21 Mart 2015 Cumartesi

"Yedi iklim ve diğer bütün toprakların ve de kürre-i arzın mutlak sahib" olarak söz edilen varis, OSMANLIYI YAŞATAN, OSMANLININ MİRASÇISI, OSMANLI'NIN OĞLU Türkiye’dir.

    OSMANLI’dan BÜYÜK TÜRKİYE’ye
Abdullah Çağrı ELGÜN
    "Yedi iklim ve diğer bütün toprakların ve de kürre-i arzın mutlak sahib" olarak söz edilen varis, OSMANLIYI YAŞATAN, OSMANLININ MİRASÇISI, OSMANLI'NIN OĞLU  Türkiye’dir. Kültür birikimleri, köklü gelenekleri, ilmî disiblini, askerî dehâsı, tecrübe, bilgi birikimi; dindarlığıyla dünya sahnesinde hâlâ vardır. 

    Dünya insanlığını kucaklayan gençliği; örf, âdet ve gelenekleriyle, yeniden ve yine; dünyaya lider olacaktır. Bu ulvî ve mübarek vatan toprakları üzerinde yaşayan ve bütün hasletleriyle millî kültürü yaşatan; medeniyete kucak açmış, gıptayla ve imrenilerek bakılacak  insanlar Türk, LİDER ÜLKE İSE TÜRKİYE'dir. Bunun için Atatürk: "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asîl kanda mevcuttur.", "Ne mutlu Türk'üm diyene!.."(1) diyor.

     Osmanlı öyle tekâmül etmiş, öyle gelişmişti ki toprağında yaşayan her canlı, onun bilgisi dahilinde adım atardı. Komşu devlet lejyonları, prensler, çariçe, imparatoriçe ve kralları Osmanlı Türkü'nden yardım talebederdi. Bu ülke ve halkı isyandan, yağmadan, düşman işgalinden, yeryüzünden silinmekten kurtulur veya Osmanlı Türkü'nün eliyle taç giyerlerdi. Osmanlı, dünya insanlığını kucaklayan, işletmeci, vakfeden, medenî bir millet, güçlü, ihtişamlı, otoriter bir devletti. İlim, sağlık ve gelişmeye açık; insanî değerler ve saygı bakımlarından gelişmiş bir imparatorluktu. Bugün, dünyanın liderliğini üstlenmiş devletler; Osmanlının sosyal refahına erişememiş; günün insanlarına, Müslüman Osmanlı Türk’ü kadar mutluluk sunamamışlardır.

    Osmanlılık bir paye, rütbe ve mevkiidir. İnsanlar, Osmanlı olmakla şeref ve şan bulurlar. Osmanlıdan biri olmayı büyük bir övünç vesilesi,  itibar kabulederlerdi. Her yerde ve her vakit : "Osmanlıyım!.." diye grurla söylerlerdi. Bu söz onları birçok tehlikeden korurdu. Bu insanlar, Osmanlının kutsal ve aziz topraklarında hırsızlık, soygun ve terörden emin olarak mutluydular. Burası, Akdeniz ve Karadeniz'in bir Türk gölü olduğu, medeniyetler beşiğiydi. Âlemlere rehber Peygamberler'in ve dinî liderlerinin yaşayıp göçtüğü; kabirlerinin de barındığı,, en kutsal yerlerdi.

    Burası, Avrupa'dan başlayıp Asya'ya; Kuzey Buz Denizi'nden Çin Denizi'ne kadar uzanan; Güneş'in, bir vilâyetinde doğarken, başka bir vilâyetinde battığı; bir yerde denizin ve güneşin sıcaklığıyla serinlenirken; başka bir yerinde kışın amansız sert soğuklarının hüküm sürdüğü güneşi kaybolmayan ülkeydi. Ülke neredeyse yerküreyi kuşatan; heybetli, vakur görünüşüyle bütün insanlığı kucaklardı. İmparatorluk insanları, dinleri, dilleri, renkleri, ırkları, kültürleri ayrı ayrı olmakla birlikte bir gökkubbede toplanmış, uçsuz bucaksız genişlikteki GÜNEŞİN BATMADIĞI ÜLKEDE  hür olarak yaşar,  korkusuz  seyahat ederlerdi...

    Dünya kültürü Türkler'in ülkesinden Avrupa'ya taşınmıştır. 900lü yıllarda kurulan akademilerde müthiş ilerlemeler göze batmaktadır. Halbuki İngiltere'de Kraliyet Akademisi(1862), Almanya'da Keymriç(1860), Rusya'da Pötür Bir Akademileri(1800) yeni kurulluyordu. Matematikte, Avrupalı âlimler tek bilinmeyenli denklemi bilmezlerken; Türk-İslâm âlimleri üç bilinmeyenli denklemi çoktan çözmüştü.(2)

    Astronomide (1018)bin on sekiz yıldızı  keşfederek bugünkü bilim adamlarını da şaşırtacak derecedeki hesablamaları; dakika, saniye ve salise olarak yapmışlar, yerlerini belirleyerek, onlara Türkçe adlar(Büyük Ayı, Küçük Ayı, Çoban Yıldızı…vb) vermişlerdi.(3) 
    Tıbda(İbni Sinâ)(4) Fizikte(Birûnî)(5), Cebirde(El Cebir)(6) Astronomi ve Matematikte(Horazmi, Ferganî, Gıyaseddin El Koşıy, Uluğ Bey, İbn-i Irak, Kamusıy, Birunî ve İbni Sinâ)(7) , Felsefede(Al Hammer, Al Masıh)(8) gibi düşünür, Türk ve İslâm âlimleri yetiştirmişlerdi.

    Dünya İnsanlığını Kucaklayan Devlet:
    Dünya insanlarının her yerden kovdukları Yahudiler'e ve Ermeniler'e Kazakistan topraklarında; Museviler'e de Oğuzeli topraklarında Türkler bağırlarına basmışlar; yurt vererek ev bark ve toprak sahibi olmalarını sağlamışlardı. Dünya insanlığını din, dil, ırk, renk ayırımı yapmadan Allah'ın yarattığı bir kul olarak  kucaklayan ve seven; barışı, huzur ve mutluluğun simgesi olarak gören yıldız insanları,  Müslüman Türkler yetiştirmişlerdir.
Osmanlı Müslüman Türk Devleti Kuvvetli, dirayetli, adaletli, hürriyetsever, haksızlığa uğranılan bir zamanda aranılan; hasletler ve değerler konusunda imrenilen bir zirveydi. Nezaket, cömertlik, misafirperverlik,   yardımseverlik,   konusunda  hasretle yadedilen; bütün insanlığın o şemsiyenin altına girmek için, uzak ülke ve memleketlerden koşarak geldiği  ülkeler, eyaletler ve insanlar cennetiydi... 

    Osmanlı Sultanları'nının en ünlü ve güçlü kadınları, bu dünya cennetinin inci  elmas ve pırlantalarıydılar. Valide Sultanlar: Hürrem  Sultan'Rus', Kösem Sultan'Rum', Safiye Sultan'İtalyan', Nakşidil Sultan'Frasız'(9). Osmanlı Müslüman Türkü, dünyadaki bütün ırkların hepsini kaynaştırıp disibline eden; sevebilmek, anlayabilmek ve İmparatorluğun en yüksek kademesinde görevlendirebilmek saadet, mutluluk, cesaret ve bilgisine erebilmiş ve bu farklı grupları mıknatıs gibi birbirlerine yapıştırmış bir sihirli dehâydı... Dünyanın bilinen tarihinin 3/2 sinin, % 80 toprağına sahip, % 90 nufusuna söz söyleyip, söz dinleten Osmanlı Müslüman Türkü'ydü...

    Osmanlı Müslüman Türkü'nün yediyüzyıl(700) süren hükümdarlığında kölelikten hürriyete, uşaklıktan efendiliğe, sömürüden zenginlik, refah ve mutluluğa bizlerden biri olarak ulaşan milletler... Osmanlı Bayrağı'nın rüzgarında, Müslüman Türk Kültür ve medeniyetinin, zenginlik, hoşgörü, ihtişam ve debdebesiyle; korkusuz, güven içinde nice yüzyıllar bir ve beraber yaşarlarken!.. Bugün bir nankörlüğün ve ihanetin bedeli olarak; o eski, Osmanlı Eyaletleri ve o eski, Osmanlı Vilâyetleri'nde, bugün yaşayan insanların bir tavuk kadar değerleri kalmamıştır... Kendi topraklarında sömürülen, kendi topraklarında kazandıklarıyla mutlu yaşayamayan aç, açık; uşak, köle muamelesine tabii, sömürü düzeniyle sefilleşmişler ki zulm ve işkence, yeyip; kan ve gözyaşı içiyorlar...

    [Malaya, Singapur, Endonezya,  Bornu, Cibuti, Zengibar, Mozambik, Moritanya, Nijer, Kamerun, Gambiya(400yıl); Bulgaristan(545yıl); Yunanistan(400yıl); Girit(267yıl); Ege Adaları(541yıl); Arnavutluk(435yıl); Yugoslavya(539yıl); Romanya(490 yıl); Macaristan(160yıl); Çekistan(20 yıl); Slovenya(20 yıl); Polonya, Batı Rusya, Beyaz Rusya(25yıl); ve Avrupa Rusyası(291yıl); Ukrayna(308yıl); Gürcistan(400yıl); Ermenistan(20yıl); Azarbeycan(25yıl); Kıbrıs(293); Suriye, Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak(402yıl); Suidi Arabistan (399yıl); Yemen(401yıl); Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri(400yıl); Kuveyt(381yıl)](10) birer şehrimiz birer eyaletimiz olarak  Osmanlı Türk-İslâm adaletinin müsamahası, yüksek, Türk Kültürü ve medeniyeti içerisinde; Osmanlı Bayrağı'nın huzur veren gölgesinde adildiler.  

    Dilinde, dininde, örf ve âddetinde serbest; Türkler'le eşit hak ve hürriyetlere sahip; huzurlu,  mutluydular. Kuşaklar  boyu; bir kubbenin altında, ezilmeden horlanmadan, incinmeden, zengin, mutlu ve hür yaşayıp gittiler...  İşte hürriyet, hoşgörü, denge, maharet ...
    İşletmeci, Vakfeden,  Medenî Bir Millet:
    Ecdadımızın manevî kuvvet ve kıymeti kelimelerle asla ve asla anlatılamaz, taktime ve tarife sığmaz. Osmanlı Müslüman Türkü, yalnız insanlara değil; hayvanlara bile gerekli olan yardım, hayır hasenât ve bağışı  hiçbir ayırıma tabi tutmaksızın  yapar; bu yardım ölüleri ve dirileri kablardı.

    Müslüman Türk ülkesinin adı, Osmanlı vilayeti olarak kaldığı süreler, yukarıda   bahsedilen bütün Türk ülkesinde imâretler vardı ki bunlarda hangi dine mensup bulunursa bulunsun, hiç bir ayırım gözetilmeksizin bütün fakirlere ihtiyaçları nisbetinde yardım edilirdi. Bütün yolcular imârethânelerde üçgün  kalabilirler ve kaldıkları müddetçe her öğün yemekte vakıf şarları gereği birer tabak pilavla ağırlanırlardı. Bu imarethânelerde atları için büyük ahırlar bulunduktan başka, türlü türlü çeşmelerle de donatılmışlardı. Bazan bu çeşmelerin suları çok büyük masraflarla uzaklardan getirilirdi.(11)

    Şehirlerle yol boylarında bu imârethanelerden başka her tür kişi ve kuruluşa, kapıları daima açık duran Kervansaraylar ve umumî binalar vardır. Bütün Yakındoğu'da bunlardan başka hiçbir otel binası yoktur. Onun için yol boylarında rahat döşek isteyenlerin şiltelerini yanlarına almaları lazımdır. Kervansaraylarda yalnız hasır vardır; ama Türkler, Acemler  ve Ermeniler de bundan o kadar hoşlanırlar ki Hıristiyan memleketlerdeki şehirlerde bile daha rahat döşek aramazlar.

    İmparatorluğun hemen bütün şehirlerinde ve bilhassa İstanbul'da felâketzedelerin ihtiyaçlarını temin için, padişahların himmeti ve halkın elbirliğiyle kurulmuş vakıflar bulunur. Bu Vakıflarda daima, vakıf gelirlerinden ayrı olarak hergün, fukaraya sadaka dağıtmayı ve hatta borç yüzünden hapsedilmiş zavallıların imdadına koşup, bazan ihtiyaçlarını teminetmeyi ve bazan da alacaklılarına, borçlarını verip borçluları  kurtarmayı kendilerine vazife bilmeyen Müslümana, pek az tesadüf edilirdi.(12)

    Müslüman Türkler'de analarla babalar, akrabalar ve vasiler, çocuklarına örnek olup, daha en küçük yaşlarından itibaren hayır işlerine alıştırılırlar. Hayrat ve hasenât denilen ve insanı kendi şahsiyetinin kat kat üstüne yükselten fazilet, işte bu suretle teşekkül etmektedir. Bu durum şahsî menfaat, cimrilik, tamahkârlık gibi duyguları uyuşturup, güzel bir âdetin de tesiriyle hemcinsine yardım hissini uyandırdığı için, Müslümanlar'a hiç ağır gelmemekte ve onları bu sahada diğer milletlerden çok üstün bir seviyeye yükseltmektedir. Umumiyetle yakışıklı, mütenasip endamlı ve son derece temizdirler. Gıdaları bol değildir; ama sıhhıdir. Yegane içkileri sudan ibarettir. Kendi mesleklerine ait bilgileri mükemmeldir. O herşeyden evvel Müslümanlığın hususiyetleri olan, o zarif incelikle ve nâzikâne vakâra sahip oldukları için, bizim büyük şehirlerimizdeki, esnaf takımının kaba tavırları ve laubalilikleriyle, bunların kibarlıkları arasında dağlar kadar fark vardır.(13)

    En aşağı tabakadan, yüksek bir mevkiye çıkan bir Osmanlı Türk'ü bile, yeni makamının icap ettirdiği azâmet ve vekârı derhal takınıverir. Malumatı itibarıyla da selefinin seviyesinden  aşağı kalmayacağından daima emindir. Osmanlı, ister kubbeden  divana çıksın, ister divandan inip zavallının biri haline gelsin, hiçbir zaman sukûnetini kaybetmez.(14) Meşhur  Seyyah A.de ma Motraye "Voyages en Europe et Afrique" adlı  Lahaye' de basılan kitabının 258.sayfasında: "Bu memlekette, yani Anodolu ve İstanbul'da hemen hemen hiçbir cinayet vak'ası duyulmaz; eğer bir iki fevkâlâde vak'a zuhur edecek olursa, onlar da ani bir feveran neticesinde veyahut yol kesen haydutların yaramazlıklarından ibarettir."(15) diyor.

