24 Nisan 2025 Perşembe

23 NİSAN “MİLLÎ EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI” KUTLU OLSUN! Abdullah Çağrı ELGÜN

        23 NİSAN “MİLLÎ EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI” KUTLU OLSUN!

Abdullah Çağrı ELGÜN

23 Nisan 1920 tarihinde Türk milletinin iradesini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Türk milletinin egemenliği bu Millî Mecliste 23 Nisan 1920 tarihinde ilan edildi. Atatürk, Cumhuriyetin ilanından dört (4) yıl sonra bugünü, 23 Nisan 1924’te Türk Milletine “BAYRAM” olarak ilan ederek kutlanmasına karar verilmiştir. Bu bayramın ilanından, tam beş (5) yıl sonra da 23 Nisan 1929'da Gazi Mustafa Kemal Atatürk,23 Nisan Günü” nü bütün milletimiz ve çocuklarımız için: “Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kutlanmasını istemiş ve böylece bu tarihten sonra da bu bayram her yıl: 23 Nisan Günü, bütün yurtta ve dış temsilciliklerde ve 1979’dan sonra da “Dünya Çocuklarıyla Birlikte” “Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kutlana gelmektedir…

1979'da, yine ilk olarak altı ülkenin katılmasıyla uluslararası boyuta taşıdığımız bu Millî Bayramımıza, ortalama olarak her yıl kırkın üzerinde ülkeden ve Türk çocuklarının misafiri olan, yabancı ülke çocukları da katılmaktadır. Atatürk, Dünya'da çocuklarına bayram hediye eden ve bu bayramı bütün dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke, Türkiye'dir.

Çocuklara armağan edilen tek Evrensel Bayram olma özelliği taşıyan 23 Nisan, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin çocuklara güveninin simgesi ve göstergesidir.

BU BAYRAMI NİÇİN 1979’DAN BERİ “DÜNYA ÇOCUKLARIYLA BİRLİKTE” KUTLUYORUZ?

UNESCO’nun 1979 yılını “Dünya Çocuk Yılı” olarak ilan etmesiyle birlikte, bu bayram dünya çocuklarıyla bir arada, büyük bir coşku ve heyecanla kutlanmaya başlanmıştır.

Dünya barışı adına, geleceğin büyükleri ve yöneticileri olan çocukların, bugün vesilesiyle, bir araya gelmeleri, çocukça bir masumiyetle birbirleriyle kucaklaşmaları, bizim için öğünç ve gurur kaynağı olmuştur.

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, gelecek nesillere, verdiği önemi şu sözleriyle ifade etmektedir:

“Küçük hanımlar, Küçük beyler!

Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz.” Sözleriyle, çocuklarımızın geleceğin umudu ve mimarı olduklarını belirtmiştir.

Çocuklarımız, kahraman milletimizin evlatları olarak, çocuklarımız, bizlerin ve ülkemizin yarınları, ışığı nuru ve geleceği, geleceğe sevinçle bakacağımız aydınlık meşalelerimizdir….

Geleceğimizi temsil eden değerli çocuklarımız, tarihlerinden alacakları güçle, milletimizin yarınlarını şekillendireceklerdir.  

Büyük Türk Milleti olarak: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 105.yılını kutlamanın büyük gurur, coşku ve sevinci içerisindeyiz.

23 Nisan Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı büyük sevinçler ve coşku içerinde kutluyor, milletimizi ve onun devamını sağlayacak gençlerimizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

TÜRK BAĞIMSIZLIĞININ, İLANI ve 23 NİSAN'IN ÖNEMİ:

Anadolu toprakları, tarih boyunca birçok önemli olaya şahitlik etmiştir. Bu olayların belki de en dikkate şayan, değerlerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atıldığı ve millî egemenliğin (29 Ekim 1923 Cumhuriyetin) ilan edildiği 23 Nisan 1920' günü ve tarihidir. Bu tarih, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinin en kritik anlarından birini işaret eder… Bu tarih, aynı zamanda, bütün dünya çocuklarının da bayramı olarak kutlanan, bir gün olmuştur.

23 Nisan 1920, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması ve Türk milletinin egemenliğinin, kayıtsız şartsız ilan etmesiyle birlikte, Türkiye ve Büyük Türk Milleti, Türkiye Devleti olmuştur!..  

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki Türk milleti, işgal altındaki vatan topraklarına karşı verdiği mücadelede, millî iradesini temsil eden bu meclisi kurarak, bağımsızlık ve özgürlük ideallerine adım atmıştır. Bu tarih, Türkiye'nin çağı yakalama, modernleşme ve demokratikleşme sürecinin de başlangıcı olarak kabul edilir.

23 Nisan 1920, sadece millî egemenliğin ilan edildiği bir gün değil, aynı zamanda tüm dünya çocuklarının bayramı olarak da kutlanır. 1929 yılında, Atatürk tarafından "Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak ilan edilen 23 Nisan, çocuklara ve gençlere verilen değerin bir göstergesidir. Atatürk, Türkiye'nin geleceğini çocuklarda görmüş ve onların sağlıklı, eğitimli ve mutlu bir şekilde büyümeleri için önderlik etmiştir. Bu sebeple, 23 Nisan günü çocuklara özel etkinlikler düzenlenir ve onların bu haklı sevinci paylaşılır. Bugün, 23 Nisan Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye'nin Bağımsızlığının, Dünya Çocuklarına Armağan Edilişi olarak anılır. Bu özel gün, Türk milletinin mücadele azmini ve kararlılığını simgeler… Bu bayram kutlanırken, her yıl 23 Nisan'da, Türkiye genelinde ve dünyanın dört bir yanından Türkiye’ye gelen çocuklarla birlikte, bayramın sevinci ve coşkusu yaşanır ve yaşatılır. Çocukların içinde yaşadığı bu zamanı unutmamaları ve güzel bir anı olarak hatırlamaları için büyük kutlamalar yapılırken, aynı zamanda Millî Egemenliğin ve Demokrasinin de önemini kavramış olurlar.

