamanda “Laik” olmalıydı. “Bizim dinimiz,
hiçbir vakit, kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın
emrettiği şey, erkek ve katın Müslümanların ilim ve irfan edinmeleridir. Kadın
ve erkek bu ilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla
mücehhez olmak mecburiyetindedir.”,
“Kadınlarımız, erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha
fazla bilgili olmak zorundadırlar.”, “Ey, kahraman Türk kadını, sen
yerlerde sürünmeğe değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeğe layıksın!..”, “Şuna
inanmak lazımdır ki yeryüzünde gördüğünüz her şey kadının eseridir!”, diyordu.”
Cumhuriyetin farkı buydu!.. Atatürk bunu başarmıştı…
Atatürk ilk Millî Pazarı kurarken Osmanlı
Millî pazarı yıkıyor Avrupa’ya tabi oluyordu. Avrupa’nın Türk mallarından ve
teknolojinin üstün vasıfları karşısında Türk malları pazarda alıcı bulamıyordu.
Böylece Yabancı hegemonya ve sömürüyü başlatmıştı. Osmanlı yöneticileri ve
bürokratları yıkılma dönemlerinde de Islahat, Yenileşme, Açılımlar ve Kapitülasyonlarla
bu pazarın bütün yollarını dışarıya açık hale getirmişti. Cumhuriyet ise kendi
toprağında kendin üreteceksin. İlkesiyle hareket ile Yerli ve Millî üretimle
sanayide, endüstride, tarımda, ekonomide, eğitim ve sosyal alanda şaha
kalkmıştı… İşte Osmanlı yönetimi ile Cumhuriyetin yönetim farkı buradaydı. Bu
sebeple ülke genelini fabrika açtı.
Mustafa Kemal Atatürk Döneminde Kurulan Fabrikalar
1. Ankara Fişek Fabrikası (1924)
2. Gölcük Tersanesi (1924)
3. Şakir Zümre Fabrikası (1925)
4. Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925)
5. Alpullu Şeker Fabrikası (1926)
6. Uşak Şeker Fabrikası(1926)
7. Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926)
8. Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)
9. Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927)
10. Kırıkkale Elektrik Santrali Ve Çelik Fabrikası (1928)
11. Ankara Çimento Fabrikası (1928)
12. Ankara Havagazı Fabrikası (1929)
13. İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929)
14. Kayaş Kapsül Fabrikası (1930)
15. Nuri Killigil Tabanca, Havan Ve Mühimmat Fabrikası
(1930)
16. Kırıkkale Elektrik Santrali Ve Çelik Fabrikası (1931-
Genişletildi)
17. Eskişehir Şeker Fabrikası (1934)
18. Turhal Şeker Fabrikaları (1934)
19. Konya Ereğli Bez Fabrikası(1934)
20. Bakırköy Bez Fabrikası (1934)
21. Bursa Süt Fabrikası (1934)
22. İzmit Paşabahçe Şişe Ve Cam Fabrikası (1934 Temel
Atma)
23. Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 Temel Atma)
24. Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934)
25. Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934)
26. Isparta Gülyağı Fabrikası (1934)
27. Ankara, Konya, Eskişehir Ve Sivas Buğday Siloları
(1934)
28. Paşabahçe Şişe Ve Cam Fabrikası (1935 – Tamamlandı)
29. Kayseri Bez Fabrikası (1934 Temel Atma)
30. Nazilli Basma Fabrikası (1935- Temel Atma)
31. Bursa Merinos Fabrikası (1935 Temel Atma)
32. Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 Temel Atma)
33. Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935)
34. Ankara Çubuk Barajı (1936)
35. Zonguldak Taş Kömür Fabrikası (1935)
36. Barut, Tüfek Ve Top Fabrikası (1936)
37. Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936- İlk Türk Uçağı
Nud-36 Üretildi)
38. Malatya Sigara Fabrikası (1936)
39. Bitlis Sigara Fabrikası (1936)
40. Malatya Bez Fabrikası (1937 Temel Atma- Bu Fabrika
Hariç Bütün Bez ve Dokuma Fabrikaları Atatürk‘ün Sağlığında
Açılmıştır.)