    Osmanlı, memleketinin dağlarında aç kalabilecek hayvanları düşünür, onlara sığınak yapıp, rızkını bölüp verirken, İstanbul'da GURABAYI LAKLAKAN(Leylekler Hastanesi); Kayseri, Gesi, Konya, Kastamonu İstanbul Bursa, Edirne gibi  şehirlerde de kuş evleri ve vakfiyeleri mevcuttu. 

   Kayseri'de Gevher Nesibe Hatun Tıp Fakültesi; Fas, Tunus, Cezayir'de  mühendishaneler; Mekadonya, Bosna, Yunanistan, Bulgaristan, [Eflâk, Boğdan Vilayetleri(Estonya, Letonya, Litvanya,)] Camiler, hanlar, hamamlar, yol, köprü, kervansaray, bekar evleri, sığınak kurarak, hizmeti kendisine prensip edinmişken, pisikolojisi bozulmuş zihin hastalıklarına uğrumış insanlarını da müzikle tedavi etmenin yolunu keşfetmişti.

    Güçlü, İhtişamlı, Otoriter Devlet:
     Osmanlı Padişahları fermanlarının başında :Yedi iklim ve diğer  bütün toprakların ve de kürre-i arzın mutlak sahibi"(16) sıfatını kullanırlardı. Osmanlı öylesine ihtişamlı, muhteşem gelişmiş ve tekâmül etmişti ki toprağında yaşayan her canlının ayak sesini duyar;  kıpırtısını hisseder; yağmurdan, rüzgardan ve kuşlardan haber alır; çobanın sürüleri dahi onun bilgisi dahilinde adım atardı. Osmanlı Müslüman Türkü kendisini yeryüzünde Allah'ın bir gölgesi olarak görürdü...

    Osmanlı devlet erkanı herhangi bir köylünün  Muş'un Bulanık İlçesi'nden çıkıp İstanbul'un Üsküdar Mevkiine gelip yerleştiğini bilirdi. Bunlar secere kayıtlarıyla sabittir.(Erzurum meskat-i re's(doğduğu yerden), Dadaşlar Meskûnmahalden kalkup; yediyüzbaş yoz(koyun sürüsü), beşyüz keçi, üçyüz kısrak, ikiyüz aygır, yüz irili ufaklı tay, yüz tavuk yirmi horoz, yirmibeş horanta...vb. karin ile birlikte Kayseri'de Cürcürler Mahallesi'ne gelerek yerleşti.) diyerek giriş ve çıkışları kaydedilirdi.   

    Eşkıya, soyguncu ve teröristler hiçbir yerde barınamazdı. Bunca devlet, eyalet ve şehirlerde hüküm süren Osmanlı için, bunu tesbit ve nerede yerleştiğini bulmak hem de o zamanda  oyuncak işlerdendi.   İşte güç, ihtişam ve otoriteli devlet...

    Avrupa Karalları vezirler düzeyinde ağırlanır. Ziyaretlerde  teşriflerde, kabullerde ve anlaşmalarda vezirazamlar imza korlardı. Kanûnî Sultan Süleyman devrinde Vezirazam İbrahim Paşa, Avusturya Kralı ile her yazışmasında O'na "kardeşim" diye hitabederek Avusturya Kralı'nın Osmanlının; ancak Vezirazamı ile denk olabileceğini vurguluyordu...(17)

    Fransa'da kadın ve erkeklerin birbirlerine sarılarak "DANS" denen bir oyun ettiklerini duyan Osmanlı Hakanı Kanûnî Sultan Süleyman, Fransa Kralına  Hitaben:

    "Ben ki kırksekiz (48) krallığın  Hakanı, Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım habere göre, memleketinizde dans nâmı altında, kadın-erkek birbirlerine sarılmak suretiyle, alametleinnas(herkesin gözü önünde) icrayı lağviyat(faydasız işler) işlenmekte olduğu  mesmuu şahanem olmuştur (işitmişimdir)...
İş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali muvacehesinde nağmey-i humayunum yedinizi(elinize) vusulünden(ulaşmasından) itibaren derhal  son verilmediği taktirde, bizzat orduyu humayunumla gelip men'e muktedirim." dediğinde "dans" o dakika kaldırılıyor!..  İşte güç, ihtişam ve otorite budur...

    Sene 1503 Fatih'in oğlu II.Bayazıt'ın hüküm sürdüğü yıllar...
    Venedikliler, iki Yeniçeri askerimizi esir almışlar bunlardan birini satıp diğerini de işkence ederek hapsetmişler... Venedik Sarayı'nda   Osmanlı Türkü'nün aleyhine de bir resim asılmış. Padişah, başında: "Yedi iklim ve diğer bütün toprakların ve de kürre-i arzın mutlak sahibi" sıfatını kullanarak bir nağme-i humayun gönderiyor ve diyor ki:

    "Haber aldım ki, nihayet iki askerimi esir alıp satmış ve işkence etmişsin. Bu nâğmey-i humayunumu  sana getiren Turhan Oğlu Ömer Bey'in yanındaki kulum Ali'ye, vakit geçirmeden satttığın askerimi nerede ise bulup, teslim edesin... İşkence edilene ise (150.000)yüzellibin kuruş gümüş akçe tazminat ödeyip kendisine veresin; ve de sarayında bizim aleyhimizdeki ol tasviri yerinden söküp yakasın ve küllerini bana verilmek üzere kendisine hemen teslim edesin... Yoksa bilesin ki sonu senin içun nice ve nasıl azablarla dolu olacağını tahmin edemeyeceğin bir sefer açarım ki, sefil u rezil olursun..."  

    Emir yerine getirilıp esir bulunuyor, yüzellibin gümüş tazminat ödenerek, resim sökülüp yakıldıktan sonra külleriyle beraber hepsi İstanbul'a yollanıyor.   İşte güç, ihtişam ve otorite budur...

    Preveze'de Barbaros Hayrettin Paşa: İspanya, Portekiz, Venedik ve Papa Donanmaları'nın Preveze Körfezi'nde toplandığını öğreniyor. Bu birleşik deniz kuvvetleriyle savaşmaya karar veriyor. Düşman donanması: 

       52 Parça Kadırga, ve Andredorya, yetmiş parça kadırga gemi, Venedik  Generali ve otuz parça kadırga, Papa Kaptanı ve on parça kadırga ile Rodos Hakimi... Daha gönülllü hurda gemilerle, altıyüzden fazla yelkenli. Toplam: 766 Kadırga ve çekdiri  gemi ve bir okadar gönüllü birliklerle hucum ediyor... 

    Osmanlı Müslüman Türk'ü  120 çektiri gemisiyle boğuşmaya başlıyor. Avrupa Kuvvetleri'nin büyük bir çoğunluğu, gemileriyle kaçabilenlerin haricinde onca zevatıyla birlikte, denizin derinliklerine gömülüyor. Kanunî Sultan Süleyman Han Gazileri yüzbin akçe ile ödüllendiriyor.(18) İşte, Osmanlı Müslüman Türkü’nün kuvvet ve kudreti budur...
        Kanije'de kuşatmanın uzayıp yiyecek ve erzaksız kalmaları üzerine, Tiryaki Hasan Paşa kaledeki üçbin askeriyle, (30.000)kişilik düşman çemberinin içine dalıyor. Gece karalığında korkan düşman askerlerinin tamamına yakını kılıçtan geçiriliyor... Kurtulabilenler çil yavrusu gibi  sağa sola dağılıyor...  
    İşte, Osmanlı Müslüman Türkü budur...

    Plevne'de, Gazi Osman Paşa Sırp isyanlarını bastırmakla görevli iken, kendini Tuna Vilayeti'nde Plevne Kuşatması'nın içinde buluyor. (10.000)onbin kişilik imanlı erleriyle; Osmanlı-Rus Savaşı'nın başladığı yıllarda Plevneyi Ruslar'dan geri alıyor. Rus Ordusu, takviye olarak gelen (50.000)kişilik Romen Ordusu'na rağmen soğuk kış başlangıcında Plevne önünüde çakılıp kalıyor.

    Niğbolu, Sigismund'un başını çektiği orduya: Fransa, İngiltere, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya,  İsviçre, ve Belçika katılır. Avrupa'nın en büyük Hırıstiyan orduları Yıldırım'ın düşmandan kat kat daha az 40.000 atlısı karşısında darmadağın olur, kaçacak yer ararlar. Kosova, Malazgirt, Çaldıran ve Çanakkale'de de sonuç aynıdır.  Osmanlı Müslüman Türkü işte buydu...

    Fransa Kralı'nın ölümü ve I. Fransuva'nın tahta çıkmak istemesiyle başlayan iç karışıklıkların bastırılması ve  I. Fransuva'nın tahta çıkması için annesi Osmanlı Padişahı'na bir mektup yazarak Frasuva'yı tahta çıkartmasını istiyor, bu dileği kabulediliyor. İsyanlar bastırılıp asiler cezalandırıldıktan sonra, Fransa veliahtı Fransuva, Türkler tarafından tahtına oturtulup taç giydiriliyor ve kıral ilan ediliyordu. İşte Osmanlı adaleti, işte Müslüman Türk  budur...

        Osmanlı-Rus Savaşı'nda  Baltacı Mehmet Paşa, Rus ordusunu imha edip tarihten silmek üzere tam anlamıyla kuşatıyor. Bu çemberden kurtulmaya asla imkan ve ihtimal yok. Rus komutanları ve düşünürleri Türkler'in aman dileyene el kaldırmayan güzel hasletinden yararlanıyorlar. Çariçe Katerina, çeşitli türdeki hediyelerle  Baltacı Mehmet Paşa'nın Otağı'na kadar gelip yalvarıyor. İş tatlıya bağlanarak Savaş sona erdiriliyor ve Rus Ordusu tarih sahnesinden silinmekten kurtuluyor. İşte Osmanlı Müslüman Türkü, işte hoşgörü, merhamet ve müsamaha  budur...

    İsveç Veliahtı'nın maharet, bilgi ve savaş oyunlarında bir Türk gibi yetiştirilmesi için İsveç Kralı, Osmanlıdan ricada bulunuyor, dilek kabulediliyor; Osmanlıdan giden  öğretici İsveçte  bayraklar, flamalar ve ayağının altına kırmızı rengarenk halılar döşenerek karşılanıyor, onuruna  kırkgün şenlikler düzenleniyor... İşte, sıradan bir Osmanlıya yapılan karşılama töreni bile, Osmanlının kim olduğunu anlatmaya yetiyor...

    Holanda'da çalışan bir işçi dostum anlatmıştı. “Orada, "Türk Köyü" adıyla anılan bir köy vardı. Bu köye Türk Köyü denmesinin nedenini  yerli yaşlılardan sorunca yöre yaşlıları  anlatmışlar ki: Yöre eşkıyalar yatağıymış. Her hasat mevsiminde eşkıyalar bu köyü basar; köylünün elinde neyi var neyi yok  soyup soğana çevirirlermiş. Zavallı köylüler bir kış boyu per perişan olurlarmış. Köylüler bu durumdan kurtulmak için bir çare düşünmüşler. Gidip Osmanlı eyaletlerinden bir Müslüman'a akıl sormuşlar. O da: "Oraya bir Osmanlı Bayrağı asın!.." demiş. Adam memleketine gelmiş. Denileni yapıp, köyün ortasında yüksekçe bir yere Osmanlı Bayrağı asmış ki ihtişamla dalgalanır.

    Ertesi yıl hasat mevsimi eşkıyalar köye girecekler; ama bir de ne görsünler, orada bir Osmanlı Bayrağı dalgalanıyor. Birbirlerine fısıldaşmışlar... Kellerinden korkarak oradan uzaklaşmışlar. Tabii köylüler de bu sayede rahat ve huzura kavuşmuşlar. Böylece bu köyün adı Türk Köyü olarak kalmış.(19) Ne diyelim, eşkıya bile anladıktan sonra... Bize ne demek kalır?..