23 Nisan, Türk milletinin birlik ve beraberlik ruhunu pekiştiren, geleceğe olan umutlarımızı da diri, canlı ve her zaman taze tutmamızı sağlayan önemli bir bayramdır. Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın olduğu, bu özel günde Bağımsızlık ve Demokrasinin önemi daha hatırlayarak, Türkiye'nin aydınlık yarınlarına daha da umutla bakabilmemiz sağlanacaktır…

Türk milletinin gönlünde, onun bağımsızlığının sarsılmaz ifadesi olarak en önemli yeri temsil eden 23 Nisan Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı, her yıl yurdumuzda ve yurtdışındaki temsilciliklerimizde, bütün kurumlarımızda, okullarımızda ve her evde çeşitli etkinliklerle kutlanarak millî birliğimizin kenetlenmiş ifadesini temsil etmektedir. 

Büyük önder M. K. Atatürk'ün düşüncesinde çocuklar, milletin geleceğidir. Onlara duyduğu sarsılmaz güvenin ve büyük sevginin ifadesi olarak, millî bayramımız olan 23 Nisan’ı çocuklara armağan etmiştir.

Tarihimizin gurur dolu sayfalarının yeni nesillerce öğrenilmesi ve Türk Devleti'nin devamını emanet edeceğimiz yeni Cumhuriyet bekçilerinin bu bilinçle yetişmesi amacıyla 23 Nisanlar, önemli birer vesiledir. Milletimize ve bütün çocuklara kutlu olsun.
23 Nisan 1920'de Türkiye Millî tarihinin başlangıcını simgeleyen TBMM açılmış, böylece M.K. Atatürk'ün her zaman idealinde bulunan ve Türk milletine yakışabilecek tek yönetim biçimi olan Millî Egemenlik kabul edilmiştir.

Bu hususta Türkiye devleti, benliğini ve özgürlü­ğünü gölgeleyen karanlıktan kurtulmuş, cumhuriyetle yönetilen her günü demokrasi ışığı ile daha da güçlenerek kudretli bir ateşe dönüşmüştür. Şüphesiz, Millî gücün varlığını öngören ve gün yüzüne çıkmasına öncülük eden, aydınlık bir geleceğin ancak ve ancak Millî egemenlik ilkesiyle sağlanacağından emindir. 

M.K. Atatürk, sadece bir asker, devlet adamı ve öğretmen olarak kalmamıştır. Büyük Türk milletinin kılavuzu, inancı ve umudu olmuş ve bütün mazlum ve esir devletlerin de idolü olmuştur.

Ebedî Kahramanımızın Türkiye ve Türk milletine olan sonsuz inancının ana damarlarından biri de Türk gençliğine olan sevgisi ve saygısıdır:

“Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi, asıl ışığa boğacak olan sizsiniz! Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek, ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz.”

MİLLİ MÜCADELE ve MİLLÎ EGEMENLİK:

Cumhuriyeti 29 Ekim 1923 tarihinde ilan ettik; ama bu tarihe gelene kadar devlet yapısında ve toplumda oluşan bir birikim elbette mevcuttur.  Bu birikimin tarihsel kökenini her ne kadar Osmanlı Devleti'ne kadar indiriyor olsa da aslında somut adımların atıldığı dönem şüphesiz Millî Mücadele dönemidir. Millî Mücadele Dönemi'nde millî egemenlik kavramı olarak ortaya çıkmıştır.

Millî Mücadele’den bahsederken Mustafa Kemal Atatürk’ün de bu kavramın gelişmesine dair yürüttüğü faaliyetleri atlamak olmaz!.. Şüphe yok ki,
Türkiye’de Cumhuriyeti'nin ilan edilmesinde baş aktör Mustafa Kemal Atatürk’tür. Her şeyden evvel ve önce millî egemenlik, millî iradenin, yönetimin milletin elinde bulunduğu bir yönetim biçimidir. Yani Monarşi, tek kişinin yönetimi değildir.