41. İzmit Kağıt Ve Karton Fabrikası (1934- Temel Atma)
42. Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937- Temel Atma)
43. Divriği Demir Ocakları (1938)
44. İzmir Klor Fabrikası (1938- Temel Atma)
45. Sivas Çimento Fabrikası (1938-Temel Atma)
Açtığı fabrikalar, ölümünden hemen sonra
açık pazara yönelen, yerli ve millî düşünüşü rafa kaldıran iktidarlar tarafından, yavaş yavaş kapatıldı, kapattırıldı... Yabancılara satılanlar ise çürümeye terk edildi… İnönü,
Korutürk, Menderes, Demirel, Özal ve son olarak da Erdoğan Döneminde
özelleştirme adı altında bütün çalışan kurum ve işletmeler satılarak, halk, eriyen Türk Lirasının alım gücünün zayıflaması sonucu fakir düştü… Toprakları,
arazileri, sahilleri, emlakları satışa çıkarılıp haraç mezat satıldı… Enflasyon
yukarı çıktı. Ekonomi felç oldu. İlim değersizleşti. Okumamışlar rağbet
görmeğe, Şeyh, Şıh, Tarikat Cemaat İhvani grupların sözü ve tavsiyesi rağbet buldu. Böylece akıl ve mantık rafa kaldırıldı. Akla, mantığa, bilime dayanmayan
hurafe, sapkınlık, Allah ile, din ile halkın korkutulup aldatılması,
Örneklerin: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz Ali'den alıntılar ve hikâler anlatılırken, idare edenlerin basına yansıyan gerçek yaşantılarının lüks, şatafat, gösteriş ve milyarlık servetler içinde olması haklı olarak halkta güven kaybına sebep oldu. Mevcut idareciler döneminde "Allah ile Aldatma", Ümmetçiler tarafından kandırılma, rüşvet, iltimas, adam
kayırma tavan yaptı… Osmanlının son Dönem Politikasına geri dönüldü.
"Devlet i Ali Osmaniye'de;
Terfi i temayüz, ilim irfan ile olmaz!
Ya olacak kuvvetli iltimas...
Ya olacak madeni has...
Ya da olacak, ten ile temas..." denilecek duruma gelindi. Başka türlü terfi etmek, makam ve mevki sahibi olmak mümkün gözükmemekteydi...
Şair Fuzûlî de kendisine Padişah tarafından bağlanmış maaşını almak için gittiği Evkafta bir çok olumsuzlukla karşılaşır. Zamanın memurları için Padişah'a yazdığı "Şikâyetnâme"sinde:
"Selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar, Hükmü (Fermanı) gösterdim faydasızdır, diye iltifat etmediler..." diyerek Osmanlının en parlak (Kanûnî Sultan Süleyman Dönemini) padişaha şikâyet ediyordu.
Atatürk’ün
kurduğu Cumhuriyete düşman olanlar, televizyon ve basında boy göstermeğe
başladılar… "Türkiye" adı, "Millî Marş", "Bayrak" tartışmaya açıldı. Halbuki Atatürk:
“"Ey
yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu
yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz!” diyordu!.. Onuncu Yıl Marşı’nda:
“Çıktık açık alınla, on yılda her
savaştan;
On yılda, on beş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın, saydığı başkumandan,
Demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan.
Türk'üz: Cumhuriyet'in
göğsümüz tunç siperi;
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!”
Atatürk sonrasında iktidara sahip olan Devlet
Bürokrasisi ve Aydınları dahil, el birliği ile Atatürk’ün izlediği yolu, tersine döndürdüler.
Memleketi Osmanlı Döneminin "Kapitülasyonlar Dönemi", Açık Pazar Sömürüsüne, yabancı hegemonyasına açık hale getirdiler. İlk defa Fatih
Sultan Mehmet Döneminde Venediklilere tanınan bu ayrıcalık, Osmanlının son
dönemlerinde Kapitülasyonlarla çığırından çıktı. Dün İnönü, Menderes,
Demirel, Özal bugün de Recep Tayyip ERDOĞAN döneminde dizginden boşanmış çılgın
atlar gibi Osmanlının son dönemine dolu dizgin gelinmiştir...
Atatürk’ün: “Yurtta barış, dünyada barış”,
barış ve kardeşlik yolunda ilerlemenin yolunu açan; millî, yerli, çağdaş,
gelişmeci ve bağımsızlıkçı politikası, rafa kaldırıldı… Ülke Islahatçı
Padişahların çaresiz dönemlerine geri götürüldü. Türkiye, Osmanlının “Duyun
u Umumiye, Kapitülasyonlar ve Islâhat”a mecbur edilen, açık pazar, sömürü
düzenine geriledi... Üretim durdu, tarım bitti, fabrikalar, işleyen ve çalışan
kurumların tamamına yakın satıldı.