    İlim, Sağlık ve Gelişmeye Değer Veren Millet:
    745-940 yılları arasında Türkistan'da yüksek bir medeniyet kuran Uygur Türkler'i Matbaayı keşvedip oynak harfler kullanarak ve bu harfleri satırlar halinde dizip kitap sayfaları hazırlayarak kağıda basıyorlardı. MATBA ilk defa Türkler tarafından kullanılmış ve bugün Almanya'nın Doğu Berlin'de orjinalleri olan sekizbin değişik eser; elli yıl önce kullandığımız kılişe tipinin benzeri ile basılmıştı.(Kaynanam Kara, Papam Kara, İkiz Kardeş Hikâyeleri...)(20)

    1478 Yılında Fatih Sultan Mehmet Han, İşkodra ve Rodos kuşatmalarında Zeytinyağı, kükürt ve balmumu karışımından yapılan tahrip gücü yüksek bir ROKET geliştirdi. Bunlar isabet ettikleri yeri yıkıyor, müdafileri ve halkı kalenin mahzenine sığınmaya mecbur ediyordu.(21)

    1580'de BÂLİBİLEN DİLİ diyerek ortaya attığı görüşle dörtbin kelimelik bir sözlük çalışması da  yapan Mehmet Muhiddin  Efendi Arap Alfabesini esas alarak, Türkçe ve Farsça'daki "ç,j,p" harflerini buna ilave ederek yeni bir dil ortaya koymuştu. Hedefi önce İslâm ülkeleri arasında ortaklaşa kullanılan bir dil oluşturmak, daha sonra da bunu dünyaya yaymak düşüncesindeydi. Esperanto Dili diyerek ortaya çıkanlar ise(Schleyer, Zamenhof) Mehmet Muhiddin Efendi'den üçyüzyıl sonra dünyaya gelmişlerdi.(22)

    1606'da Hazarfen Ahmet Çelebi taktığı kanatlarla Galata Kulesi'nden uçar. Karşı sahile yumuşak bir iniş yapar. UÇAKve paraşütün yolunu açmıştı.

    17.yy.da bizzat IV. Murat'ın huzurunda ogüne kadar duyulmamış, görülmemiş, düşünülmemiş bir deneme gerçekleştirildi. Lâgarî Hasan Çelebi adlı bilgin, bir gece vaktinde YEDİ KOLLU FİŞEK denilen garip aracını Sarayburnu'na getirmişti. Yardımcıları barut mahzenini ateşlediler ve Lâgarî Hasan Çelebi'nin bindiği araç,  ok gibi gökyüzüne fırlayark   karanlık semada kaybolup gitti. Öldü sanılan Hasan Çelebi bir süre sonra kartal kanatlarıyla yeryüzüne iniyor. Yürüyerek Saray'a varıyor ve Padişah'ın huzuruna vardığında: "Sultanım, sana İsa Aleyhiselam'dan selam getirdim." diyerek latife ediyor.(23) O dönemden JET ve UZAY araçlarının yolunu açıyordu.

    İbni Sinâ: "Onsekiz yaşından once, bütün bilim ve felsefede söz sahibiydi, Avrupa'da Avecina'dır. "G.M.Vickens.16-17 yaşında çok ünlü bir hekim oldu. İbni Sinâ (Ebu Ali Sinâ)Tıbbın  babası sayılan Türk ve İslâm âleminin en büyük bilgini , filozofu ve tıbçısı ve devlet adamı olarak (980-1037) 57 yaşında vefat etmesine rağmen  ikiyüzyirmi(220) adet eser bırakmıştır. Altıyüz yıl tıp ve eczacılık konusunda dünya ülkelerine kaynaklık etmiş, Kitabları Batı Ülkelerinde 600 yıl Modern Tıp gelişinceye kadar, ders kitabı olarak okutulmuştur.(24)

    İbni Sinâ daha o dönemde hastaları ameliyata alıyor, ağrıyan ve hasta olan organı tedavi edilmeğe çalışılıyordu. Avrupa'da ise bu hastaların içindeki cini, şeytanı çıkarmak için ya baş aşağı asılıyor, ya etrafına ateşler yakılıyor veya günlerce direklere bağlanarak kırbaçlanıyordu. Psikolojik ve ruhsal yönden de  tedavi edilen insanlar İbni Sinâ'nın elinde şifa buluyordu."Bedenle birleşmeyen ruhun bireysel varlığı yoktur. Onun tek ve kişisel oluşu bedenle birleşmesinden  ve onun bir alet olarak kullanılmasından sonradır. 

    "Ruh bedene eklenen, bedeni tamamlayan ve bedenin faaliyetini sağlayan güçler toplamıdır." diyen İbni Sinâ, KANUN adlı kitabında: 

    "Hastalık yapmayan en tehlikesiz içecek, kaynatılıp soğutulduktan sonra içilen sudur; çünkü bazı sularda CİNNÜMA "suda yaşayan, gözle görülmeyen latif cisimlerden ibaret bir yaratık, mahlûk vardır." Diyor. Görüldüğü gibi İbni Sina "MİKROP"u biliyor, tanıyor ve onu tarif ediyor. Kısaca suyu kaynatıp içerseniz, içindeki zararlı mikroplar ölür. Bunun için suyu kaynatarak ve soğutarak içmek MİKROPLARI ÖLDÜRÜR diyerek daha  ozamandan bizi ikaz ediyor. 

    İbni Sinâ yıllar önce, MİKROBU keşfetmişti. Mikrobu keşfettiğini söyleyen Avrupalı Paster ise(30 Haziran 1878)İbni Sina'dan (850-900) sekizyüzelli, dokuzyüzyıl sonra Tıp Akademisine bildiriyordu.(25) 

    İbni Sinã, Psikiyatrist olarak, REY Şehri Hükümdarı'nı MELANKOLİ; Taberistan Hükümdarı Kabus Veşmigir'in yeğenini KARASEVDA hastalığından kurtarıyor. Kadavralar üzerinde OTOPSİ yaptığını, ANATOMİK   çalışmalarda bulunduğunu söyleyerek: 

    FİZYOLOJİ, PATOLOJİ, FARMAKOLOJİ, KLINIK HEKİMLİĞİ, ANESTEZİ, LOKAL ANESTEZİ, GENEL ÇERRAHLIK, NÖROLOJİ, PSİKİYATRİ, MANİ, MELANKOLİ, HAFIZA BOZUKLUĞU, GERİ ZEKALILIK,  SİNİR, GÖZ ADELELERİ, GÖZÜN TABAKALARI, GÖZYAŞI KANALLARI, OPHTHALMAİ, KONJONKTİVİT,  NABIZ, ÜROLOJİ, İDRAR DEĞİŞMELERİ, İDRARDA KULLANILAN SONDAYI(KASTARA, KASATİR), TRAHOM(Tahlili), DOĞUM, KADIN, HASTALIKLARI, KUDUZ, ÇOCUK HASTALIKLARINI, PEDİATRİ ve PEDAGOJİ, KORUYUCU HEKİMLİK, GÖZ, KULAK, BOĞAZ, AKCİĞER, KARACİĞER HASTALIKLARI ve tedavilerinden bahseden ve ilk ortaya koyan atamız İbni Sinâ'dır. Matematikte "O"sıfırı keşfeden yine İbni Sinâ'dır. (26)

    1205'te Hakan Kılıçarslan'ınkızı Gevher Nesibe Sultan tarafından Kayseri'de  kurulan Şıfaiyye ve Tıp Okulu ilk öğrenimi teorik olarak başlatmıştır.
1453'te Doğu Roma'yı alarak  İstanbul'u fethetmiş, bir çağı kapayıp yeni bir çağı açmış, Nurlu Kumandan, kendisinden Kulların Acizi diyerek söz ediyor. İşte Müslüman Türk'ün hayatının ilkesi bu tevazusu, bu kendini diğer insanlara adama dusturu...

 Fatih, bir sosyal güvenlik teşkilatı kurdurarak devlet kesesinden değil, bizzat kendi parası, alınteri ile, vakıf çalışanlarına cebinden maaş bağlıyor. Yerlere  tükürenlerin tesbiti ve bu mikropları yok edecek memurlar, ellerinde kireç ve kömür tozuyla sokak sokak dolaşıyorlar. Kapı kapı dolaşan doktorlar hem tedavi uyguluyorlar hem de ağır hastalar var ise hastahanelere kaldırılarak tedavilerinin yapılmasını sağlıyorlar. Sonra bir kıtlık olursa yüz tüfekli avcı avlanacak; ama, hayvanların yumurtada ve yavruda olmadıkları bir zamanda ve yeteri kadar...

    Akşemseddin, "Madded'ül Hayat" adlı eserinde:"Hastalıklar, insan vucuduna giren göze görünmez  bir takım CANLI TOHUMLAR yüzünden gelir. Yine o CANLI TOHUMLARLA insandan insana bulaşır." Diyerek MİKROBU ataları gibi bilip farkeden "PATOJEN FAKTÖR" olarak tanıyan âlim ve üstad Fatih Sultan Mehmet'in Hocası İstanbul'un manevî fatihi Akşemseddin'dir. Luis Pasteur ise Akşemseddin'den dörtyüzyıl sonra yaşamıştır.(27)

    Fatih Fermanında:"Ben ki İstanbul Fatih'i kulların acizi Fatih Sultan Mehmet; bizzat alın terimle kazanmış olduğum akçalarımla satınaldığım İstanbul'un taşlık mevkiinde malûm hudut olan yüzotuzaltı(136) parça dükkanımı,  aşağıdaki şartllar doğrultusunda vakfeyliyorum. Şöyleki: Bu gayrımenkûllerimden elde edilecek gelirlerle İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerindeki kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokakalara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye, yirmişer akçe alsınlar. Ayrıca on cerrah, on doktor, üç de hasta bakıcıyı memurlukla görevlendirdim.

    Bunlar ki ayın belirli günlerinde, İstanbul'a çıkalar istisnasız her kapıyı çalarak o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifasını ya da mümkün ise hastalığını gidereler. Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin hastaneye kaldırılarak orada tedavi edileler. Allah vermesin herhangi bir kıtlık, gıda maddesi sıkıntısı olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum yüz silah, ehil kişilere verilerek vahşi hayvanlar yumurtada ve  yavruda olmadığı sıralarda dışarıya çıkıp avlanalar ki hiçbir zaman hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca vakfımda bina ve inşa ettirdiğim imarathanede şehit ve yakınlarıya İstanbul fakirleri yemek yesinler; ancak yemek yemeye veya almaya bizat kendileri gelmeyip yemekleri güneşin loş bir karanlığında(gece vakti)ve kimse görmeden  kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle...(28)

    Dillerde atasözü gibi dolaşan Kanûni Sultan Süleyman'ın da sağlık ve sıhhate "Devlet Kazanmak", "Hakan Olmak" kadar önem ve değer verdiğini görüyoruz:

 Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet, cihanda bir nefes sıhhat gibi...
"Kanûnî Sultan Süleyman" (29)

    Kurtuluş Savaşı Yıllarında Dr. Besim Ömer Paşa'nın gayretleriyle Hasta bakımı Kursları açılıyor. Bunlar, Balkan ve Çanakkele Savaşları'nda yaralı askerlerimize hizmet vermişler ve çok başarılı olmuşlardır. ÇİÇEK AŞISI İlk defa Türkler tarafından kullanılmış;  BEHÇET HASTALIĞI ise yine Türkler tarafından keşfedilerek Behçet adlı  zata istinaden  adı konmuş ve  Avrupa'ya tanıtılmıştır.

    11 Haziran 1868 yılında kurulan Türkiye Kızılay Derneği Memleketin Hemşire ihtiyacını dikkate alarak 21 Şubat 1925'te bugünkü HEMŞİRELİK OKULUNU kuruyor. Cumhuriyet'ten önceki geçirilen savaşlar neticesinde, halk fakir; köyler, ilçeler ve şehirlerimiz loş, birbirine abanmış, rutubetli, basık evleri, çöp yığınları ve sinek istilâsı içindeki dar sokakları ile  bakımsız, sağlıksız ve kasavetli bir durumdadır. Helâlar açık ve çukurlu, içme suları kontrolsüz, üstü açık; her türlü pisliğe  ve mikroba maruz durumdadır. İçme sularından geçen hastalıklar ve TİFO, BATAKLIKLAR, SAZLIKLAR ve KİRLİ SU GÖLETLERİ nedeniyle  SITMA en fazla hastalıklardandır. Halkın % 10 SITMALIdır. Ayrıca SOLUNUM YOLU HASTALIKLARI, HUMMA, VEREM, ÇİÇEK, KOLERA; AKCİĞER HASTALIKLARI ve FİRENGİ oldukça yaygındır.

    21.yy.Türkiyesi'nde Sağlık problemleri olmakla birlikte Cumhuriyet yönetiminde her alanda büyük gelişmeler sağladık. En çok başarılı olduğumuz alan da SAĞLIKTIR. Bugün Türkiye tıbda dünya ile boy ölçüşebilmektedir. Gelişmiş ülkelerde uygulanan sistemler, başarı ile tadbik edilebilmektedir. Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde Türkiye'de (45) kırbeş yaş olan ortalama ömür, bugünün Türkiyesi'nde 76'ya yükselmiştir.(30)

    Bugün, çoğu gelişmelerde olduğu gibi POZİTİF BİLİMLER ve TIBDA  çağı yakalamış ve çağın ötesine taşmaktayız.  21.yy. Lideri Türk doktoru, organ nakillerini kolaylaşkırmak amacıyla bağışıklık sistemini devre dışı bırakacak; Kanser, AIDS SİSTEMİNDE, HIV'e karşı AŞI'yı keşvedecek, yaraların iyileştirilmesini hızlandıran hücre yenilenmesinin sırrı çözülecek, KONSERVE KAN, YAPAY AKYUVARLAR, PROTEZ AKCİĞER, KAlP, DALAK, PANKREAS ve diğer organlar üretilecek.. Türkiye'de DÜNYA İÇİN ORGAN AĞI kurulacak. ALYUVAR ve AKYUVARLAR içinde dolaşabilecek insan tarafından yönlendirilen canlılar üretilecek... 