Türkiye’de millî egemenlik kavramı, Millî Mücadele Dönemi'nden itibaren görülüyor, uygulanıyor olmakla birlikte, bunun tarihi 1789 Fransa İhtilâli ve Milliyetçilik kavramının oluştuğu: HAK, HUKUK, ADALET, EŞİT HÜRRİYET” kavramalarının çıktığı dönemlere uzanır. Bu kavramların gelişiminde, yerleşmesinde: Namık Kemal, Ziya GÖKALP Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Mithat…vb. gibi saymakla bitiremeyeceğimiz önderler, siyasî şahsiyetler, yazarlar, çizerler, şairler    vardır.Atatürk:

“Benim bedenimin babası Ali Rıza, duygularımın babası Namık Kemal, fikirlerim babası ise Ziya Gökalp’tir demesinin sebebi her halde bu fikir ve düşüncelerin onun kafasında derin izler bırakmasındandır…   

Mustafa Kemal, Makedonya, Selanik’te doğmuş, büyümüş ve ilk, orta öğretimini o coğrafyada tamamlamış, bir Osmanlı Türk Subayı, Türk gencidir. Makedonya, Selanik o dönem Türk ve Müslüman nüfuzu altındadır. Her ne kadar çeşitli milletlerden azınlıklar olsa da hâkim unsur Türk’tür. Bu bölgede pek çok etnik unsur, 19. Yüzyılın neredeyse tamamında, “Azınlık İsyanları” dediğimiz isyanlar meydana getirmiştir. 1789’da Fransız ihtilâli ile başlayan “Hürriyet, İstiklâl, Hak, Adalet” kavramlarının yaydığı kıvılcımlar alevlenmiş, etraf yangın yerine dönmüş, Millî Coğrafya ateşler içinde kıvranmaktadır…

Azınlıkların başlattıkları başkaldırılar, isyanlar Osmanlı içinde yabancı Ajanların ve Avusturya Macaristan, Büyük Britanya, Rusya gibi güçlü ve büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluk Coğrafyası üzerindeki emellerini ve iştahını kabartıyordu… Osmanlı Türk İmparatorluk Coğrafyasının Azınlık Eyaletlerinin kendi millî devletlerini kurma düşünceleri, bahsedilen büyük devletlerin de işine gelmiş, isyan eden bu azınlıklara her türden maddî ve manevî yardımdan geri kalmamışlardır… Bu etnik unsurların isyanları ve bu isyanlara karşı mücadele eden Osmanlı İmparatorluk Türk Subaylar veya Askerî Okulda Okuyan Öğrencileri de bu karışık ve kaos ortamından oldukça etkilenmişlerdir…

Bu Avrupaî tarzla çok modern usullerle yetiştirilen ve I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet, Hatta III. Selim Döneminden bu yana Saray içinde olan ve adına “ENDERUN MEKTEBİ” denilen bu okula TÜRK Çocukları asla alınmazken ve bu okul Devşirme Gayri Müslüm Çocukları ve Devlet, Saray ve Orduda Yönetici Bürokrat kişi yetiştirmek için kurulmuşken daha sonraları ki bu 350-400 yıl sonra bu ENDERUN AKADEMİSİ ile birlikte yeni açılan okullara, Türk çocukları da alınmağa başlandı… (Sırp. Hırvat, Rum, Yahudi… vb. gibi azınlıkların Gayri Müslüm çocuklarından zeki, sağlıklı olanlar devşirilir ve Sarayda, Orduda, Hükümet İşlerinde, Devlet Yönetiminde iş görecek, çalışacak yüksek ve alt derecedeki memurlar; durumlarına göre, yedi veya on dört yıl boyunca Saray içinde, en iyi eğitim verilerek yetiştirilirdi…)

Yedi ayrı bölümden: “Küçük, Büyük, Doğancı, Seferli, Kiler, Hazine ve Has Odasından” oluşan bu okula hiçbir şekilde yabancı seyyahlar, yabancı tarihçiler…vb. girememiştir. Bu okullar yabancıların görüşüne, girmesine, bilgi almasına ve gezmesine kapatılmıştır.

Bu okul II. Murat (1404-1451) Döneminde kurularak, Çandarlı Halil Paşa (1439’dan 1453) yılına kadar II. Murat ve oğlu II. Mehmet ‘Fatih’ (30.3.1432-3.5.1481) saltanatının ilk yıllarına kadar Osmanlı Sadrazamı olarak görev yapmış, Çandarlı Ailesinden olup ve Genç Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa’nın oğludur. İstanbul’un fethinin ardın Sadrazam Çandarlı Halil Paşa önce Sadrazamlıktan azledildi. Kısa süre sonra da idam edildi. Bundan sonra da Türk kökenli bir aileden 1800 yıllarına kadar kimse getirilmemiştir. Bu durum Devşirmeler ile Türk asıllılar arasındaki mücadelede, Devşirmelerin her daim galip geldiğinin bir delilidir…

Enderun Akademisine, Genç Sultan Fatih Mehmet Döneminde de çeşitli bölüm ilaveleri yapılarak, faaliyetini en iyi şekilde yürütüyor. Bu okulların haricinde yabancıların: “Ekâliyet Mektepleri ve Mekatibe Gayrimüslime” Gayri Müslüm Okullarında bu DEVŞİRME denilen Gayri Müslüm çocukları, Müslümanlaştırılarak, Osmanlının bürokrat kesimi olan: Saray Erkanı Vezirler, Paşalar, Hazinedarlar, Saray Katipleri, Ser Asker, Yeniçeri Ağaları olarak yetişip, İmparatorluğun kaderine hâkim oluyorlardı…