Atatürk’ün Ekonomi, Sanayi, Tarım, Sosyal
alanlardaki inkılapçı, ilerlemeci, yenilikçi atılım ve fikirleri Batıyı aynen
almaya ve taklide dönüştürüldü…
Atatürk’ün fikirlerinden, eylemlerinden,
ilerici hamle ve girişimleri değil yüzeysel heykelleri, büstleri ön plana
çıkarıldı. Atatürk tabu haline getirildi. Türk Halkı, yerlilikten ve
millîlikten tamamen koparıldı. Büstlerine suikastlar yapıldı. Posterleri baş
aşağı çevrildi, bayramları gönülsüz kutlanır hale geldi!..
Bugünün İhvancı ve Ümmetçiler ülkeyi,
topraklarını, sahillerini ve insanlarını yalnızlaştırdılar. Yerli ve Millîlikten
arındırmak için Türk Vatanını “Göçmen İstilasına” açık hale
getirdiler.
Ne ülkücüler ne de solcular, bu duruma dur
deme cesaretini gösterip başarılı olamadılar. Arada birkaç sert sesler çıkmış olsa
da bunlar da yavan ve cılız kaldı. Atatürk İnkılaplarının içi boşaltıldı.
Cumhuriyetin kazanımları alt üst edildi. İktidara destek çıkan yandaşlar da: İran, Afganistan Taliban Yönetimine özenerek “Halifelik
Gelsin!”, “Şeriat İsterik” çığlıklarına sessiz kaldı. Dönek sağcı ve
solcular da bu çığlıklara, “globalleşme, küreselleşme, tek dünya düzeni”
girdabına kapılarak millîlikten uzaklaşıldı. Atatürk’e ve inkılâplarına düşman
olundu. Algı operasyonları yapıldı. Muhafazakâr öfkesi ve şiddeti körüklendi.
İnkılapçı ilerlemeci, Atatürkçü, Çağdaş
Üniversitelerin kadroları Süleymancı, Nakşibendici, Menzilci, Işık, Nur, İsmail
Ağa, Cübbeli Ahmet Hoca, Tarikat, Cemaat, Şeyh, Şıh ve benzeri önderlerinin tavsiye ve yönlendirmeleriyle
değiştirildi. Yönetim ve Devlet Kadrolarını Cemaat üyelerinin ele geçirmesine, muhalefetçe de
ciddî bir yaptırım yapılmayarak bu makam ve mevkileri ihvancı ve tarikatçıların
ele geçirilmesine fırsat verildi.
Atatürk: “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir.
Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyor ve hissediyorsanız bu
kafidir.” Demişti; fakat
Atatürk hiçbir zaman ne sağ ne de sol aydınlarca da tam olarak
anlaşılamamıştır. Bu durumun, ülkenin
istikametin değiştirilmek istenmesindeki rolü çok büyük olmuştur!.. Bu sebeple
Atatürk’e yapılan hakaretlere tepkiler sert ve caydırıcı olmamış, Bilakis
sessiz ve korkak, tavır sergilenmiştir!..
Böylece, muhalifler yüreklenmiş,
kuvvetlenmiş, daha fazlasını söylemek ve yapmak için kendilerinde cesaret
bulmuşlardır!..
Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlarken, “Atatürk’ü
bir defa daha iyi anlamak, anlatmak ve fikirlerine ve Cumhuriyetine sahip çıkmak için Cumhuriyeti emanet
ettiklerine, büyük görevler düşmektedir!..”
Bu vesileyle Cumhuriyeti kuran, Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarını, sevgi ve minnet ile anıyor, huzurlarında saygıyla eğiliyorum.
KAYNAKLAR:
https://www.milligazete.com.tr/makale/7602113/adnan-oksuz/harac-mezat-satilan-fabrikalar
https://www.altayli.net/osmanli-devetinin-askeri-yapisi.html
https://tarihnotum.com/osmanli/osmanli-devleti-ne-ile-yonetiliyordu-osmanlinin-yonetim-sekli/
https://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu%27nda_Tanzimat_%C3%B6ncesi_%C4%B1slahat_hareketleri
https://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_padi%C5%9Fahlar%C4%B1_listesi