    ŞEKER  HASTALIĞI, ASTIM, KALP KIRIZİ, KANSER, AIDS, ALLZHEİMER  hastalıkları tedavi edilip, bir kısmı tarihe karışacak... Doğuştan gelen genetik bozukluklar  beden dokularından üretilecek organlarla yenilenecek; AMELİYATLARDA  NEŞTERLİ DEVİR  tarihe karışıp SİBER BIÇAK veya elle, düşünceyle ve manyetik enerjiyle(biyo enerji) tedaviler sağlanacaktır.

    Bir zamanlar isanlığın emanetini bıraktığımız liderleri, bu emaneti koruyamadılar: Şimdi, karşımızda yokolmuş bir tabiat, nükleer atıklarla dolu göl ve denizlerde  yaşama savaşı veren deniz canlıları, çöp yığınlarıyla dolu patlamaya hazır şehirler, kaybolmuş orman ve nesli yeryüzünden silinmiş binlerce canlı, savaş, kan ve de gözyaşı...

    Dünyanın her canlısından yükselen ses, yeni efendiyi yer ve göğe; deniz ve karaya  tüm kulaklara  muştulu haberlerle fısıldıyor...

    İşte artık emaneti ehlinin üstlenme zamanıdır. Ufuk sahibi, ideal sahibi bütün bir millet, el ele gönül günüle, bir ve beraber olarak, dün olduğundan daha hızlı, daha çabuk... Gece uyumadan gündüz oturmadan; ölesiye, bitesiye çalışarak... Işık hızının ötesindeki bir hızla geliyoruz... Mahsun, mazlum, kırık ve kirletilmiş dünya, yıldızlı müjdeler sana olsun...

    "Yedi iklim ve diğer bütün toprakların ve de kürre-i arzın mutlak sahibi" olarak ve bugün OSMANLI'YI YAŞATAN, OSMANLI'NIN MİRASÇISI, OSMANLI'NIN OĞLU  olan Türkiye. Kültür birikimleri, köklü gelenekleri, ilmî disiblini, askerî dehâsı, tecrübe, bilgi birikimi; dindarlığı; dünya insanlığını kucaklayan gençliği; örf, âdet ve gelenekleriyle, yeniden ve yine; dünyaya lider olacaktır. 

    Bu ulvî ve mübarek vatan toprakları üzerinde yaşayan; bütün hasletleriyle millî kültürü yaşatan; medeniyete kucak açmış, gıptayla ve imrenilerek bakılacak  insanlar Türk, LİDER Türkiye'dir. Bunun için:"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asîl kanda mevcuttur.", 
    "Ne mutlu Türk'üm diyene."     
KAYNAKLAR:
1 Nutuk Söylev ve Demeçler."Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi.
2 Uluğ Beg Akadimiyası. A.A.Abdurahmanov.Özbekistan/Taşkent.s.10
3 Uluğ Beg Akadimiyası. A.A.Abdurahmanov.Özbekistan/Taşkent.s.11
4 Eserlerinden özellikle KANUN (beş cilt, birmilyon kelime, Teşrih Fizyolojisi, Eczacılık, Tıp
Soruları, 760 ilaç çeşidi, eczacılık metodları, ) 600  yıl tıp ve eczacılık konusunda dünya
ülkelerine kaynaklık etmiş, Batı Ülkelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. MANTIK, BİLGİ
TEORİSİ, TABİAT İLİMLERİ, PSİKOLOJİ, TASAVVUF , METAFİZİK, DİN
FELSEFESİ, AHLAK, ASTRONOMİ, MATEMATİK, MUSİKî... gibi konularda eserler
yazmıştır.  Akılcılığını FARABİ'den;Tecrübeyi EBU BERK RAZİ'den almıştır.(Batı'nın
Albertus, Maknus, Saint Boneventura, Saint Thomas  , Saint Anselma gibi bilginlerini
yetiştirmiş, üzerinde derin izler bırakmıştır.)
5 Birûnî.  Uluğ Beg Akademisi.A.A.Abdurahmanov.  Özbekistan,Taşkent.s. 10
6 El Cebir. Uluğ Beg Akademisi.A.A.Abdurahmanov.  Özbekistan,Taşkent.s. 10
7 Horazmi, Ferganî, Gıyaseddin El Koşıy, Uluğ Bey, İbn-i Irak, Kamusıy: Uluğ BegAkademisi.A.A.Abdurahmanov.  Özbekistan,Taşkent.s. 10-13
8 Al Hammer, Al Masıh.  Uluğ Beg Akademisi..A.Abdurahmanov. Özbekistan, Taşkent.s.10
9 .Türkiye. 29 Ekim1999, Cuma.Kayseri
10 .Türkiye. Stop. Muammer ERKUL. 29 Ekim1999, Cuma.Kayseri
11 Garp Menbağlarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı. İskmail Hakkı DANİŞMENT-LesVoyages Dusieur Du Lorie". s.189-190 . 1654  Paris
12  Tableau Général . Mouradgea d'Ohsson'un. C.4.s.304-305
13 La Turguie Acuelle. A.Ubucini.s.342.1855. Paris-Altınoluk. Ocak.1990.s 25. Ankara
14  Henri  Mathieu.La Turguie et ses Differans Peubles.2. Baskı.C.II.s.51 Meşhur Türkdüşmanıdır.   
15 Altıoluk Ocak 1990 s.27. Ankara İbni Sina.Dr.Celâl ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Tıp.Fak.Yay.No:8
16 Türkiye."Stop." Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
 17 Türkiye."Evvel Zaman" Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
18 Tuhvet'ül Kibar..."Cihad-ı Ekber-ı Hayreddin Paşa".Katip Çelebi
19  Ömer Faik COŞKUN Yaş: 64. KAYSERİ/Kocasinan
20 Türkiye."Stop." Evvel Zaman .Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.12 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
22 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
23 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
24 İbni Sinâ Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
25 İbni Sinâ Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
26 İbni Sinâ Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
27 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.   İbni Sinâ.Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
28 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.   İbni Sinâ.Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
29  Muhibbi Divanı. Tercüman.Binbir Eserler Dizisi.Yay.No:.157
30  Kayseri Sağlık 98  Kayseri  İli Sağlık Müdürlüğü Yay.

4 Mart 2015 Çarşamba

İLERİ, ÇAĞDAŞ VE MODERN TÜRKİYE’NİN KÜLTÜR, KURUMSAL YAPI, KURULUŞ FELSEFESİ İLE MİLLİ ve MANEVİ DEĞERLERİNDE OSMANLI MİRASI (OSMANLININ TÜRKİYE’YE BIRAKTIĞI MİRAS)