İlk, iki yüz elli, üç yüz yıl Enderun Akademisi Osmanlı İmparatorluk ülkesine, çok iyi hizmet etmiştir… Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa tarafından Hakan II. Murat’a önerilerek kurdurulan bu okullar ve bu sistem, idarenin, yönetimin zayıflamasıyla birlikte, Enderun Eğitimini de bozdu… Böylece Enderun’da yetişenler aslen gayri Müslüm çocukları olmalarına rağmen, Osmanlı Türk İmparatorluk bünyesinde Müslümanlaştırılmış ve Devletine hizmette kusur etmezken, bu sistemin de bozulmasıyla birlikte Enderunlular da aslına rücu ettiler. Bozuldular. Rüşvet, iltimas, adam kayırma, görevde yükselmelerde liyakatsizlik had safhaya ulaştı….  Sarayı ve Orduyu yönetmek için yetiştirilen bu As Takım çürümeye başlayarak, Osmanlı Türk İmparatorluğunu her yönüyle zayıflatarak yıkılmasına yol açmıştır. Bu okullar 1908’de kapatılmıştır…

Bu bozulmaya örnek olması açısından birkaç örnek verelim ki konu daha iyi anlaşılsın. Devrin en büyük şair ve düşünürlerinden Fuzûli, Padişah kendisine maaş olarak bağladığı Evkaf’taki maaşını almak için gittiğindeki durumu şöyle anlatmaktadır:

 "Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar.

Hüküm gösterdim, faidesizdür deyü mültefit bolmadılar.

Gerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler.

Dedim: Ey arkadaşlar, bu ne fi'l-i hata ve çin-ebrudur (bu ne yanlış iştir, bu ne buruşuk, asık surattır)

Dedim: - Benim maaş almamı uygun görmüşler ve bunun için elime bir tekaüt beratı vermişler ki vakıf gelirlerinden her zaman pay alam ve padişaha gönül rahatlığı ile dua kılam.

Dediler: - A miskin! Sana zulüm etmişler ve tereddüt sermayesi vermişler ki, daima faydasız mücadeleler edesin ve gide gele uğursuz yüzler görüp uygunsuz sözler işitesin.

Dedim: - Beratımın gereği niçin yerine getirilmez?”

Fuzulî böyle derken “Öşür” adı altında halktan toplanan vergilerle halkın canı öylesine yanmıştır ki Devletini idare edenlere isyan etmiştir. Bu sebeple de durumu şöyle dile getirmiştir:

“Şalvarı şaltak Osmanlı!

Eğeri kaltak Osmanlı!

Ekende yok, biçende yok!

Yiyende ortak Osmanlı!.. “

 

O devir Osmanlısında rüşvetin, iltimasın, adam kayırmanın, liyakatsizliğin fuhşun ve hırsızlığın âlâsını gösteren şu şiir bize koca bir imparatorluğun nasıl dize getirilmiş bozulmuş ve yozlaşmış olduğunu anlatmağa kafidir:

“Devlet i âli i Osmaniye’de

Terfi ve temayüz ilim ile olmaz!...

Ya olacak kuvvetli iltimas.

Ya olacak madeni has.

Ya da olacak ten ile temas…”


İmparatorluk Bünyesinde Sivil Halkın Eğitimi:

İslâmî usullerle eğitim yapan: Sıbyan Mektepleri, İdadiler, Rüştüye ve Medreseler vardı. Buralarda eğitimler yapılıyordu; ancak bu okulların Osmanlı Türk İmparatorluğu için sayıları beş parmağın sayılarını geçmiyordu… O da Payitaht çevresindeydi…

İmparatorluk içerisinde Gayri Müslüm bu takımın: Anası babası, kardeş, eş dost ve akrabaları, askere gitmezlerdi. Çoğu da vergiden muaf tutulmuştu. Bunlar Osmanlı'nın büyük şehirleri ve Sancak, Beylerbeyiklerinde bir eli balda bir eli kaymakta; kimisi banker, kimisi sarraf, altın tüccarı, kimi sanayici, kimileri de büyük tüccar oluyorlar; hatta Devletin ekonomisinin zayıf olduğu zamanlarda, Devlet bunlardan borç alarak, hazinenin boşalmış kasasını doldurmağa çalışıyordu...

Türklerin çocukları ise Yemen'de Galiçya'da, Huş'ta, Şıpka Geçidi'nde, Varna'da, Kosova'da, Niğbolu'da, Çaldıran'da Osmanlı İmparatorluk Sultanlarına zafer üzerine zafer kazandırıyorken, bunların aileri de belini büken dört (4), altı (6), sekiz (8) yıl süren askerlik vazifesini yapan çocuklarını beklemekten, iki gözü iki çeşme ağlıyorlarken, yetmiyormuş gibi kendi vatanlarında bir de açlık, yoksulluk ve hastalık ile mücade etmek durumunda kalıyorlardı... Ayrıca Saray'ı ve Devlet Yönetimini Arap ve Fars Mollalar ele geçirmişlerdi. Türkler, kendi toprakların ikinci, hatta üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görür olmuştu. Saray ve çevresinde ve dahi çoğu eyaletlerinde: "Ben Türk'üm!.." diyebilmek büyük cesaret gerektiriyordu...

Türk düşmanlığı ve Araplar'ın duyuş, düşünüş ve İslâm Anlayışı ile Osmanlının katı Mezhepçi politikaları Osmanlıyı kuran:

Şeyh Edebalilerin, Akşemseddin, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Velî, Hacı Bayram Velî, Seyit Gazi, Hoca Ahmet Yesevîler'in ... İslâm Anlayış ve Felsefesi terk edilerek:

 Ebu Suudllar, Arap ve Fars Mollaların İslâm anlayışına teslim olan Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi, parça parça bölünerek batırılmıştır.

Şimdi sıra Atatürk Türkiye’sindedir. Atatürk’ün düşünce ve çizgisinden uzaklaşan Türkiye, 2023 Şeyhülislâmlık, Halifelik hedefine Ebusuud Mollalarının hizmetine koşmaya zorlanıyor... 

"Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,

Hiç ibret alınsaydı tarih, tekerrür mü ederdi? M.Âkif" 

Yüz yıl önce, tamamen bitmiş ve çürümüş bir sistemden kurtulmak için verilmiş, 300 yıla yakın mücadele, sanki hiç yaşanmamış gibi yeniden eskiye dönüş özleniyor…

Hıristiyanlığın ve yabancı ajanların cirit attığı "Şeyh, Şıh, Tarikat, Cemaat" ...vb. Hıristiyanlığın ileri karakolları, MOSSAD, CİA, KGB, …vb. içine sızmış ve iş başında, faaliyette geçmiştir.

Pîr Türkistan, Hoca Ahmet Yesevi'ye sorulan bir soru üzerine der ki:

“Din bir seçimdir; ama Türklük kaderdir!”

İşte Türk'ün kaderi, Mustafa Kemal Atatürk ile değişmiştir... Onun ilke ve inkılâplarından ayrılmayarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini ilelebet ve payidar olarak yaşatmak her Türk vatandaşının boynunun borcudur!...

Bu vesileyle Türk’ün İslâm anlayışı: Örfü, adetleri, gelenekleri, giyim tarzı, zevkleri ve hayata bakış tarzı da değişerek Araplaşmıştır…

Günümüz Türkiyesi’nde İslâm’ı Dinini siyasette kullananlar, Allah ve Kuran ile aldatanlar, Dinî ve İlmî siyaseti kullanarak siyasî islâm anlayışıyla Atatürk sonrasında, tekraren (Said i Nursi’yi) arkalarına aldılar. Tarikat ve Cemaatler imtiyaz sağlamağa ve İmam Hatipleri arka bahçeleri gibi kullanmak istediler.

Menderes ile birlikte başlatılan bu uygulama, yavaş yavaş hayata geçirilir.

Demirel'in İmam Hatip Liselerini gereğinden fazla çoğaltması; 

Özal’ın Tarikat, Cemaat ve Aşiret Liderlerine mecliste iftar vermesi ile başlayan "Siyasî İslâmlaşma" ve Fransızca yazdırdığı ve Fransa’da basılan Türklüğü inkâr ile Türk kültürünü Yunan Kültürü ve Türkiye’nin Türklük ile bir alakasının kalmadığını anlatan kitabı ve sonrasındaki Hükümetler ile devam eden bu politikalar ülkeyi homojen bir toplum haline getirmekti... 

Siyasî İslâm, Fetthullah Gülen, Recep Tayyip Erdoğan birlikteliğinde yirmi yıl boyunca TÜRK ve Türklüğü silme, “Bana Türklük ile de gelmeyin!..”, “Bundan sonra Türk ve Türkiye adlarını kullanamayacaksınız!..” diyerek Büyük Türk Ulusunu Arap'a dönüştürme çabası en üst seviyeye ulaşır… 

 Bu durumun vahametin en güzel Şair Nesimi bir şiirinde şöyle anlakmaktadır:

“Mesihi, gökten insen, sana yer yok!..

            Yürü, var gel: Ya Arap'tan ya Acem'den!..”diyecek kadar hayattan bıktırılmıştı.

III. Selim ve II. Mahmut Dönemlerinde ülkede yenileşmeyi başlatıncaya kadar Türklerden Sarayı, Orduyu, devlet işlerini yönetecek, adam yetiştirilmemiştir. Türk Halkı bilgisiz ve cahil bırakılmış “Enderun Akademisinde” yetişenler ise ülke kaderine hâkim olmuşlardır…

Son Dönem Padişahları Osmanlı İmparatorluk Türkiye’sindeki bu çıkmazı ve geri kalmışlığı tersine çevirmeye çalışmışlardır:

3. Selim (7.4.1789-29.5.1807); 

2. Mahmut (28.7.1808-1.7.1839); 

Abdülmecit 1.7.1839-25.6.1861); 

Abdülaziz (25.6.1861-30.5.1878); 

2. Abdülhamit (31.8.1876-27.4.1909); 

5. Mehmet Reşat (27.4.1909-3 7.1918); 

6. Mehmet Vahdeddin (4.7.1918- 110.1922); 

2. Abdülmecit (18.11.1922-3.3.1924; Son Osmanlı Padişahı ve Halifesi, TBMM’si tarafından 18 Kasım 1922 yılında Halife seçildi. Yirmi beş (25) karısı, kırk üç (43) çocuğu vardı. Yirmi bir sene on bir ay yirmi beş gün tahtta kaldı.