TÜRKİYE’NİN BİLİM-KÜLTÜR, KURUM VE ÖZ DEĞERLERİNDE OSMANLI MİRASI
(OSMANLININ TÜRKİYE’YE BIRAKTIĞI MİRAS) (*)
                                                                                  Abdullah Çağrı ELGÜN
İlahî kelimetullah ülküsünü yeryüzünde hakim kılmak isteyen, ebedî devlet sahibi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi Müslüman Türk, Türkiye! Senin bir kıta üzerinde hükmetmen YETMEZ!..  İlâhi EMİR bir kıtaya sığmayacak kadar büyük ve kutsal bir davadır. Elliden fazla devletin varisi olduğumuz gibi; beş kıtada kurduğumuz ve büyük saadet ve şereflerle yönettiğimiz yerküresinde, sadece Osmanlı Hanlığı yirmi üç (23) milyon kilometre kare, Cengiz Hanlığı(Timuçin) kırk dört (44) milyon kilometre kare olan,  dört Atabeylik, otuz iki Beylik, on yedi Hanlık, elli üç devlet, on altı imparatorluğun ve on üç Cumhuriyet kuran bir neslin varisiyiz.
Osmanlı, son derece sağlam, köklü bir  geçmişe ve gelişmiş medeniyet mirasına sahiptir. Bizler bugün, bu mirasları kavrayabilmek, geçmişin bu kültür birikimlerini görmek ve bu değerlere sahip çıkmak durumundayız. İmparatorluk coğrafyası o kadar geniş, kültürü, kurumları, insanî değerler ve ilim, öyle ilerlemişti ki toprağında yaşayan her canlının hareketinden, Osmanlının haberi olurdu. Bir kimsenin Osmanlının bilgisi ve isteği dışında coğrafya içinde dolaşması, yerleşmesi ve hayat sürmesi mümkün değildi. 
Komşu devlet lejyonları, prens, çariçe, imparatoriçe ve kıralları, Osmanlıdan yardım talep eder; yağmalanma, katledilme, düşman işgaline uğrama ve tahtını kaybetme gibi musibetlerden kurtulur Müslüman Türk'ün eliyle taç giyerlerdi. (İsveç Veliahtı, Amerika Deniz Filosu, Fransa Kıralı I.Fransuva, Rus Çariçesi Katerina) İmparatorlık Türkiyesi, kültürü, kurumları ve değerleriyle dünya insanlığını kucaklayan, kanun koyan, işletmeci, vakfeden, medenî bir millet; güçlü, ihtişamlı, otoriter bir cihan imparatorluğu idi.
OSMANLI TÜRK KÜLTÜR MİRASI
Dünya efendiliğine soyunan ülkeler, bugün dahi, Osmanlı İmparatorluk coğrafyasının refahına,  sosyal hayatına ve düşünce anlayışına erişememiştir. Zamanımızın teknoloji ve imkanlarına rağmen, dünya insanlarına, Osmanlı İmparatorluk Türkiyesi kadar, müreffeh bir hayat sunamamıştır. Bugün dahi Kosova, Sırbistan, Arnavutluk, Makedonya, Fas, Tunus, Cezayir, Açe’deki yüzbinlerce İnsan, Osmanlı olmakla şeref duyar; ve mutlu olurlardı. Her yerde ve her vakit : "Osmanlıyım!.." diye gururla söylerlerdi.  
Osmanlı olmak, mensubu olanları bilinen ve bilinmeyen birçok tehlikelerden korurdu. İmparatorluk coğrafyası halkı, gelmiş geçmiş bütün dinlerce de kutsal topraklarında, hırsızlık, soygun ve yağmadan emin olarak mutluydular. (Kûdüs,  Hatay, İstanbul, Urfa, Gaziantep, Adıyaman, Kayseri, Konya, Kırşehir, Ankara, Suriye, Mısır, Mekke, Medine)
Osmanlı ülkesi, birkaç kıta üzerine oturmuş olan Okyanus üzerinde bulunan Bora Bora, Havai, Rotuma Adaları ve Yeni Zelanda’nın Maorileri de dahil (H.C.Tanjun,“Tunç Derililer”) Aral, Hazar, Karadeniz ve Akdeniz'in bir Türk gölü olduğu, gözlerin ve gönüllerin burada odaklandığı, medeniyetler beşiğiydi.
Osmanlı ülkesi, âlemlere rehber Peygamberlerin (Hz.İbrahim, Hz.İshak, Hz.Yakup, Hz.Yusuf  Hz.Levi, Hz.Üzeyir, Hz. Nuh, Hz.Davut, Hz.Süleyman, Hz.Eyyüp, Hz.Yusuf, Hz.Musa, Hz.Harun, Hz.Şaul, Hz.Zekeriya, Hz. Yahya, Hz.İsa(Mesih), Hz.İlyas, Hz.İsmail, Hz.Yunus, Hz.Lut, Hz.Muhammed) ve dinî liderlerinin kabirlerinin bulunduğu veya bir müddet yaşayıp barındığı, en kutsal toprakları avucunda tutuyordu.
Osmanlı ülkesi, Avrupa'dan başlayıp Asya'ya; Kuzey Buz Denizi'nden Çin Denizi'ne kadar uzanan; Güneş'in, bir vilâyetinde doğarken, başka bir vilâyetinde battığı; bir yerde, denizin ve güneşin sıcaklığıyla serinlenirken; başka bir yerinde kışın, amansız sert soğukları ve karın hüküm sürdüğü İmparatorluk Türkiye’siydi. İmparatorluk coğrafyası, bir aslanın duruşu gibi heybetli, Hz. Yusuf cazibesinde, mağrur, Atillâ’nın Kılıçı gibi keskin; ve yerküreyi kuşatan heybeti ve vakur görünüşüyle, bütün insanlığı kucaklıyordu.
Osmanlı Türk’ü, burada yaşayan insanları, dinleri, dilleri, renkleri, ırkları, kültürleri ayrı ayrı olmakla birlikte, geleceklerinden emin, elliden fazla devleti, bu gök kubbenin altında, kendi dil, kültür ve gelenekleriyle, barış ve mutluluk içinde, mesut yaşatıyordu.
Osmanlı İmparatorluk halkı, bu uçsuz bucaksız genişlikteki, GÜNEŞİN BATMADIĞI ÜLKEDE,  serbest teşebbüse saygılı, düşünce hürriyetinden kaygısız, din ve vicdan hürriyetinden emin olarak yaşar, korkusuz  seyahat ederlerdi...
Türk’ün inanç dünyasında, başkalarının canı da kendi canı gibi kutsaldır. Bu inanca göre: “Tek bir insanı öldürmek, dünyadaki bütün insanlığı öldürmek gibidir.” Bakara Suresi 136. Ayet’te :  “… Biz Allah’a ve bize indirilen Kuran’a, İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya, İsa’ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rableri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allah’a boyun eğen Müslimleriz.”  Ayeti gereği bütün peygamberleri sever ve aynı ölçüde saygı duyarlardı. Bu sebeple, Kûdüs Süleyman Tapınağı, Hıristiyan Kilisesi ve Hz. Ömer Camii yan yana durmaktaydı. İşte, Türkiye’nin kültür, kurum ve değerlerine mührünü kazıyan, Osmanlı ve mirası... 
Değerli Dinleyiciler;
Dünya kültürü Türkler’in ülkesinden Avrupa'ya taşınmıştır. Müslüman Türkler’de 900lü yıllarda kurulan akademilerde müthiş ilerlemeler görülür. Halbuki Rusya'da Pötür Bir Akademileri (1800), Almanya'da Keymriç (1860),  İngiltere'de Kıraliyet Akademisi (1862), yeni kuruluyordu.
Anadolu’da İlk Üniversite (medrese) Yozgat’ta 1000 li yıllarda açılan Şifaiye Mederesesidir.  Kayseri’de 1205 Gevher Nesibe Şifaiye Medresesi, Başka bir medrese 1331’de İznik’te Orhan Bey tarafından açılmıştı. Fas, Tunus, Cezayir'de  mühendishaneler; Mekadonya, Bosna, Yunanistan, Bulgaristan, [Eflâk, Boğdan Vilayetleri(Estonya, Letonya, Litvanya,)] Camiler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar; yol, köprü, bekar evleri, kurarak insana hizmeti Allah’a hizmet bilmişti.
Daha sonra başta Bursa, Edirne ve İstanbul…vb olmak üzere bütün Osmanlı şehirlerinde medreseler görülmektedir. Matematikte, Avrupalı âlimler, tek bilinmeyenli denklemi bilmezlerken; Türk-İslâm âlimleri üç bilinmeyenli denklemi çoktan çözmüştü.
Gökyüzü 800’lü yıllarda, Semerkant’ta kurulan rasathane ile araştırılıyordu.             Kırşehir’de 1272’de Nurettin Cibril Bin Caca Bey’in kurdurduğu, Kırşehir Rasathanesi duvarlarını ateşlenmeye hazır ve ateşlenmiş füzeler süslüyordu. İçerideki sutunlarda ise bugün hâlâ Gezegenler ve Güneş Sistemi bulunuyor. (Rahim ER, ‘Entelektüel Boyut’, Türkiye Gazetesi, 9 Mayıs 2008,Cuma)
Astronomide (1018) bin on sekiz yıldızı  keşfederek, bugünkü bilim adamlarını da şaşırtacak derecedeki hesaplamaları; dakika, saniye ve salise olarak yapmışlardı.2 Gökteki bu yıldızların yerlerini belirleyerek, onlara Türkçe adlar vermişlerdi.3  Tıbda(İbni Sinâ)4 Fizikte (Birûnî)5, Cebirde (El Cebir)6, Astronomi ve Matematikte (Horazmi, Ferganî, Gıyaseddin El Koşıy, Uluğ Bey, İbn-i Irak, Kamusıy, Birunî ve İbni Sinâ)7, Felsefede (Al Hammer, Al Masıh) 8 gibi düşünür, Türk ve İslâm âlimleri yetiştirmişlerdi.
Dünya İnsanlığını Kucaklayan Devlet:
Dünyanın her yerden kovdukları Yahudiler ve Ermeniler Ortasya’da yer bulurken; Musevilere de Oğuzeli toprakları Türkiye’de  yer verilmişti. Osmanlı, dünyanın her yerden kovduğu bu insanları bağrına basmış; ev bark vererek, toprak sahibi olmalarını sağlamışlardı.
Dünya insanlığını din, dil, ırk, renk ayırımı yapmadan Allah'ın yarattığı bir kul olarak  kucaklayan ve seven; barışı, huzur ve mutluluğun simgesi olarak gören yıldız insanları, Osmanlı yetiştirmişti.
Osmanlı Devleti, kuvvetli, dirayetli, adaletli devletti. Hürriyet sever, haksızlığa karşı, tavizsiz, değerler konusunda imrenilen; nezaket, cömertlik, misafirlik, yardımseverlik,  konusunda,  hasretle yad edilen; bütün insanlığın o şemsiyenin altına girmek için, uzak memleketlerden koşarak geldiği insanlar cennetiydi...
Osmanlı Sultanlarının ünlü ve güçlü kadınları, bu dünya cennetinin inci  elmas ve altınlarıydılar. Valide Sultanlardan: Hürrem  Sultan, Rus; Kösem Sultan, Rum; Safiye Sultan, İtalyan; Nakşidil Sultan, Fransız kökenliydi; fakat bunlar, Türk milletinin feyzi ve mensubu bulunduğu İslâm ahlâk ve fazileti içerisinde yetişerek, bütün dünyayı kucaklayan  adlarına vakıflar kuran cevher oldular.9
Osmanlı, dünyadaki bütün ırkları kaynaştırıp disipline etmişti. Halkını sevmiş,  anlamış ve İmparatorluğun en yüksek kademesinde görevlendirebilmek  saadet, mutluluk, cesaret ve bilgisine erebilmişti. Osmanlı, bunca farklı grupları mıknatıs gibi birbirlerine yapıştırmış sihirbaz hünerli bir dehâydı...
Dünyanın bilinen tarihinin 3/2 sinin, % 80 toprağına sahip, % 90 nüfusuna söz söyleyip, söz dinleten Osmanlı Müslüman Türkü'ydü... Osmanlının, yedi yüz yıl (700) süren hükümdarlığında memleketler, kölelikten hürriyete, uşaklıktan efendiliğe, sömürüden zenginlik, refah ve mutluluğa bizlerden biri olarak ulaşmışlardı...
Osmanlı Bayrağı'nın rüzgarında, Müslüman Türk Kültür ve medeniyetinin, zengin, hoşgörülü, ihtişam ve debdebesiyle; korkusuz, güven içinde, nice yüzyıllar bir ve beraber yaşadılar. Osmanlı, Türkiye’ye kültür, kurum ve değerleriyle asla ve asla tükenmeyecek bir hoşgörü mirası bırakıyordu.
Değerli Arkadaşlar¸
Hayır ve Yardımlaşma
Osmanlı Müslüman Türk’ünde yardımlaşma bir kültürdür. Karşısındakinin yüzüne gülmek sadaka vermeğe eş değerdi. İnsanlarda kusur arama, yoktu. Kusur aramakta gece gibi olunmalıydı. Kimse kimseyi asla eleştirmezdi. Karşıdakinin yanlışları kırmadan düzeltilirdi. İslâmiyet ile birleşen Türk asaleti, özellikle Osmanlılar döneminde, iffet ve hayasından dolayı fakirliğini gizleyenler, onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimselere açamayanlar için; farklı yardım etme yolları geliştirilmişti. Böylece, alanlar almaktan, veren de bir kardeşini mutlu  etmekten sevinçliydi.
“Alan el veren elden üstündür.” Sözü, bunun için söylenirdi.
Sadaka Taşları:
Her türlü takdir ve tebrike layık bu yardımlaşma vasıtalarından birisi de sadaka taşları idi. Sadaka Taşları genellikle gözden ve kalabalıklardan ırak, cami avlularında, türbe köşelerinde ve mezarlıklarda bulunurdu. Bu taşların boy ve ebatları değişik olmakla birlikte silindirik şekilde içi oyulmuş mermer sutunlar şeklinde olup bazılarının iki metreye yaklaşan boyları vardı. Bu taşllara bir iki basamak merdivenle çıkılırdı. 
Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir buralara gelerek ihtiyacı olan parayı alırdı. Kalanını da kendisi gibi ihtiyacı olana bırakırdı. Bir semtin fakirleri için  konulmuş paralara başka bir semtin fakirleri dokunmazdı. Ayrıca ihtiyaç sahipleri biriken paraların tamamını almaz sadece ihtiyacı kadar olanını alırdı.
Paranın dışında, giyim eşyası ve yiyecek de konurdu. Yardımlar daha çok geceleri bırakılır ve sabaha karşı alınırdı. Sadaka Taşları bugün ya tamamen unutulmuş veya büyük kısmı yok olmuştur. Neye yaradıkları ise çoğu kişiler tarafından bilinmemektedir. Osmanlının  bu sevgi, asalet ve fazilet taşları  kültürümüzde her zaman yaşatılmalıdır. Osmanlılar, insana saygı ve sevgi medeniyeti kurmuşlardı. Paylaşmayı ve yardımlaşmayı çeşitli kurumlarla yaygın hale getirdiler. Ahilik, Vakıflar, Doğancılar, Şahinşahlar, Külliyeler, İmaretler, Hanlar, Hamamlar, Şifahaneler, Sadaka Taşları, Oruçta Diş Kirası, Oruca Direk Vurma, İmeceler bu hasletlerimizden sadece bir kaçıdır;  ve  hepsi insan içindi.
Komşusu açken, tok yatılmazdı. Hatta aile içinde anlaşmazlıklara sebep olacak, evde kırılan bir eşyanın satın alınıp aileye verilmesi için dahi vakıflar kurulmuştu.