İşte 3. Selim’den başlayarak Son Padişah 6. Mehmet Vahdeddin’e kadar Osmanlı Türk Ülkesi de Batıya açılmış, Batıdan getirilen hocalar ve Batıya (Avrupa’ya gönderilen Öğrenciler ve Şehzadeler ile Avrupa’nın yenilikleri, teknolojisi, Avrupaî düşünce artık tam olarak benimsenmiş durumdaydı…)

Bu Dönemlerde, Avrupa Fikiri ve Düşüncesi ile Yetişmiş, Yenilikçiler:

Ahmet Vefik Paşa, Ziya Paşa, Ali Paşa, Mithat Paşa; Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal, Tevfik Fikret, Hüseyin Rahmi; gibi kültür Adamları ve Enver, Talat, Cemal Mustafa Kemal Paşa gibi birçok aydın Asker de yetiştirmişti…

I. Dünya Savaşı ile Osmanlı da yenilmiş devletler safında yer aldığında ülkenin bütün toprakları işgale uğradı, Yabancı ordular ülkenin bütün haremine el uzattılar. Bütün gelir kaynaklarına vergilerine, işleyen her varlığına ve servetine oturdular.   İşte yine Osmanlı Döneminin yetiştirdiği Türkçü Turancı hatta Kızıl elmacı bu aydınlar memleketin bu namus talihini kurtarmak için el ele, gönül gönülle, baş başa vererek Kuvayı ı Maliye’yi kurup kurtuluş Savaş başlattılar.

Ankara’da TBMM adı ile bir Hükümet kuruldu. Ankara Hükümeti, İstanbul’da var olan ve İngilizlerin Padişaha Kurdurttuğu bu hükümeti tanımadı. Reddetti…

İngiliz İşgal Kuvvetlerinin Padişah 6. Mehmet Vahdeddin’e kurdurulan bu hükümet, İşgal Devletlerinin hazırladığı vatanı parça parça bölen bu anlaşmaya imza attılar. Serv Anlaşmasını İmzaladılar. Ankara Hükümleti, İstanbul Hükümeti’nin imzaladığı Sevr Anlaşması’nın kararlarını tanımadı.

Ankara Hükümeti bazı kararlar aldı. Bu kararları da seri bir şekilde uygulamaya koydu… Son Padişah 6. Mehmet Vahdeddin 1 Kasım 1922’de TBMM’sinin aldığı kararla, saltanat makamını, Hilâfet Makamından ayırdı. Sultan 6. Mehmet Vahdeddin: “Saltanatız bir Hilâfet makamını kabul etmeyeceğini…”  söyledi. Bunun üzerine Abdülmecit Ankara Hükümete ve TBMM tarafından Halife seçildi.

Enderun Akademisi 16.y.y.’ın sonlarından başlayıp sistem ile birlikte bozulmaya başladı… Bu bozulma 1908’de bu okulun kapatılmasına kadar sürdü.

III. Selim, II. Mahmut ile başlayan yenileşme ve çağa ayak uydurma hamlelerinde Yeni Türkler (Jön Türk), İttihat ve Terakki gibi oluşumlar ortaya çıktı. Bu faaliyetlerin kaynağı Makedonya ve Selanik’ti… İşte Mustafa Kemaller de bu zamanda bu eğitimler ile ortaya çıktılar. Bu Türk gençleri bulundukları Selanik’te azınlıkların isyanlarından etkilenmişlerdi…Millî egemenlik kavramlarının kendi uluslarında uygulanabileceğini hissettiler. Yani Türk milletini ve Türk milliyetçiliğini, millî devleti kurma düşünceleri, azınlıklarla birlikte, bu coğrafyada yaşayan Osmanlı Gençlerinde de baş gösterdi. Yani: “Hak, hukuk, adalet, özgürlük, Eşitlik” gibi bu kavramlar, bu fikirler, Türk Gençleri arasında etkiye tepki olarak doğdu!..  Yani imparatorluğun geri kalan coğrafyasına göre; bu coğrafyadaki Osmanlı Türk Gençleri, Osmanlı aydınları, bu düşüncelerden daha fazla ve daha erken dönemde etkilendiler; çünkü İmparatorluk için azınlıkların çıkardığı ayrılıkçı söz ve eylemlere “Dur!” diyebilmek ve İmparatorluklarını bu kaostan kurtarmak ve bu bulanık havayı dağıtmak istiyorlardı…

Tabii millî egemenlik fikrinin gelişimi açısından, Makedonya bölgesinin bir diğer avantajı, bu coğrafyaya imparatorluğun geri kalanından daha fazla miktarda basın-yayın organının giriyor olmasıdır. Yani burada çok fazla basın yayın organları dergi ve kitaba ulaşılmasındır. Bu kitaplar sayesinde, özellikle Fransız devriminin yaydığı bağımsızlık, özgürlük, hukukun üstünlüğü gibi kavramların bu coğrafyadaki Osmanlı aydınlarını, gençlerini, bu bağlamda Mustafa Kemali de etkilediğini düşünebiliriz.

Yine bu coğrafyada çok fazla azınlık problemiyle muhatap olan ve bu sorunlara eğilen yabancı kökenli subayların da bulunduğu yani İngiliz, Fransız, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna bağlı subayların bulunduğu ve bu subayların da Osmanlı devletinin iç işlerine müdahale ederek genç Osmanlı subaylarında, genç Osmanlı öğrencilerinde bir millîlik ve milliyetçilik şuurunun ve düşüncesinin uyanmasına vesile oldular… 

Burada Mustafa Kemal'de bir milliyetçilik ve millî devlet kurma düşüncesi, millî egemenlik düşüncesi belirmiştir. Millî egemenlik düşüncesinin hayata geçmesi noktasında, Mustafa Kemal'in Samsun’a çıkışı çok önemlidir.