Hayvanlara da büyük sevgi beslerlerdi. Sokak hayvanları için barınak, kuş evleri, suluklar, sığınaklar,ve sadece, hayvanlara ait vakıflar kurulmuş ve bunlara maaşlı memurlar görevlendirilmişti. İşte Türkiye’nin kültür, kurum ve değerlerinde Osmanlı mirası... Kısacası Osmanlının Türkiye’ye bıraktığı miras budur.
Osmanlı, memleketinin dağlarında aç kalabilecek vahşi hayvanları düşünür, onlara sığınak yapıp, rızkını bölüp verirken, İstanbul'da GURABAYI LAKLAKAN(Leylekler Hastanesi) kuruyordu.
1568’deki bir Tahrir Defterindeki bilgilere göre  Çemişkezek’te tam on  yedi (17) adet yırtcı kuş yuvası vardır ve korumaya alınmıştır. 1572’de Kozan’a dair Tahrir Defterinde  yedi (7) yuva tesbit edşldiği ve bu yuvaların korunması için sorumlu ‘Kayacılar’ adı ile memurlar görevlendirildiği belirtilmektedir.Dikkat! Dikkat!.. Bir yuvaya dört,(4) yedi yuvaya yirmi sekiz(28) Kayacı tayin ediliyor. Bu Kayacıların hepsi maaşlı olup yörelerinde çok çok bilgili kimselerden oluşuyordu.
Kanuni Döneminde Sadece Adaana  Kadirli’de kırkbeş(45) kuş  yuvasına  hizmet veriliyordu.Bu kırk beş yuvanın (31) otuz biri Şahin, yedisi(7)  Atmaca, dördü küçük Doğan, üçü de Karadoğanlara aitti. Kayseri, Gesi, Konya, Kastamonu İstanbul Bursa, Edirne gibi  daha nice şehirlerde de kuş evleri ve hatta, dağlarda susuz kalmalarını önlemek amacıyla maaşla görevlendirdiği devlet memurları; ve bunlar için kurulmuş vakfiyeleri mevcuttu.
Ülkemizdeki yırtıcı kuşlar daha o yıllarda gruplara ayrılmışlardı:
ÇAYLAKLAR: Karaçaylak, Kızılçaylak, Beyazçaylaklar.
ATMACALAR: Küçük Atmaca, Büyük Atmaca ve Yozatmaca
KARTALLAR:Balık Kartalı, Deniz Kartalı, Kaya Kartalı,Şah Kartalı,Büyük Bağıran, Küçük Bağıran, Bozkır Kartalı, Cüce Kartal, Atmaca Kartal,Yılan Kartalı.
DELİCELER:Saz Delicesi, Ekin Delicesi, Bozkır Delicesi, Çayır Delicesi.
AKBABALAR: Mısır Akbabası, Sakallı Akbaba, Esmer Akbaba, Kızıl Akbaba.
DOĞANCIGİLLER:Yerli Doğan, Ulu Doğan, Bıyıklı Doğan, Kara Doğan, Delice Doğan, Güvercin Doğan, Ala Doğan, Küçük Kerkenez, Büyük Kerkenez,Yerli  Kerkenez.
Bir ata kırk çeşit isim biçen(Al At, Kır at, Doru At, Alnı Sakar, Ayağı  Sakar,  ...vb) dedelerimiz hayvanları da korumuş ve nesillerini de muhafaza etmiştir. Bu tür inanılmaz zenginliklerin de sahibi milletimizin hasletlerini kaç millette görebiliriz söyler misiniz?(Gürbüz AZAK, ‘Dürbün’, Türkiye Gazetesi, 1993) Osmanlı,  Türkiye’ye ve dünya insanlığına bıraktığı mirasların en değerlisi, işte bu kültür, kurum, değerler  toplamıydı...
Türk Akalteke Atları:
Yener YILMAZ(Yük. Ziraat Müh. Zooteknist, Aynı zamanda Yarış Atları Antröneri İngiliz Atlarının Atası Arap atları değil Türk atlarıdır diyor.(Şavaş AY, Takvim Gazetesi, ORTALIK, 25 Mayıs 2008, Pazar)  Akal Türkmenistan bölgesinde Karakum çölü ile Kopetdağ arasında kalan bir bölgedir. Teke ise Oğuz Türkleri’nin bir boyunun adıdır.Akalteke veya Türkoman veya Türkatı olarak tanınırlar. Vyana kapılarına kadar bizleri taşıyan kurtuluş savaşını yaptıran Akalteke atlarıdır. Arap atı sözü Oryantal kelimesi gibi o dönemde İtalya’nın doğusunda kalan bütün bölgelere verilen isim olmasından dolayı Arap atları denmiştir. Aslında Arap atları değil Türk atlarıdır. Atatürk’ün atının Sakarya da bir Türk atıdır.Bugün müze haline getirilen Gemlik’teki haranın nalhanesindeki belgeler de Türk atları için birer belgedir.
Avrupulılar bunu çok iyi bilirler benim de sıtaj yaptığım (Yener YILMAZ, Cumhur ÜN ‘Veteriner Hekim’ Türkolog) Güney Almanya’nın Türkheim(Türk Yurdu), Türkenfeld(Türk Tarlası) şehirlerde de bunların belgelerini bulabilirsiniz. Başkaca atçı milletlerden olan Avusturya, Macaristan, Polonya müzelerinide  bizde bulunmayan; ama bizim atlarımızla ilgili bir çok belgeler mevcuttur.İngiliz Atları diye bilinen atların atası Türk soyludur.(Üç aygırdan ikisi Türk soyundandır.)
Bu tez İngiliz Atçılığında otorite sayılan Prof.Valdimir Vitt’e aittir. 1937 senesinde yayınlanan “HorseBreeds of Cenral Asia(Orta Asya’daki At Irkları) adlı kitabında bunları kanıtlamıştır. İngiliz Atlarının yetiştirilmesine aygırlık eden at isimilerine bakıldığında bu açıklıkla görülür: Baverley Turk, Darcy Yellow Turk, Darcy White Turk, Duke Of Buckingam’s Helmsly Turk, Lister’s Turk(1675), Bunlar sadece birkaç tanesidir. 1700 lü yıllarda 700’den fazla Akalteke Atı gönderilmiştir.
Kurumlarıyla Osmanlı Türkiyesi:
Osmanlı vilayeti olan bütün ülkelerde imâretler vardı ki bunlar hangi dine mensup bulunursa bulunsun, hiç bir ayırım gözetilmeksizin bütün fakirlere ihtiyaçları nispetinde yardım edilirdi. Yolcular imârethânelerde üç gün  kalabilirler ve kaldıkları müddetçe her gün yemekle ağırlanırlardı. Bu imarethânelerde atları için büyük ahırlar bulunurdu. Bunlar, çeşmelerle de donatılmışlardı. Bazen bu çeşmelerin suları çok büyük masraflarla uzaklardan getirilirdi.11
Şehirlerle yol boylarında bu imârethanelerden başka, her tür kişi ve kuruluşa, kapıları daima açık duran Kervansaraylar ve umumî binalar vardır. Bütün Yakındoğu'da bunlardan başka hiçbir otel binası yoktur. İstanbul'da felâketzedelerin ihtiyaçlarını temin için, padişahların himmeti ve halkın elbirliğiyle kurulmuş vakıflar bulunurdu. Bu Vakıflara daima, vakıf gelirlerinden ayrı olarak her gün, fukaraya sadaka dağıtılırdı. Hatta borç yüzünden hapsedilmiş zavallıların imdadına koşulur; hapiten çıkartılırdı. Osmanlıda, doğadaki her canlının ihtiyaçlarını temin etmeyi ve borçlu insanları  borçlarından kurtarmayı, kendilerine vazife bilmeyen Müslüman’a, pek az tesadüf edilebilirdi.12    İşte, Osmanlının Türkiyeye bıraktığı  miras...
Osmanlıda, analarla babalar, akrabalar ve vasiler, çocuklarına örnek olurdu. Daha en küçük yaşlarından itibaren hayır işlerine alıştırılırlardı. Hayrat ve hasenât denilen ve insanı kendi şahsiyetinin kat kat üstüne yükselten fazilet timsaliydiler. Bu durum şahsî menfaat, cimrilik, tamahkârlık gibi duyguları uyuşturup, insana yardım hissini uyandırırdı. Osmanlı insanı bu değerler içinde yetişir ve bu değerler, Osmanlı insanını, diğer milletlerden çok üstün bir seviyeye yükseltiyordu.
Osmanlıların edep, nezaket, terbiye konusu ile yedikleri içtikleri ve kullandıkları ortamdaki   temizlik hususunda ulaştıkları seviye, hiçbir milletin seviyesiyle mukayese edilemez.   Osmanlı insanı demek, imrenilecek zarâfete, güzel giyimli, temizlik, edep ve nezaket timsali kimse demekti.
Osmanlılar, gönülden bağlı bulundukları İslâmiyet’in kin ve garazı yasaklaması sebebiyle her Cuma ve Bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları af edip barışmaya vesile etmişlerdi.
Avrupa halklarında mevcut olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları Osmanlıda yoktu. Sokaklar, gayet sakin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere tükürmezdi. Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakâr ve sükûnet içinde olurdu. İfadeleri gayet zarif ve düzgündü. Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti. Hanımlara karşı hürmet ise, umumî bir ananeydi. Anne, teyze, hala, görümce, elti, kaynana, kayınbabanın ayrı bir değeri ve saygınlığı vardı.  Bu ve benzeri hususlarla alâkalı araştırma yapan Avrupalı yazarların birçok sayısız tespit ve itirafları olmuştur.
A.Brayer : “Halkın üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asâlet ve yüzlerinin çizgilerinde, ne tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil de, ne tatlı ve ne kadar âhenklidir!”
Vigulier : “Sohbet edenlerin ifadeleri veciz ve telaffuzları pek temizdir! Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zarâfet ve sadelik vardır. Ecnebileri, en çok hayrette bırakan cihet, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftira gibi kötülükler ve edebe mugayir laubâli sözler yoktur.
Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayâl edilemeyecek bir nezaket içindedir. Diyebilirim ki, Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı adeta büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selamlığa girip çıkarken, riayet ettikleri, teşrifatın zarafeti karşısında hayran olmamak, elde değildir.”
Edmondo de Amicis de şöyle der: “Tetkik ve tespitlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nazik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakaret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur.
Halk arasında, küstahça bir bakış şöyle dursun, fazladan, kötü bir nazara bile, hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Kapı, pencere ve dükkanlardan hiçbir kadın sesi aksetmez ve kapılar asla kilitlenmez. İnsanlar kimi zaman damların üstünde yatarlar ve birbirlerinden  asla rahatsızlık duymazlar.”
İşte Osmanlı buydu. Dünyaya huzur veren yedi asırlık medeniyetin kültür değerleri bu değerlerdi. (Mehmet Oruç, Türkiye, 24.11.2001)” dağlar kadar fark vardır. 13
En aşağı tabakadan, yüksek bir mevkiye çıkan bir Osmanlı Türk'ü bile, yeni makamının icap ettirdiği azâmet ve vekârı derhal takınıverir. Osmanlı, İster kubbeden  divana çıksın, ister divandan inip zavallı biri haline gelsin, hiçbir zaman sukûnetini kaybetmezdi.14
Meşhur  Seyyah A.de ma Motraye "Voyages en Europe et Afrique" adlı  “Lahaye” de basılan kitabının 258.sayfasında : "Bu memlekette, yani Anodolu ve İstanbul'da hemen hemen hiçbir cinayet vak'ası duyulmaz; eğer bir iki fevkâlâde vak'a zuhur edecek olursa, onlar da ani bir feveran neticesinde veyahut yol kesen haydutların yaramazlıklarından ibarettir." diyor. 15
İşte, yabancı seyyahların anlattıkları ve Osmanlı halkının, Türkiye’ye bıraktığı   miras...
Değerleriyle Osmanlı Türk Kültürü Osmanlı Padişahları fermanlarının başında : “Yedi iklim ve diğer  bütün toprakların ve de kürre-i arzın mutlak sahibi" 16  sıfatını kullanırlardı. Osmanlı, öylesine ihtişamlı, muhteşem, gelişmiş ve tekâmül etmişti ki toprağında yaşayan her canlının ayak sesini duyar;  kıpırtısını hisseder; yağmurdan, rüzgardan ve kuşlardan haber alır; çobanın sürüleri dahi onun bilgisi dahilinde adım atardı. Osmanlı, kendisini yeryüzünde Allah'ın bir gölgesi  olarak görürdü...
Osmanlı devlet erkanı herhangi bir köylünün  Muş'un Bulanık İlçesi'nden çıkıp İstanbul'un Üsküdar Mevkiine gelip yerleştiğini bilirdi. Öylesine sağlam bir istikbarat ve sicil kayıtları vardı. (Doğduğu yer Erzurum, Dadaşlar meskun mahalden kalkıp; yedi yüz baş koyun sürüsü, beş yüz keçi, üç yüz kısrak, iki yüz aygır, yüz, irili ufaklı tay, yüz tavuk yirmi horoz, yirmi beş horanta...vb. ile birlikte Kayseri'de Cürcürler Mahallesi'ne gelerek yerleşti.) diyerek giriş ve çıkışları kaydedilirdi.  Eşkıya, soyguncu ve teröristler hiçbir yerde barınamazdı. Elliden fazla devlet, eyalet ve şehirlerde hüküm süren Osmanlı Türk’ü için,  bunu tespit ve yerleştiği yeri bulmak, hem de o zamanda, oyuncak işlerdendi. 
Avrupa’nın Kralları Osmanlının; ancak Vezirazamı ile denkti:
Avrupa Kralları vezirler düzeyinde ağırlanır. Ziyaretlerde  teşriflerde, kabullerde ve anlaşmalarda vezirazamlar imza korlardı. Kanunu Sultan Süleyman devrinde Vezirazam İbrahim Paşa, Avusturya Kralı ile her yazışmasında O'na, "kardeşim" diye hitap ederek Avusturya Kralı'nın, Osmanlının; ancak Vezirazamı ile denk olabileceğini vurguluyordu...17
Değerli Dostlar; Osmanlının bizzat yaşadığı birkaç tarihi belgeye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Dans: Fransa'da kadın ve erkeklerin birbirlerine sarılarak "DANS" denen bir oyun ettiklerini duyan Osmanlı Hakanı Kanûnî Sultan Süleyman, Fransa Kralına  Hitaben: "Ben ki kırksekiz krallığın  Hakanı, Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım habere göre, memleketinizde dans nâmı altında, kadın-erkek birbirlerine sarılmak suretiyle, (alametleinnas) herkesin gözü önünde (icrayı lağviyat) faydasız işler işlenmekte olduğunuzu  (mesmuu şahanem olmuştur) işitmişimdir... İş bu rezaletin, memleketime de yayılma (sirayeti) ihtimali olduğundan(muvacehesinde nağmey-i humayunum yedinizi) fermanımın elinize (vusulünden) ulaşmasından itibaren derhal  son verilmediği taktirde, bizzat orduyu humayunumla gelip kaldırmaya (men'e) muktedirim." dediğinde "dans" o dakika kaldırılıyor!.. 