Bakın kendisi hemen hemen hepimizin okuduğu Nutuk adlı eserinde, Samsun’a çıktığı dönemi gözler önüne serer. Ülke içerisinde işgaller karşısında verilmiş kurtuluş çarelerini şu başlıkta özetler:

“Osmanlıcılık (Osmanlının bütün Eyaletlerini Yeniden Bir arada tutabilme)

İslâm Birliği (Sadece İslâm Ülkeleri ile birlikte İmparatorluğu kurtarmak.)

Türkçülük ve Turancılık (Sadece Türk olanlarla birlikte çöküşü durdurmak)

 Yardım ve Sığınma İstekleri de ayrı bir grup oluşturuyordu:

İngiliz Himayesini (Mandası) Kabul Etmek.

Amerikan Himayesini (Mandası) Kabul Etmek.

Bölgesel Kurtuluş Yollarına Yönelmek.”  Olarak belirmektedir.

Altta sıralanan Mandacılıktan ilk ikisini kabul edecek olan bir milletin, çaresizliği, basitliği ve beceriksizliği ile şimdiden yenilgiyi kabul etmiş olacağını ve bunun asla gerçekleşmeyeceğini ve asla düşünülmemesi gerektiğini söyler.

Üçüncü kurtuluş yolunun ise milletin topyekûn kurtulması için geçerli bir yöntem olamayacağından bahseder. Kendisinin ise Türk milletine layık gördüğü kurtuluş yolu şudur:

“Hâkimiyet-i Millîye müstenit bağımsız bir Türk devleti kurmaktır.”  

1.“Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir!”

2.“İstanbul hükümeti üzerine düşen sorumluluğu yerine        

getirememektedir; bu durum Türk Milletini yok saymaktadır.”

3.“Milletin geleceğini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!”

Bütün bu söylemler, Amasya Genelgesine Mustafa Kemal’in neler yapmak istediğini ortaya koyuyor. “Anadolu’da bir hareket başlatmak… “Kuvayı Milliye Hareketi”.dir

Mustafa Kemal ve arkadaşları ve Türk ulusunu kurtarmak için halkın içine Anadolu’ya gidiyor. Kurtuluşu halkın kendi iradesinde, kendi azim ve kararlığında görüyor…  Bunun daha da ilerlemesi, bu düşüncenin zenginleşmesi için Erzurum Kongresi'nde kararlar almışlardır. Erzurum Kongresi'nin 4. Maddesi. Millî Mücadele Döneminde Millî Egemenlik Anlayışı çok açıktır:

“Millî güçleri etken, millî iradeyi egemen kılmak esastır.” Bu maddeye çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bu madde bizim Millî Mücadelemizi, dünyadaki diğer bağımsızlık savaşlarından farklı kılan bir maddedir.

Nedir bizim Millî mücadelemizi, dünyadaki diğer bağımsızlık savaşlarından farklı kılan? Hem içeriye hem de uluslararası güçlere karşı, bir mücadele vermiş olmamızdır. Yani biz, içeride Monarşiye Karşı (Padişah ve İngilizlerin Esir aldığı ve İngilizlerin kontrolünde ve kendi tayin ettikleri Başbakan ve Hükümet ve Padişah ile bir mücadele vermek zorunda kaldık!.. İşte bu mücadele Türk’ün azim ve kararlılığıyla Millî İradeyi egemen kılma mücadelesi ve uğraşı için verilen mücadeledir…

Dışarıya karşı de İşgal güçleri başta İngilizler olmak üzere: Avusturya. Anzak Orduları, İtalyanlar, Yunanlılar, Fransızlar, Ruslar ile de savaşmak ve vatanı kurtarmak zorundaydık!...  Yani “Yedi Düvel Orduları” denen bütün emperyalist güçlerine karşı da amansız, çetin ve kanlı bir mücadele verdik. Bu bizim millî bağımsızlık savaşımızdı. O da millî güçleri (Halkın Kendi Gücü, Kendi İradesi, Kendi Azim ve Kararlılığını) etken kılma mücadelesidir. Bu mücadele Erzurum Kongresi'nin 4. Maddesinde güzel bir biçimde özetlenmiştir. Millî Mücadele içerisinde Sivas Kongresi de derhal ve aynı şekilde, bu kararı kabul etmiştir. Erzurum Kongresi'nin millî egemenlik ile ilgili aldığı kararları Sivas Kongresi’nde de aynı şekilde kabul edilmiştir…  Tabii Erzurum Kongresi'ne dair, Mustafa Kemal’in kafasındaki en belirgin görüş "Cumhuriyet" düşüncesidir…

Mustafa Kemal, 3 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum’a gelir ve 7-8 Temmuz 1919 gecesi yanında arkadaşı, adeta yaveri Mazhar Müfit Bey’i çağırır ve ona şunları yazdırır:

1-Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bakın 7 Temmuz 1919 gecesi daha Millî Mücadele’nin fiili boyutu gerçekleşmeden, cepheye asker sevk edilmeden söylenmiş bir sözdür.

2-Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.
3-Örtünme kalkacaktır.

4-Fes kaldırılacak, şapka giyilecektir. Bu sırada Mazhar Müfit Bey rahatsız olur, inanamaz!..  Paşam biraz hayalcisiniz der.

Mustafa Kemal devam eder ve:

5-“Latin harfleri kabul edilecektir!” dediğinde; Mazhar Müfit Bey
dayanamaz; “Paşam kusura bakmayın çok hayalcisiniz. Ben yorgunum izninizle
odama çekileceğim.” der ve not defterini katlayıp yanından ayrılır.