II.Bayazıt: Sene 1503 Fatih'in oğlu II.Bayazıt'ın hüküm sürdüğü yıllar...Venedikliler, iki Yeniçeri askerimizi esir almışlar bunlardan birini satıp diğerini de işkence ederek hapsetmişler... Venedik Sarayı'nda  Osmanlı Türkü'nün aleyhine de bir resim asılmış. Padişah, başında:  "Yedi iklim ve diğer bütün toprakların ve de kürre-i arzın mutlak sahibi" sıfatını kullanarak bir nağme-i humayun gönderiyor ve diyor ki:  "Haber aldım ki, nihayet iki askerimi esir alıp satmış ve işkence etmişsin. Bu nâğmey-i humayunumu  sana getiren Turhan Oğlu Ömer Bey'in yanındaki kulum Ali'ye, vakit geçirmeden satttığın askerimi nerede ise bulup, teslim edesin...
İşkence edilene ise, (150.000)yüzellibin kuruş, gümüş akçe tazminat ödeyip, kendisine veresin; ve de sarayında bizim aleyhimizdeki, ol tasviri yerinden söküp yakasın; ve küllerini bana verilmek üzere; kendisine hemen teslim edesin...
Yoksa, bilesin ki sonu senin için nice ve nasıl azaplarla dolu olacağını, tahmin edemeyeceğin bir sefer açarım ki, sefil u rezil olursun..."  Emir yerine getirip esir bulunuyo. Yüzeli bin gümüş tazminat ödenerek, resim sökülüp yakıldıktan sonra külleriyle beraber hepsi İstanbul'a yollanıyor.  
Preveze'de: Barbaros Hayrettin Paşa: İspanya, Portekiz, Venedik ve Papa Donanmaları'nın Preveze Körfezi'nde toplandığını öğreniyor. Bu birleşik deniz kuvvetleriyle savaşmaya karar veriyor. Düşman donanması : 52 Parça Kadırga, ve Andredorya, yetmiş parça kadırga gemi, Venedik  Generali ve otuz parça kadırga, Papa Kaptanı ve on parça kadırga ile Rodos Hakimi... Ve gönülllü hurda gemilerle, altıyüzden fazla yelkenli. Toplam: 766 Kadırga ve çekdiri  gemi ve bir o kadar gönüllü birliklerle hücum ediyor... Osmanlı Müslüman Türk'ü, 120 çektiri gemisiyle mücadeleye başlıyor. Avrupa Kuvvetleri'nin büyük bir çoğunluğu, gemileriyle kaçabilenlerin haricinde onca zevatıyla birlikte, denizin derinliklerine gömülüyor. Zafer Kanûnî’ye ulaşıyor. Kanûnî Sultan Süleyman Han Gazileri,  yüzbin akçe ile ödüllendiriyor.18
Tiryaki Hasan Paşa: Kanije'de kuşatmanın uzayıp yiyecek ve erzaksız kalmaları üzerine, Tiryaki Hasan Paşa, kaledeki üç bin askeriyle, (30.000)kişilik düşman çemberini içine dalıyor. Gece karalığında korkan düşman askerlerinin tamamına yakını kılıçtan geçiriliyor... Kurtulabilenler çil yavrusu gibi  sağa sola dağılıyor... 
Gazi Osman Paşa: Plevne'de, Gazi Osman Paşa Sırp isyanlarını bastırmakla görevli iken, kendini Tuna Vilayeti'nde Plevne Kuşatması'nın içinde buluyor. (10.000)onbin kişilik imanlı erleriyle; Osmanlı-Rus Savaşı'nın başladığı yıllarda Plevneyi Ruslar'dan geri alıyor. Rus Ordusu, takviye olarak gelen (50.000)kişilik Romen Ordusu'na rağmen soğuk kış başlangıcında Plevne önünde çakılıp kalıyor.
Niğbolu’da, Sigismund'un başını çektiği orduya: Fransa, İngiltere, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya,  İsviçre, ve Belçika katılır. Avrupa'nın en büyük Hıristiyan orduları, Yıldırım'ın düşmandan  çok daha az 40.000 atlısı karşısında, darmadağın olur, kaçacak yer ararlar. Kosova, Malazgirt, Çaldıran ve Çanakkale'de de sonuç aynıdır.    İşte, Osmanlıdan Türkiye’ye kalan miras.
I.Fransuva Tahta Çıkıyor: Fransa’da Kralı'nın ölümü ve I. Fransuva'nın tahta çıkmak istemesiyle başlayan iç karışıklıkların bastırılması ve  I. Fransuva'nın tahta çıkması için, annesi Osmanlı Padişahı'na bir mektup yazarak, Frasuva'yı tahta çıkartmasını isitiyor. Bu dileği kabulediliyor. İsyanlar bastırılıp asiler cezalandırıldıktan sonra, Fransa veliahtı Fransuva, Türkler tarafından tahtına oturtulup taç giydiriliyor ve kıral ilan ediliyordu.  Tahttan indirip tahtla taçlandıran Osmanlı...
Rus Ordusu  ve Katerina: Osmanlı-Rus Savaşı'nda  Baltacı Mehmet Paşa, Rus ordusunu imha edip tarihten silmek üzere tam anlamıyla kuşatıyor. Bu çemberden kurtulmaya asla imkan ve ihtimal yok. Rus komutanları ve düşünürleri Türkler'in aman dileyene el kaldırmayan güzel hasletinden yararlanıyorlar. Çariçe Katerina, çeşitli türdeki hediyelerle  Baltacı Mehmet Paşa'nın Otağı'na kadar gelip yalvarıyor. İş tatlıya bağlanarak, Savaş sona erdiriliyor ve Rus Ordusu tarih sahnesinden silinmekten kurtuluyor.
İsveç Veliahtı’nın Türk Gibi Yetiştirilmesi: İsveç’te, İsveç Veliahtı'nın maharet, bilgi ve savaş oyunlarında bir Türk gibi yetiştirilmesi için İsveç Kralı, Osmanlıdan ricada bulunuyor. Dilek kabulediliyor. Osmanlı'dan giden  öğretici İsveçte  bayraklar, flamalar ve ayağının altına rengarenk halılar döşenerek karşılanıyor. Onuruna  kırkgün şenlikler düzenleniyor... İşte, sıradan bir Osmanlı'ya yapılan karşılama töreni bile, anlayan için bize, Osmanlı'nın kim olduğunu anlatmaya yetiyor...
Türk Köyleri: Holanda'da çalışan bir işçi dostum anlatmıştı. Orada "Türk Köyü" adıyla anılan bir köy varmış. Bu köye Türk Köyü denmesinin nedenini  yerli yaşlılardan sorunca anlatmışlar ki: Orası eşkıyalar yatağıymış. Her hasat mevsiminde eşkıyalar bu köyü basar; köylünün elinde neyi var neyi yok  soyup soğana çevirirlermiş. Zavallı köylüler bir kış boyu perperişan olurlarmış. Köylüler bu durumdan kurtulmak için bir çare düşünmüşler. Gidip Osmanlı eyaletlerinden bir Müslüman'a akıl sormuşlar. O da:
"Oraya bir Osmanlı Bayrağı asın!.." demiş. Adamlar memleketine gelmiş. Denileni yapıp, köyün ortasında yüksekçe bir yere, Osmanlı Bayrağı asmış ki ihtişamla dalgalanır. Ertesi yıl hasat mevsimi eşkıyalar köye girecekler; ama bir de ne görsünler, orada bir Osmanlı Bayrağı dalgalanıyor. Birbirlerine fısıldaşmışlar... Kellerinden korkarak oradan uzaklaşmışlar. Tabii köylüler de bu sayede rahat ve huzura kavuşmuşlar. Böylece bu köyün adı Türk Köyü olarak kalmış.19   Ne diyelim, eşkıya bile anladıktan sonra... Bize ne demek kalır?..   İşte Türkiye’nin  kültür kurum ve değerlerinde Osmanlının bize bıraktığı mirası budur.
İlim, Sağlık ve Gelişmeye Değer Veren Millet: 745-940 yılları arasında Türkistan'da yüksek bir medeniyet kuran Uygur Türkler'i Matbaayı keşvedip, oynak harfler kullanarak ve bu harfleri satırlar halinde dizip kitap sayfaları hazırlayarak, kağıda basıyorlardı. MATBA ilk defa Türkler tarafından kullanılmış ve bugün Almanya'nın Doğu Berlin'de orjinalleri olan sekizbin, değişik eser; bizim, elli yıl önce kullandığımız kılişe tipinin benzeri ile basılmıştı.(Kaynanam Kara, Papam Kara, İkiz Kardeş Hikâyeleri...)20
Fatih Sultan Mehmet Han: 1478 Yılında Fatih Sultan Mehmet Han’ın bizzat kendisi, İşkodra ve Rodos kuşatmalarında Zeytinyağı, kükürt ve balmumu karışımından yapılan tahrip gücü yüksek bir ROKET geliştirdi. Bunlar isabet ettikleri yeri yıkıyor, müdafileri ve halkı kalenin mahzenine sığınmaya mecbur ediyordu. 21
Mehmet Muhittin Efendi: 1580'de BÂLİBİLEN DİLİ diyerek ortaya attığı görüşle, dörtbin kelimelik bir sözlük çalışması da  yapan Mehmet Muhiddin  Efendi, Arap Alfabesini esas alarak, Türkçe ve Farsça'daki "ç,j,p" harflerini, buna ilave ederek, yeni bir dil ortaya koymuştu. Hedefi önce İslâm ülkeleri arasında ortaklaşa kullanılan bir dil oluşturmaktı.  Daha sonra da bunu dünyaya yaymak düşüncesinideydi. Avrupa’da Esperanto Dili diyerek ortaya çıkan “Schleyer, Zamenhof ”, Mehmet Muhiddin Efendi'den, üç yüz yıl sonra dünyaya gelmişlerdi. 22
Hazarfen Ahmet Çelebi: 1606'da Hazarfen Ahmet Çelebi taktığı kanatlarla Galata Kulesi'nden uçar. Karşı sahile yumuşak bir iniş yapar. UÇAK ve paraşütün yolunu açmıştı.
Lâgari Hasan Çelebi: 17.yy.da bizzat IV. Murat'ın huzurunda ogüne kadar duyulmamış,  görülmemiş, düşünülmemiş bir deneme gerçekleştirildi. Lâgarî Hasan Çelebi adlı bilgin, bir gece vaktinde YEDİ KOLLU FİŞEK denilen garip aracını Sarayburnu'na getirmişti. Yardımcıları barut mahzenini ateşlediler; ve Lâgarî Hasan Çelebi'nin bindiği araç  ok gibi gökyüzüne fırlayarak  karanlık semada kaybolup gitti. Öldü sanılan Hasan Çelebi birkaç saat sonra kartal kanatlarıyla yeryüzüne iniyor. Yürüyerek Saray'a varıyor ve Padişah'ın huzuruna vardığında: "Sultanım, sana İsa Aleyhiselam'dan selam getirdim." diyerek latife ediyor.23    O dönemden JET ve UZAY araçlarının yolunu açıyordu.
İbni Sinâ: "Onsekiz yaşından önce bütün bilim ve felsefede söz sahibiydi. Avrupa'da Avecina'dır. "G. M. Vickens: 16-17 yaşında çok ünlü bir hekim oldu. İbni Sinâ (Ebu Ali Sinâ)Tıbbın  babası sayılan Türk ve İslâm âleminin en büyük bilgini, filozofu ve tıbçısı.
(980-1037) 57 yaşında vefat etmesine rağmen  iki yüz yirmi(220) adet eser bırakmıştır. Altıyüz yıl tıp ve eczacılık konusunda dünya ülkelerine kaynaklık etmiştir. Kitabları Batı Ülkelerinde 600 yıl Modern Tıp gelişinceye kadar, ders kitabı olarak okutulmuştur.24”
İbni Sinâ daha o dönemde hastaları ameliyata alıyor, ağrıyan ve hasta olan organı tedavi edilmeğe çalışılıyordu. Avrupa'da ise bu hastaların içindeki Cin’i, Şeytan’ı çıkarmak için ya baş aşağı asılıyor, ya etrafına ateşler yakılıyor veya günlerce direklere bağlanarak kırbaçlanıyordu. Türkler se hastalarını müzikle tedavi etmek için Akıl hastaneleri kurmuştu... 
Psikolojik ve ruhsal yönden de  tedavi edilen insanlar, İbni Sinâ'nın elinde şifa buluyordu. İbni Sina’ya göre: "Bedenle birleşmeyen ruhun, bireysel varlığı yoktur. Onun tek ve kişisel oluşu bedenle birleşmesinden  ve onun bir alet olarak kullanılmasından sonradır. Ruh, bedene eklenen, bedeni tamamlayan ve bedenin faaliyetini sağlayan güçler toplamıdır." diyen İbni Sinâ: KANUN adlı kitabında : "Hastalık yapmayan tehlikesiz içecek, kaynatılıp soğutulduktan sonra içilen sudur; çünkü bazı sularda CİNNÜMA "suda yaşayan, gözle görülmeyen latif cisimlerden ibaret bir yaratık, mahlûk vardır." diyor. Görüldüğü gibi İbni Sina "MİKROP"u biliyor, tanıyor ve onu tarif ediyor. Kısaca, sağlıklı kalmak için suyu kaynatıp içiniz. Diyerek daha  ozamandan bizi ikaz ediyor.
İbni Sinâ yıllar önce, MİKROBU keşfetmişti. Mikrobu keşfettiğini söyleyen Avrupalı Paster ise(30 Haziran 1878)İbni Sina'dan (850-900) sekiz yüz elli, dokuz yüz yıl sonra yaşayacak ve MİKROBU buldum diyerek, Tıp Akademisine bildiriyordu.25
İbni Sinâ, Psikiyatrist olarak, REY Şehri Hükümdarı'nı MELANKOLİ; Taberistan Hükümdarı Kabus Veşmigir'in yeğenini KARASEVDA hastalığından kurtarıyor. Kadavralar üzerinde OTOPSİ yaptığını, ANATOMİK   çalışmalarda bulunduğunu söyleyerek: Fizyoloji, patoloji, farmakoloji, klınık hekimliği, anestezi, lokal anestezi, genel çerrahlık, nöroloji, psikiyatri, mani, melankoli, hafıza bozukluğu, geri zekalılık,  sinir, göz adeleleri, gözün tabakaları, gözyaşı kanalları, ophthalmai, konjonktivit,  nabız, üroloji, idrar değişmeleri, idrarda kullanılan sondayı(kastara, kasatir), trahom(Tahlili), doğum, kadın, hastalıkları, kuduz, çocuk hastalıklarını, pediatri ve pedagoji, koruyucu hekimlik, göz, kulak, boğaz, akciğer, karaciğer hastalıkları ve tedavilerinden bahseden ve ilk ortaya koyan atamız İbni Sinâ'dır.  Matematikte "O"sıfırı keşfeden yine, İbni Sinâ'dır. 26
1000li yıllarda Yozgat’ta, 1205'te Gevher Nesibe Sultan tarafından Kayseri'de  kurulan Şıfaiyye ve Tıp Okulu ilk öğrenimi teorik olarak başlatmıştır. 1453'te Doğu Roma'yı alarak  İstanbul'u fethetmiş, bir çağı kapayıp yeni bir çağı açmış, Nurlu Kumandan, kendisinden Kulların Acizi diyerek söz ediyor. İşte Müslüman Türk'ün hayatının ilkesi bu tevazu, kendini diğer insanlara adama dusturu...  Osmanlının Türkiye’ye bıraktığ mirası... Fatih, bir sosyal güvenlik teşkilatı kurdurarak devlet kesesinden değil, bizzat kendi parası, alınteri ile, vakıf çalışanlarına, cebinden maaş bağlıyor. Bugün kurulmaya çalışılan AİLE HEKİMLİĞİNİ daha o zamandan kurmuştu.
Akşemseddin, "Madded'ül Hayat" adlı eserinde: "Hastalıklar, insan vucuduna giren göze görünmez  bir takım CANLI TOHUMLAR yüzünden gelir. Yine o CANLI TOHUMLARLA insandan insana bulaşır." Diyerek MİKROBU ataları gibi bilip farkeden "PATOJEN FAKTÖR" olarak tanıyan âlim ve üstad Fatih Sultan Mehmet'in Hocası İstanbul'un manevî fatihi Akşemseddin'dir. Avrupa’nın komleksli ilim adamı Luis Pasteur ise Akşemseddin'den dörtyüzyıl sonra, İbni Sina’dan  dokuz yüz yıl (900)  sonra yaşamıştır. 27
Burada bir şeye dikkatinizi çekmek isterim...
Bügün Osmanlı yıkılalı  seksen sekiz (88) yıl olmuştur. Yani bunların bizden önceki hayatına hayat bile denemez.... Fatih Fermanında: "Ben ki İstanbul Fatih'i kulların acizi Fatih Sultan Mehmet; bizzat alın terimle kazanmış olduğum akçalarımla satın aldığım İstanbul'un taşlık mevkiinde malûm hudut olan yüz otuz altı(136) parça dükkanımı,  aşağıdaki şartllar doğrultusunda vakfeyliyorum.
Şöyle ki: Bu gayrımenkûllerimden elde edilecek gelirlerle İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerindeki kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde, bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine, bu tozu dökeler ki yevmiye yirmişer akçe alsınlar. Ayrıca on cerrah, on doktor, üç de hastabakıcıyı, memurlukla görevlendirdim. Bunlar ki ayın belirli günlerinde, İstanbul'a çıkalar istisnasız her kapıyı çalarak, o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise şifasını veya mümkün ise hastalığını gidereler. Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin hastaneye kaldırılarak orada tedavi edileler.
Allah vermesin herhangi bir kıtlık, gıda maddesi sıkıntısı olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum yüz silah, ehil kişilere verilerek, vahşi hayvanlar yumurtada ve  yavruda olmadığı sıralarda dışarıya çıkıp avlanalar ki hiçbir zaman hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca vakfımda bina ve inşa ettirdiğim imarathanede şehit ve yakınlarıya İstanbul fakirleri yemek yesinler; ancak yemek yemeye veya almaya bizat kendileri gelmeyip yemekleri güneşin loş bir karanlığında(gece vakti)ve kimse görmeden  kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.28
Kanûni Sultan Süleyman’ın  sağlık ve sıhhate dair şu sözüyle, sağlığa "Devlet Kazanmak", "Hakan Olmak" tan daha fazla önem verdiğini görüyoruz:  En büyük makam, sağlıklı bir nefes alıp vermektir.  
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet, cihanda bir nefes sıhhat gibi...  "Kanûnî Sultan Süleyman"29
Osmanlı Fethettiği Ülkelere barış ve refah götürüyor: Fethedilen bölgelere, İslâm’ın güzel ahlâkı ile bezenmiş aileleri, alperenleri, dervişleri, ahileri yerleştirdiler. Yerli halk bunların yaşayışını bizzat görerek İslâmiyet’i tanıdılar. Kendi yaşayışları ile Müslümanların, insana ve insanlığa örnek  yaşayışları arasındaki farkı görerek seve seve Müslüman oldular ve devletin gönüllü savunucuları hâline geldiler. Osmanlı Devleti ve sultanlarının davaları da, kendi tabirleri ile “nizâm-ı âlem” (dünya barışı) üzerinde toplanıyor. Koca devletin varlık sebebi ve savaşları da, insanî esaslara bağlı bulunan, bir cihan hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Sistem, insanları sömürmek, varını yoğunu elinden almak üzere değil; vermek üzerine, üzerine kurulmuştu.
Osmanlıdan sonra böyle bir devlet çıkmadı. Çıkması da mümkün değil. Osmanlı gibi, adaleti, huzuru gaye edinen bir devlet olsaydı, Filistin’de Balkanlar’da ve diğer ülkelerde bu zulümler ve bu canilikler yapılamazdı! Yanlış yapan başına gelecekleri bilirdi. (Mehmet Oruç, Türkiye, 27.4.2002.)
Osmanlılar, camiler, medreseler, hastaneler, tımarhaneler, hanlar, kervansaraylar, bentler, çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, kuyular, köprüler, yollar, kaldırımlar, imarethane hizmetlerini vakıflar kurarak, Allah rızası için pek mükemmel ve çaplı bir şekilde yürütmüşlerdir.
Bu yüksek ahlâkî değerler, bütün dünyanın gözlerini kamaştırmıştır. Muhtelif sebeplerle bizleri sevmeyen ve hatta can düşmanımız olan Batılı seyyah ve araştırmacıları dahi, asırlar boyunca hayretler içinde bırakmıştır. Bütün bunlardan daha fevkalade ve şayan-ı takdir olanı da, yapılan bu binalarda yaptıranlara ait hiçbir emarenin görülmemesidir....” İşte Osmanlıyı Osmanlı yapan değerler... Hem de bir gayrimüslimin ağzından...   (Mehmet Oruç, Türkiye, 23.11.2001)
SONUÇ OLARAK
Her Osmanlının kendisine görev kabul ettiği ilker şunlardı:
Yaz sıcaklarında çeşme ve sebillerde karla soğutulmuş su vermek,
Hanlar ve kervansaraylarda yolcuları üç gün parasız misafir etmek,
İmarethanelerde muhtaçlara her öğün yemek ikramı yapmak,
Borç yüzünden hapsedilmiş olanların borçlarını ödeyerek onları mahkumiyetten kurtarmak,
Ölen fakir kimselerin borçlarını ödemek,
İhtiyaçlarını söylemekten utanan muhtaçlara, itibarlarını zedelemeden gizlice yardım etmek,
Köle ve cariye azat etmek,
Yangınlarda evi yananlardan fakir kimselerin evlerini bedelsiz inşa ettirmek gibi insanların rahatı ve huzuru için yapılan faaliyetler...
Osmanlıda hayrat ve hasenat, yalnız insanları değil, hayvanları ve nebatları dahi içine alırdı. Nitekim hayvanları korumak, beslemek için de vakıflar kurulmuştur. Bunlara bakanlara da bizzat, devleten maaş bağlamıştır. Bu vakıflar, Avcı kuşları, göçmen kuşlar, güvercinler, aç kurtlar ve yaban hayvanları, için bizzat barınma yerleri imar edilmiş ve kışın o soğuk günlerinde neslinin devamını sağlamak maksadıyla yemekleri verilmişti.
Sokak köpek ve kedileri, beldenin belli semtlerine et ve ciğer dağıtılarak beslenmekteydiler.   Sadece bunlar mı?..
“Ormanımdan bir ağacımı kesenin başını keserim.” Diyecek kadar ağaç sevgisiyle dolu ve bunun için vakıf kurmuşlardı.
Osmanlı, biliyordu ki tabiat ve onun içindeki vahşi hayat, yok olursa, insan da yok olacaktı. Osmanlı, insanı ve doğayı korumuk için tedbirliydi...
Osmanlı sadece kendi çocuklarını değil; devşirmelerini bile yetiştirirken:
Müslüman Türk’ün Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu;
İlâhi kelimetullahı yer küresinde hakim kılmak için geldiklerini;
Allah’ın nizamını yeryüzünde hakim kılmak gerektiğini;
Ölümsüz, sonsuz bir devlet sahibi olduklarını (Devlet-i ebet müddet);
Yer küresinin tek sahibi olduklarını(Kürre-i arzın mutlak sahibi);
Yedi iklim ve diğer toprakların tek hakimi olduklarını; 
Dünyanın bir Türk’e dar olduğunu;
Beden, ölünceye kadar çalışmak (Çalışmanın yaşı yoktur.) Ayakta yaşlanmak, dimdik ayakta ölmek... Osmanlının inanç ve düşünüşünün bize bıraktığı en güzel mirastır...
Fransız Yazar, Ceza Gadron, “Gelibolu,(Çanakkale)” adlı kitabında: “Atillâ Tanrı’nın kırbacı, Tanrı, kendi yolundun çıkanları cezalandırmak için Aillâ’yı gönderirdi.” Diyor.
Fransız tarihçisi Grengur: “Osmanlı imparatorluğu, beşer tarihinin en büyük; ve hayrete değer vakalarından biridir” demektedir.
Prof.Dr. Albert SOREL 1912 yılında Üniversitede öğrencilerine ders anlatırken dünyada iki muamma var: Birincisi, “Keşfedilmeyen Kutuplar”,     İkincisi, “Türkler” diyor.
Kaşgarlı Mahmut; Divan-ı Lügatıt Türk, adlı kitabında: Peygamberimiz kıyamet                 âlametlerinden bahsederken :  “Türk Dili’ni öğreniniz; çünkü Türkler’in uzun süren egemenlikleri olacaktır.” Demiştir.
Peygamberimiz, Miraç’tan inerken aşağıya baktığında beyaz atlı süvariler görüyor ve kendisini Miraç’tan indiren Meleğe bunlar kim?” diye soruyor. Melek de: “El etrak’ül cindullah.” Alah’ın süvarileri Türkler.’”diyor. C.Kutay, “Tarihi Sohbetler”C.VI.s.173
Şimdi biz de diyoruz ki:
İlahî kelimetullah ülküsünü yeryüzünde hakim kılmak isteyen, ebedî devlet sahibi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi Müslüman Türk, Türkiye! Senin bir kıta üzerinde hükmetmen YETMEZ!..  İlâhi EMİR bir kıtaya sığmayacak kadar büyük ve kutsal bir davadır. Elliden fazla devlet ve toplulukların  varisi olduğumuz gibi; beş kıtada kurduğumuz ve büyük saadet ve şereflerle yönettiğimiz yerküresinde, sadece birinin toprakları (Osmanlı Hanlığı) 23 milyon kilometre kare, (Cengiz Hanlığı “Timuçin”) 44 milyon kilometre kare olan,  dört Atabeylik, otuz iki Beylik, on yedi Hanlık, elli üç Devlet, on altı İmparatorluk ve on üç Cumhuriyeti kuran atalarımızın da varisi olduğumuzu unutmayacağız.
Dünyanın her canlısından yükselen sesler, yeni efendiyi yer ve göğe; deniz ve karaya,  tüm kulaklara;   muştulu haberlerle fısıldıyor...  İşte, artık emaneti, ehlinin üstlenme zamanıdır. Ufuk sahibi, ideal sahibi, bütün bir millet, el ele, gönül günüle, bir ve beraber olarak, dün olduğundan daha hızlı, daha çabuk... Gece uyumadan, gündüz oturmadan; ölesiye, bitesiye çalışarak ...
Osmanlının varisi, Türkiye olarak, bütün dünya seni bekliyor. Bu hayâl gönüllerde yer bulmalı.. Bu rüyamız hep görülüp durmalı, heyecanlarımız diri ve canlı kalmalıdır.
KAYNAKLAR:
1 Nutuk Söylev ve Demeçler."Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi.
2 Uluğ Beg Akadimiyası. A.A.Abdurahmanov.Özbekistan/Taşkent.s.10
3 Uluğ Beg Akadimiyası. A.A.Abdurahmanov.Özbekistan/Taşkent.s.114 Eserlerinden özellikle KANUN (beş cilt, birmilyon kelime, Teşrih Fizyolojisi, Eczacılık, Tıp Soruları, 760 ilaç çeşidi, eczacılık metodları, ) 600  yıl tıp ve eczacılık konusunda dünyaülkelerine kaynaklık etmiş, Batı Ülkelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. MANTIK, BİLGİ TEORİSİ, TABİAT İLİMLERİ, PSİKOLOJİ, TASAVVUF , METAFİZİK, DİN FELSEFESİ, AHLAK, ASTRONOMİ, MATEMATİK, MUSİKî... gibi konularda eserler yazmıştır.  Akılcılığını FARABİ'den; Tecrübeyi EBU BERK RAZİ'den almıştır. (Batı'nın Albertus, Maknus, Saint Boneventura, Saint Thomas  , Saint Anselma gibi bilginlerini yetiştirmiş, üzerinde derin izler bırakmıştır.)
5 Birûnî.  Uluğ Beg Akademisi.A.A.Abdurahmanov.  Özbekistan,Taşkent.s. 10
6 El Cebir. Uluğ Beg Akademisi.A.A.Abdurahmanov.  Özbekistan,Taşkent.s. 10
7.Horazmi, Ferganî, Gıyaseddin El Koşıy, Uluğ Bey, İbn-i Irak, Kamusıy: Uluğ Beg. Akademisi.A.A.Abdurahmanov. Özbekistan,Taşkent.s. 10-
138 Al Hammer, Al Masıh.  Uluğ Beg Akademisi.A.Abdurahmanov. Özbekistan, Taşkent.s.10
9 .Türkiye. 29 Ekim1999, Cuma. Kayseri
10 .Türkiye. Stop. Muammer ERKUL. 29 Ekim1999, Cuma.Kayseri
11 Garp Menbağlarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı. İskmail Hakkı
 DANİŞMENT-LesVoyages Dusieur Du Lorie". s.189-190 . 1654  Paris
12 Tableau Général . Mouradgea d'Ohsson'un. C.4.s.304-305
13 La Turguie Acuelle. A.Ubucini.s.342.1855. Paris-Altınoluk. Ocak.1990.s 25. Ankara
14 Henri  Mathieu.La Turguie et ses Differans Peubles.2. Baskı.C.II.s.51 Meşhur Türkdüşmanıdır.
15Altıoluk Ocak 1990 s.27. Ankara İbni Sina.Dr.Celâl ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Tıp.Fak.Yay.No:8
16 Türkiye."Stop." Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
17 Türkiye."Evvel Zaman" Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
18 Tuhvet'ül Kibar..."Cihad-ı Ekber-ı Hayreddin Paşa".Katip Çelebi
19  Ömer Faik COŞKUN Yaş: 64. KAYSERİ/Kocasinan
20 Türkiye."Stop." Evvel Zaman .Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
22 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
23 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.
24 İbni Sinâ Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
25 İbni Sinâ Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
26 İbni Sinâ Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
27 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma.İbni Sinâ.Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
28 Türkiye."Stop." Evvel Zaman Muammer ERKUL 17 Aralık 1999. Cuma. İbni Sinâ.Dr.Cemal ARABACIOĞLU.Çukurova Ünv.Yay.No: 8.s.43
29  Muhibbi Divanı. Tercüman.Binbir Eserler Dizisi.Yay.No:.157
30  Kayseri Sağlık 98  Kayseri  İli Sağlık Müdürlüğü Yay.
(*)(3 MAYIS 2008, Cumartesi İLESAM KONFERANS METNİ)