Tabi yıllar birbirini kovalar büyük zafer kazanılır, bağımsız Türk Devleti millî iradeye bağlı bir biçimde kurulur. Bu yıllarda Mustafa Kemal şapkayı tanıtmıştır. Kastamonu gezisinden Ankara’ya döndüğünde, kendisini kalabalık bir halk grubu, hem de kendilerine hiçbir telkinde, hiçbir öğütte bulunmamasına rağmen Mustafa Kemal'i Kastamonu’daki şapkasıyla karşılarlar. O sırada Mazhar Müfit Bey'in yanından arabayla geçmekte olan Mustafa Kemal arabasını durdurtur ve Mazhar Müfit Bey'e şunu söyler:

“Mazhar Bey;

Şimdi not defterinize bakın kaçıncı maddedeyiz?..”  der… Yani, 1919 da Mustafa Kemal, Millî Mücadele’nin askeri yönü henüz başlamadan dahi Cumhuriyet rejimi düşüncesine sahip, genç bir Türk insanıdır. 

Sivas ve Erzurum Kongresi kararlarında çok önemli bir unsur daha vardır. Her ikisinde de ortak madde Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin açılması kararıdır. Neden Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin açılması kararı? Bu soruya az sonra döneceğiz.

Erzurum ve Sivas Kongresi'nde alınan kararlar, artık Anadolu da yeni bir
oluşumun net bir biçimde ortaya çıktığını ve İstanbul Hükümeti'nin bu oluşumu
engelleyemediğini ortaya koymaktadır. Sivas Kongresi'nden sonra Damat Ferit Paşa istifa etmek zorunda kalmış, yerine Ali Rıza Hükümeti kurulmuştur.
Bu hükümetin temsilcisi Salih Paşa ile 20-22 Ekim 1919 tarihinde Amasya’da
bir görüşme gerçekleşmiştir.

Bizzat Mustafa Kemal'in Temsilciler Kurulu Başkanı sıfatıyla başında bulunduğu bir görüşme. Orada alınan kararlardan bir tanesi de Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin açılması kararıdır. Hatta güvenlik gerekçesi ile İstanbul dışında açılması kararıdır. Salih Paşa bu konuda söz veremez, nitekim bu isteği, İstanbul'da açılması isteğini de kabul ettiremez.

 Osmanlı Mebuslar Meclisi açılır, son Osmanlı Mebuslar Meclisi 12 Ocak 1922 tarihinde açılacaktır. Son kez. Peki neden Mustafa Kemal Millî Mücadele’nin bu çok zor döneminde, bir meclise ihtiyaç duymuştur? Öyle ya, kendisi Temsilciler Kurulu Başkanı'dır ve İstanbul Hükümeti, Temsilciler Kurulu'nun da başkanlığını yaptığı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni resmen tanıma kararı almıştır.

İstanbul Hükümeti Anadolu üzerinde zaten bir hâkimiyet kuramamaktadır. Anadolu’da hâkimiyet, Mustafa Kemal’dedir. O halde neden meclis? Bakın bunun cevabını, Ankara’da Meclis çalışmalarının yoğun olduğu dönemde yaşanmış bir olaya bakarak görüyoruz. Millî Mücadelenin zor günlerinde Yunus Nadi Bey, gazeteci ve Mustafa Kemal’in yakın çalışma arkadaşlarından. Kendisine soruyor:

 “Her kerameti meclisten beklemek durumunda mıyız? Açık söyleyeyim, ben bu kanaatte değilim.” Mustafa Kemal’in verdiği cevap çok anlamlıdır. “Yunus Bey, biz öyle bir devre yetiştik ki, alınan her karar meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet ancak Millî kararlara dayanmakla mümkündür.”

Yani Mustafa Kemal Millî Mücadele döneminin tamamında, millî egemenliğe dayalı bir devlet modelini adım adım uygulamıştır.

Osmanlı Mebussan Meclisi kapatılmıştır. İstanbul’un 16 Mart 1920’deki işgalinin üç gün sonra, Mustafa Kemal 19 Mart 1920 tarihinde yurdun tamamına gönderdiği telgrafında, Ankara’da yeni bir meclisin açılacağından bahseder…O meclis hepinizin bildiği gibi millî iradeye dayalı, 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Büyük Millet Meclisi'dir; sonra bu Meclis, “Türkiye Büyük Millet Meclisi” olacaktır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin aldığı kararlar önemlidir:

1- Hükümet kurmak zorunludur.

2- Geçici olmak kaydıyla da olsa, bir hükümet başkanı tanımak ya da padişah vekili atamak, uygun değildir. Yani millî irade, artık her şeyin üzerinde olacaktır.

3-Mecliste beliren millî iradenin yurt kaderine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. TBMM’nin üstünde hiçbir güç yoktur!

4- TBMM, yasama, yürütme yetkilerini kendinde üzerinde toplar. Meclis Millî Mücadele'yi gerçekleştirir. Kurduğu düzenli orduyla, bağımsızlığı sağlar ve 1 Kasım 1922 de saltanat kaldırılır. 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyet ilan edilir.
Aslında Mecliste, Cumhuriyet rejiminin ilan edileceği zaten bilinmekte ve bu konu hararetle tartışılmaktadır. Yani bizim Cumhuriyet’imiz Millî Mücadele döneminde şekillenen ve savaş devam ederken uygulamaya geçirilen bir cumhuriyettir.